in ,

Rüyalar Evi | Michael Swanwick

Hugo ve Nebula ödüllü yazar Michael Swanwick’in, alternatif bir 18. yüzyılda geçen nefis hikâyesine hazır mısınız? Sihir, gizem ve kumpaslarla bezeli Rüyalar Evi’ni sizin için çevirdik.

ruyalar evi
- Reklam -
- Reklam -

“Birini öldürdün mü hiç?” diye sordu berduş.

“Böyle şeylerden bahsetmeyiz,” diye yanıtladı yoldaşı.

“Ben beş kişi öldürdüm. Çok sayılmaz. Ama iki tanesini çıplak ellerimle öldürdüm ve seni temin ederim ki hiç kolay değildi.”

- Reklam -

“Eminim değildir.”

“Yani öldürmediğin için bilmiyorsun?”

İkinci berduş yanıt vermedi. Almanya’nın buz tutmuş kırsal bölgelerinde yavaşça yürümeye devam ettiler. Kış mevsimi buradaki topraklara en az savaşın doğudaki arazilerine davrandığı kadar sert davranmıştı. Kasisli yollar, yıkılmış köprüler ve çökmüş çatılar vardı ve toplanabilecek herhangi bir artık varsa bile buzdan çarşafların altında kalmışlardı. Anızlar ayaklarının altında cam gibi kırılarak yürümeyi zorlaştırıyordu. Ne var ki ana yollar mülteci kaynıyordu ve berduşlar tam tersi istikamette, cepheye doğru ilerlediğinden o yolları kullanmak sadece dikkatleri üzerlerine çekerdi.

“Ritter?” dedi ilk berduş.

“Hmm?”

“Emirlerimizi hatırlıyor musun?”

Ritter durdu. “Elbette hatırlıyorum,” dedi. “Sen hatırlamıyor musun?”

“Ah, hatırlıyorum. Sadece artık onlara inanmıyorum. O kadar uzun süredir yürüyoruz ki artık tüm hayatım bir rüyadan ibaretmiş gibi geliyor. Bazen gittiğimiz yeri bile hatırlayamıyorum.” Ritter bir şey demeyince berduş konuyu değiştirdi. “Neyse, böyle açıkta durup Kazakların bizi bulmalarını beklemeyelim.”

Yürümeye devam ettiler. Uzakta yapraksız bir ağaç göründü ve yavaşça üzerlerine geldi; tarlaların tekdüze manzarasından sonra kısa süreli bir rahatlama gibiydi bu. Onlar uzaklaştıkça ağaç arkalarında giderek küçüldü.

“Ritter?”

“Hı?”

“Sana hakiki bir yoldaşın yaptığı gibi adınla sesleniyorum. Sen neden aynısını bana hiç yapmıyorsun?”

Ritter tekrar durdu. “Güzel soru,” dedi. “Sahiden de güzel bir soru.” Sesinde öfke vardı. “Ben de sana kendi suallerimden birkaçını sorayım. Niçin görevimizi, gittiğimiz yeri veyahut kendi ismini bile bilmiyorsun? Neden her şey bu kadar sessiz ve durağan? Niçin bunca yürüyüşe rağmen bacaklarım bitkin değil? Gökyüzü neden alçılı bir tavana bu kadar çok benziyor? Senin yüz hatlarını niçin anımsayamıyorum? Niçin ne uzun ne de kısa, ne şişman ne de zayıf, ne solgun ne de al yanaklı değilsin? Tam olarak kimsin sen ve bana ne oyun oynuyorsun?”

“‘Rüya’ kelimesi katiyen kullanmamalıydın,” dedi bir kadın sesi.

Ondan değil. Yoldaşının kimliğini öğrenmeye çalışırken, bir şey ona bir düzenbaz olduğumu hissettirdi.

Her hâlükârda bu seans bitti.

Her şey karardı.


Ritter uyandığında kendisini yeşil süslemeleri olan, sarı duvarlı bir yatak odasında, kuş tüyü bir yastığın altında yatarken buldu. Odada üzerinde çiçekli bir sürahi bulunan bir lavabo ve kış manzarasına bakan, perdeli bir pencere vardı. O güne dek gördüğü en geniş omuzlara sahip, kısa boylu bir adam ellerini arkasında birleştirmiş bir vaziyette o pencereden dışarı bakarak dikiliyordu. Tahta bir sandalyede oturan yaşlı bir kadınsa elinde bir oya kasnağı tutuyor, her birini sıkıca çekiştirdiği küçük ve sıkı dikişler atıyordu.

“Neredeyim ben?” dedi Ritter. Kafası kazan gibiydi.

“Güvenli bir yerde,” dedi adam, dönüp gülümseyerek. Yuvarlak ve kibar bir yüzü vardı. İnsan onu görünce güvenmek istiyordu. “Dostlar arasındasın.”

“Ah.” Ritter’ın yüreği ezildi. “Anlıyorum.” Gözlerini kapadı. “En azından ön cepheleri geçebildim.”

“Varabilmen çok kötü oldu” dedi yaşlı kadın. “İngiliz Gizli Servisi için çalıştığını çoktan tespit ettik. Sivil kıyafetlerle burada bulunman bile bir ajan olarak idam edilmen için yeterli bir kanıt.”

Ritter bir parça sertleşerek, “Avusturya-Almanya-Bavyera bölgesindeki bir Alman vatandaşıyım. Kendi ülkemde bulunmak hakkım,” dedi.

Adam başını kibarca bir azarlamayla iki yana salladı. “Doğduğun ülkenin varlığı haftalar önce sona erdi. Yasal olarak Moğol İmparatorluğu’nun en doğusundaki bölgelerde bulunan milliyetperver bir partizansın. Gelgelelim yanlış yerden başlıyoruz. En baştan alalım. Dr. Nergüi ve ben ruh bilimcileriz. Önce senden istihbarat almak, sonra o istihbaratı kullanarak miadı dolmuş ve görevlerini yerine getirmeyen bir yönetime karşı duyduğun sorgusuz sadakatini iyileştirmek ve son olarak seni kendi davamıza katmak amacıyla bir rüya terapisi programına başladık.”

Ritter şaşmaz bir inançla, “Bu imkânsız,” dedi.

“Borsuk ile beni baraj-patlatan askerler olarak düşün,” dedi Dr. Nergüi. “Gözle görülür bir sonuç olmadan deleriz de deleriz, ta ki çalışmamız sonunda ilk su damlasını çıkarana kadar. Kısa süre sonra onu başka bir damla takip eder, onu da diğeri ve daha sen farkına varmadan duvar yarılmış, şimdiye kadar barajın tuttuğu göl dışarı doğru patlayıp önüne çıkanı seline katmıştır.”

“Şimdilik bu kadar laklak yeter,” dedi Borsuk, Ritter’ın omzunu sıvazlayarak. “Uyu dostum. Önümüzde zor bir iş var. Hem de nasıl zor.”

Ritter, tamamen arzusu dışında karanlığa, uykunun derinliklerine düştüğünü hissetti. Uzakta bir yerde, çok uzaktaki bir ormanda gece vakti birinin ya da bir şeyin onu aradığını hissettiğini sandı. Her nasılsa bu gözüne önemli bir şey gibi göründü.


Ritter rüyalarında Sör Tobias Gracchus Willoughby-Quirke’nin gösterişsiz, meşe kaplamalı bürosunda duruyordu. Aralarındaki masanın üzerine yoksul birinin giyeceği türden giysiler ve eşyalar serilmişti. Sör Toby bir elini pejmürde hâldeki giysilere doğru salladı. “Burada gördüğün bütün eşyalar ikna edici derecede eski oldukları kadar işe de yarıyorlar. Palto kaliteli ve kalın yünden –yamalarına kadar. Sırılsıklam olduğunda bile seni sıcak tutacaktır. Ayakkabılar çok eski olsalar da ayağının ölçüsüne göre yapıldılar. Balmumuyla su geçirmez hâle getirildiler, tıpkı bir berduşun yapacağı gibi. Bağcıkların içinde tuzak kurman yahut birini boğman gerektiği takdirde kullanabileceğin, piyano teli ebadında telleri var. Silah taşıman şüphe uyandırır. Lakin buna sahip olacaksın.” Sıradan bir mutfak bıçağı gibi görünen şeyi aldı. “Sheffield çeliğinden. Çok eski ama keskindir. Tahta sapı kırık ve keten beziyle sarılarak bantla tutturuldu, böylece el yapımı süsü veriyor. Gelgelelim bir kavgada ona güvenebilirsin.”

“Önümde zorlu bir seyahat var anlaşılan,” dedi Ritter. “Tam olarak nereye gitmemi istiyorsunuz?”

Seni ve ortağını Kıta’ya, düşman hatlarının gerisine yollayacağım. Orada bizimle önemli bilgiler paylaşacak olan bir direniş üyesiyle buluşacaksınız.” Sör Toby bir zarf uzattı ve Ritter tuhaf, nereden geldiğini bilmediği bir isteksizlikle onu açıp okudu. İçinde bir isim, bir adres ve tarih vardı. Hepsi bu kadardı.

“Hepsi bu kadar mı?”

Sör Toby zarfı geri aldı. “Seninle gereğinden fazla bilgi paylaşmaya gönülsüzüm, yakalanma ihtimalin var.”

“Yakalanmayacağım. Ama olur da yakalanırsam kaçabileceğimden eminim.”

“Ya?” Sör Toby ellerini masaya dayayıp ileri uzandı. Gözleri parlıyordu. “Nasıl?

Ritter büyük bir şaşkınlıkla, “Nasıl olduğunu biliyorsunuz. Ort— ” Gözlerini büroda dolaştırdı. Rüzgâr karşısındaki bez misali şişmiş ve yerinden atmış duvarlara, kapının üzerinden kendisine dikkatlice bakıp göz kırpan başbüyücü Roger Bacon’ın kabartma büstüne, havada taklalar atmasına rağmen içindeki mürekkebi dökmeyen hokkaya baktı. Her şey yanlıştı. Sör Toby bile daha karanlık ve daha gerçek bir hakikatin üstüne çekilmiş bir perde gibi görünüyordu. Ritter’ın başı ağrıdı. Mantıklı düşünmek zordu. “Biliyor musunuz?”

“Bilmediğimi farz edelim. Sırf alıştırma olsun diye. Ortağın, değil mi? Seni kurtarması için o adama güveniyorsun.” Sör Toby babacan, avcı, samimiyetsiz bir edayla güldü. “Değil mi oğlum?”

Ritter ansızın bir eliyle masanın üstündekileri etrafa saçarak giysileri, ayakkabıları, bıçağı ve her şeyi devirdi. “Sen babam değilsin. Yerine geçmeye çalıştığın kişi de değilsin. Bir kumpasın parçası olduğun aşikar. Eh, işe yaramayacak! Benden hiçbir şey alamayacaksın!”

Kusursuz bir iş. Bilincini yerine getiriyorum artık.


“Ne kadar kolay olduğunu gördün mü?” dedi Borsuk. “Dr. Nergüi seni uyuşturdu, ben de düşüncelerini yönlendirdim ve artık görevini, buluşacağın kişinin adını ve nerede, ne zaman yakalanacağını biliyoruz. Geriye sadece şu gizemli ortağının adını bulmak kaldı.”

“Hâlâ bize karşı koyabileceğini mi düşünüyorsun?” diye sordu Dr. Nergüi.

Ritter yanıt vermeyince kadın oyasını aldı ve tekrar nakşetmeye koyuldu.

Ritter uzun bir süre boyunca, gözleri kapalı bir vaziyette yatakta uzanıp kaz tüyünden bir divitin karalama sesini dinledi; Borsuk bulgularını kaydediyordu şüphesiz. Evin geri kalanına tuhaf bir sükûnet hâkimdi. Döşemelerden çıkan küçük gıcırtı ve iniltileri duyabiliyordu. Lakin ne başka bir insan ne de bir ayak sesi çalınıyordu kulağına; evin içinde bu odadakilerin haricinde birilerinin olduğunu gösteren tek bir emare bile yoktu. Sonunda, “Demek sadece ikiniz varsınız? Ne emir erleri ne de korumalar var?” dedi.

Odaya ani bir sessizlik çöktü. Ardından Borsuk, “Dr. Nergüi, bu seferki iyimsermiş. Hatta fazla iyimser. Bu genç adam ağzımızı arıyor, zayıf yanlarımızı bulmaya çalışıp firar planları yapıyor,” dedi. Sesi neredeyse Ritter ile gurur duyuyor gibi çıkmıştı.

“Henüz fark etmediysen savaş hâlâ devam ediyor,” dedi Dr. Nergüi. “Kaynaklar kısıtlı. Elimizdekiyle geçinmek zorundayız. Amma velâkin ikimizin bu görev için yetersiz olduğunu düşünüyorsan…” Sör Toby’nin Ritter’a vermiş olduğu bıçağı çıkarıp komodinin üzerine koydu. “Dik otur.”

Ritter kendisinden istenileni yaptı.

“Şimdi de bıçağı al.”

Denedi. Fakat parmaklarını kabzanın etrafında kapatmayı denediği her seferinde elini bıçağın ya soluna yahut sağına atarak havayı kavradı. Tekrar tekrar denedi, sonuç hepsinde de çıldırtıcı şekilde aynıydı.

Dr. Nergüi kuru bir sesle, “Artık firar etmeye çalışmanın nafile olduğunu görüyorsundur,” dedi.

“Sizlerin bir şarlatanın illüzyon kabiliyetlerine sahip sihir emekçileri olduğunuzu şimdi anlıyorum. Tanrı’ya şükür ki hâlâ kırılmaz Alman azmime sahibim. İsterseniz beni öldürebilirsiniz ama üç kuruşluk büyülerinizle bana istediğinizi yaptıramazsınız.”

Borsuk dikkatini vermeden (çünkü yazı yazmaya devam ediyordu) şöyle dedi: “İllüzyon daima tüm kabiliyetlerin en zayıfı olarak görülmüştür. Seni bir uçuruma doğru yürütebilir yahut çok değer verdiğin birinin ölüsünü gösterip onu senin öldürdüğüne dair seni ikna edebiliriz… geçici bir süreliğine. Lakin bir ateşbüyücüsü gibi bir ormanı ateşe veremez veya bir buzbüyücüsü gibi birini soğuktan kangren edip sakat bırakamayız. Büyümüzün etkisi zamanla geçiyor; o sebepten ötürü hiçbir zaman değer görmedi.

“Gelgelelim sonradan anlaşıldı ki tüm büyülerin kökeni zihin gücüydü, illüzyonsa o kaynağa giden anahtarın ta kendisiydi. Dr. Nergüi, keşifleri sayesinde çok önemi bir kadın olarak görülüyor kendi memleketinde. Seninle şahsen ilgilendiği için kendinle gurur duymalısın.” Borsuk yazdıklarının üzerine kum serpiştirdi ve parşömeni şöyle bir salladı. “Buluşacağın kişi buradan bir saatten kısa bir yürüme mesafesinde yaşıyor. Bunu Askeri İstihbarata götürecek kurye” —parşömeni salladı— “yarın sabaha kadar beklenmiyor. Ola ki buradan kaçabilirsen buluşacağın kişiyi uyarabilir, istihbaratı alır ve başarısızlığın kollarından bir başarı çekip çıkarabilirsin.”

Bir anlığına Ritter’ın göğsünde bir umut yeşerdi. Ardından, “Benimle alay ediyorsun,” dedi.

“Belki de ediyorumdur. Üzerini giyin. Elbiselerin gardıropta. Dr. Nergüi’den utanmana gerek yok; kendisi bir büyükanne—”

“Büyük-büyükanne.”

“Büyük-büyükanne; böyle şeyleri çoktan görmüş. Çizmelerin yatağın altında. İki kat çorap giydiğine emin ol; dışarısı soğuk.”

Ritter şüpheyle kendisine söylenenleri yaptı.

Yatak odası, gri kış güneşinin doldurduğu sade bir salona açılıyordu. Ritter’ın çamurlu yün paltosu kapının yanındaki askıda asılıydı. Onu giydi, sonra da dışarı çıkıp sahanlıkta gözlerini kırpıştırarak dikildi. Rüyasından ya da illüzyondan oldukça canlı bir biçimde hatırladığı donmuş tarlalar, kilometrelerce ileride yer aldığı bariz olan ve bir çizgi gibi görünen bir ormana doğru uzanıyordu. Kuşkuyla, ileri doğru birkaç adım atıp demin çıktığı binaya baktı. Kapının üzerindeki tabelada САНАТОРИЙ yazıyordu. Sanatoryum. Hapishanesinin bir çiftlik evinden başka bir şey olduğunu gösteren tek işaret buydu.

Ritter başını ufka çevirerek yürümeye başladı; her adımında arkasından gelen bir bağırış ve akabinde sırtına isabet eden bir kurşun bekledi. Ne tuhaftır ki öyle bir şey olmadı. Ayağının altındaki donmuş anızları çatırdatarak, sakarca bir koşu tutturdu. Adımlarının ve nefesinin oluşturduğu sesler, uzaktan gelen tembel karga gaklamaları haricindeki yegane sedaydı.

Onu öylece salmış olmaları mümkün değildi.

Yoksa mümkün müydü?

Orman neredeyse ulaşılmazdı. Ama oraya ulaşabilirse ufacık da olsa birkaçma şansı olurdu. Koşmaya devam etti ve soğuk hava düşüncelerini netleştirdi. Zihnindeki sis nihayet kalkmış ve altında saklanan çeşitli acıları su yüzüne çıkarmıştı. Bacaklarında, omuzlarında ve kaba etinde büyük morluklar vardı ve kaburgaları alev gibi yanıyordu. Şüphesiz, yakalandığında yediği dayağın sonucuydu. Esir alınmadan önce askerlerden birini öldürdüğünü güç bela hatırlıyordu. Hâlâ hayatta olması mucizeydi.

O yüzden hayır, onu öylece bırakmazlardı. Kendi adamlarından birini öldürdükten sonra olmazdı.

Yine de… çiftlik evi arkasında hiçliğe karışmıştı. Soluk soluğa kaldığından hızını azaltıp yürümeye başladı. Birkaç defa düşeyazsa da son anda kurtuldu, birinde de kaya zemine sırt üstü düşüp ayak bileğini incittiğini sandı fakat tekrar yürümeye başlayınca acısı dindi.

Başını çevirip arkasına baktı. Çiftlik evi, yükselen tarlalar tarafından yutulmuştu ve ortalıkta kendinden başka kimse yoktu. Neden takip edilmiyordu?

Bu çok anlamsızdı.

Tabii uzaktan büyü veyahut doğal yollarla gözlenmiyorsa. Bu, o an aklına gelen tek mantıklı açıklamaydı. O sebepten ötürü Freki’ye ulaşma fikrini zihninden uzak tutuyordu. Şayet izleniyor ya da daha kötüsü, yatakta sanrı görüyorsa sorgulayıcılarına buluşacağı kişinin adından ve yerinden sonra en çok istedikleri istihbaratı vermek istemezdi; yani kendisinin Kurtadam Birliği’ne üye olduğu ve yol arkadaşının bir kurt olduğu gerçeğini. O nedenle Freki’yle beraber oradan nasıl kaçacağını planlamak istese de buna cüret edemedi.

Ritter, kurdunu bir silah olarak kullanabilecek şekilde eğitilmişti. Yanında Freki varken on silahlı askere bedeldi. Bununla birlikte bir kurtla birlikte gezen bir evsiz akılda kalıcı bir manzaraydı. O yüzden ayrı ayrı seyahat etmeleri gerekmişti; Ritter yolları arşınlarken ortağıysa hendekleri ve örtülü alanları kullanmış, aralarında en az bir kilometre mesafe bırakmışlardı. Bu yüzden çaldıkları bir tavukla yahut oranın halkından zorla aldıkları bir domuz jambonuyla erzaklarını yenilemek isteyen, beklenmedik bir avcı devriyesine yakalandığında (Ritter artık olayı net bir şekilde hatırlıyordu) Freki onu kurtaramamıştı.

Öfkesine yenik düşüp o askeri öldürmeseydi keşke! O zaman bir asker gibi dövüştüğünü görmez ve onu buldukları yerde, dayak yemiş ama sağ vaziyette bırakabilirlerdi.

Belki de bırakmazlardı. Çavuşları altıncı hissi olan bir adam gibi hareket etmişti. O kabiliyete sahip olanlar çoğunlukla astsubay veyahut daha üst rütbelerden başlardı. Bu tür adamlar, soylulukla uzaktan yakından bir alakaları olmasa bile savaş sırasında rütbe atlayabileceklerini bildiklerinden böyle zamanlarda orduya çekilirdi.

Ritter’ın ayakları şimdiden buz kesmişti, elleri de öyle. Paltosunun cebinde bir çift uyumsuz eldiven olması lazımdı. Ne var ki bıçağı, kibrit kutusu, piposu, tütün kesesi ve açlığa dayanmak için taşıdığı, içi kuru hububat dolu küçük torbasıyla birlikte onu da almışlardı. Ellerini paltosunun yenlerinden içeri sokup koltuk altlarına sıkıştırdı ve yürümeye devam etti. Sonra biraz daha yürüdü.

Saatler geçti ama uzaktaki orman öncekinden birazcık bile daha yakın görünmüyordu. Fakat ileride bacasından mavi duman halkaları tüten bir çiftlik evi vardı. Ritter evi tamamen es geçmek yahut durup karın tokluğuna çalışır gibi görünüp istihbarat toplamak arasında kaldı. Yalnızlıklarına rağmen çiftçiler, çoğu insanın sandığından fazla dedikoduya meyilliydi. Şansı düşük de olsa belki bir at bile çalabilirdi.

Rahatlatıcı düşüncelerdi bunlar. Lâkin binaya yaklaştıkça içindeki sıkıntı arttı. Burası… tanıdık görünüyordu.

Ruhu daralarak çiftlik evine yaklaştı.

- Reklam -

Kapının üzerinde bir tabela vardı.

САНАТОРИЙ.

Başladığı yere dönmüştü.

Ritter bir an için tüm umutlarını yitirdi. Ardından omuzlarını dikleştirdi, doksan derece döndü ve yeniden yürümeye başladı. Bir subay ve Prusyalı bir beyefendi olarak umutsuzluğa kapılamazdı.

Güneş bulutların arkasından en zayıf ışığını yolluyordu. Ritter azimle sola doğru ilerlemeyi sürdürdü ve orta mesafedeki nahoş yer şekillerini takip etti: bir kaya, donmuş bir toprak yığını, karların üzerinde baş vermiş ölü bir bitki. Mesafe ölçümlerini mümkün mertebe kesin yapmaya odaklandı. Sıklıkla durup, ufka doğru dümdüz uzanan ayak izlerini görmek için arkasına baktı. En sonunda bacakları altında büküldü ve donmuş toprakta dizlerinin üzerine yığıldı.

Yakınlarda bir kapı açıldı.

“Ee?” dedi Dr. Nergüi, sanatoryumun verandasından. “Şimdi ikna oldun mu?”

Ritter bitkin düşmüş bir hâlde önce ona, sonra sağına ve soluna baktı. Buzlu zeminin üzerinde bir çeşit yol oluşmuştu. Binanın yanlarından arkasına doğru kıvrılıyordu. Tüm gün boyunca çiftlik evinin etrafında yürüyüp durmuştu.

Sonrasında Borsuk ayağa kalkıp içeri girmesi için ona yardım etti. İçerisi sıcaktı. Paltosunun ağırlığının omuzlarından kalktığını hissettiğine minnettardı. Borsuk, Ritter’ı kanepeye bıraktı. Kendisi de kabarık bir koltuğa oturup, “Şimdi farklı bir şey deneyeceğiz. Annenden mi bahsetmek istersin, cinsel hayatından mı?” diye sordu.

Dr. Nergüi bir elini havaya kaldırdı. “Şuna bak. Hâlâ direniyor.”

Borsuk’un suratı ifadesiz bir hâl aldı. “Fevkalade. Hâlâ kaçabileceğini ümit ediyor.”

“Ümit ile kendini kandırma arasında ince bir çizgi vardır. Mesleki tecrübelerime dayanarak, kendi geleceğine küçük bir bakış atmanın hastamıza iyi gelebileceğini düşünüyorum.”

“Katılıyorum, dedi Borsuk.”


Ritter, Whitechapel’da bulunan Miller’s Court’taki kırık döşemeli bir evde, odasındaki tek mobilya olan yatakta oturmuş çizmelerini çıkarıyordu. Ayağında mantar çıkmasından korkuyordu. Parmaklarının arasındaki deri ölü gibi beyazdı ve çoraplarını çıkardığında feci bir koku yayılmıştı. Yapacak pek bir şey yoktu. Parmak uçlarından birkaçı kangrenden kararmıştı. Bıçağının ucuyla her birini dürttü. Üçünde de his yoktu. Su da toplamışlardı fakat kendi hâllerine bırakmak en iyisiydi. Patlatılırsa hastalık bulaşabilirdi.

Gerçi o kadar uzun yaşayacağını sanmıyordu.

Hükümet Binası’ndaki muhafızlar Sör Toby’yi görmek istediğinde onu geri çevirmişti. Lâkin bunu beklemişti. Haftalarca zor şartlarda yaşamak onu büsbütün değiştirmişti. İstihbarat Bürosu’yla işi olabilecek bir adama benzemiyordu artık. Yeraltı dünyasındaki muhbirleri bile ondan daha iyi giyimliydiler.

Ritter elindeki mumu havaya kaldırıp odada gezdirdi ve gölgelerin hareketinden faydalanarak duvara çakılı bir çivi buldu. Çoraplarından birini ona astı. Başka çivi bulamayınca öteki çorabını da ilkinin üstüne koydu.

Yatağa uzanıp düşünmeye çalıştı. Ancak kafasının içi birbirine karışan seslerle uğulduyordu. En son ne zaman uyumuştu? Uzuvları hem yorgundu hem de yerlerinde de duramıyorlardı. Parmakları kendiliğinden kasılıyor, gözlerini her kapatışında geri açılıyorlardı.

Derinlerde bir yerde her erkek babasından nefret eder.

Odaklansana kahrolası! Sör Toby’nin kulübüne gitmesinin bir anlamı olmazdı; bir subaya az çok benzediği zamanlarda bile yanında kulüp üyelerinden biri olmadan onu içeri almazlardı. O yüzden adamı sokaklarda, bürosuna giderken veyahut oradan dönerken bulması gerekecekti. Mesajı Sör Toby’ye bizzat kendisi iletmeliydi. Başkasına veremezdi. Buna mecburdu.

Ritter bir o yana bir bu yana döndüyse de rahat edemedi. Kasılmış bir hâlde yatakta dik oturup kollarını karnına doladı.

Uyursa düzeleceğini sanıyor.

Sen uyusan da vicdan azabın asla uyumaz.

Ritter başını geriye yaslayıp bir elini yağlı, birbirine karışmış saçlarının arasında gezdirdi. Yarım saat kadar önce son birkaç kuruşunu bu oda için harcamış, biraz uykunun kafasını toplayacağını düşünmüştü. Olan parasına olmuştu. Uyumak şöyle dursun, bir saniye bile kıpırtısız duramamıştı.

İnleyerek kalktı ve çizmelerini giymeye koyuldu. Çıkardığı çorapları duvarda asılı bıraktı.


Charing Cross’a vardığında alacakaranlık vaktiydi. Yağmur yağdığını anımsayamıyordu lâkin sokaklar ıslak, paltosu da nemliydi. Gölgelere karıştı, geçip giden at arabalarının izledi ve aradığı şeyi görmeye çalıştı: suikastçılara kolay bir hedef olmak istemeyen Sör Toby’nin aynı güzergahı iki gün üst üste nadiren kullanan arabasını. O yüzden Ritter’ın onu bu gece göreceğinin bir garantisi yoktu. Yine de… bir yerden başka bir yere gitmek için çok fazla yol vardı. Ve her zaman başka geceler olurdu.

Derken bir at arabası takırdayarak onun durduğu yere doğru yaklaştı. Ritter daha önce onu defalarca sürdüğünden aracı hemen tanıdı. Biçare hâlde bağırdı. “Sör Toby!” Kelimeler ağzından kuzgunlar misali uçuverdi. Arabanın yanında koşuyor, ellerini deli gibi sallayarak adamın dikkatini çekmeye çalışıyordu. Tepesinde, arabacının onu kovalamak için kamçısını kaldırdığını görebiliyordu.

Ne var ki arabanın penceresinden görülen o yuvarlak, hâlinden memnun yüz artık ona dönüktü ve şaşkınlıktan gözleri yuvalarından uğramıştı. “Ritter!” Sör Toby çabucak kapıyı açıp elini uzattı ve Ritter’ı içeriye, yanına çekti. İkisi de aracın zeminine düştü ve sakarca kalktılar.

İçerideydi ve araba hız kesmemişti bile.

“Size… size bir,” dedi nefes nefese. Sanki nefesini hiç düzenleyemeyecekmiş gibiydi. “Mesajım… var.”

“Canım evladım, sana şey oldu san— neyse, ne sandığımı boş ver. Seni yeniden görmek harika. Sana temiz kıyafetler bulmalıyız. Görünüşüne şöyle bir bakınca, iyi bir yemek de fena olmaz. Sana kulüpte bir oda kiralayacağım; normalde yasak ama hallederim sanırım. Of, tanrım, feci görünüyorsun. Ne zorluklar çektin kim bilir?”

“Me… saj.” Ritter, paltosunun içine uzanıp el yordamıyla bir iç cep aradı.

“Yemek yedikten sonra bunun için bolca vakit olacak.” Sör Toby onun kolunu sıvazladı.

“Hayır… mesaj…” Ritter şaşkınlıkla çok uzun bir zaman önce kendisine verilen Sheffield bıçağını çektiğini gördü.

Ardından bıçağı sapladı, sapladı, sapladı ve her yere kan fışkırdı.


“İlk su damlamız,” dedi Dr. Nergüi.

“Çelik gibi olmana gerek yok.” Borsuk bir mendil çıkardı ve Ritter yüzünü içine gömdü. “Ağlayabilirsin.”

Ritter içinin yıkıcı hüzün hıçkırıklarıyla dolduğunu hissetti korkuyla. Onları bastırmak için tüm gücünü kullanması gerekti. Bunu devam ettirebileceğinden şüpheliydi. Ne var ki zihninin soğuk, ücra bir köşesi, Pekala o zaman, diye düşündü ve karanlığa uzandı.

Madem oyunu böyle oynayacaklardı, saldırılarına saldırıyla karşılık verecekti. Freki’yi bir insan olarak hayal etti: iri yarı, uzun boylu, saçı sakalı birbirine karışmış, tehlikeli. Gerektiği takdirde adam öldürmekten çekinmeyen fakat içinde kötülük olmayan ve dostlarına daima sadık biri. Başka bir deyişle kurdumsu bir insan. Kurgusunu katman katman yarattı, ta ki tek eksiği bir ad kalana kadar. Ritter Vlad’ı seçti. Vlad, diye düşündü. Gel. Kurt, zihnine tanımadığı bir insan şeklinin neden dayatıldığını anlamayacaktı. Ama emirlere uyacak şekilde eğitilmişti. Saklandığı yerden çıktı.

Aynı anda Ritter gözyaşlarını serbest bıraktı. Şaşırtıcı bir şekilde keşfettiği üzere, ağlayacak epey bir şeyi vardı. Yasını tutamadığı kayıpları. Çektiği ve içine attığı kederler. Eh, işine yaramalarını sağlayabilirdi.

Ritter başını arkaya atıp uludu.

“Bence artık hazır,” dedi Borsuk, sonunda.

“Kusursuz bir iş. Onu pasif durumda tutacağım. Sen sorguya başla.”

Ritter neredeyse anında uykuya daldı. Ancak güçsüz bir şekilde uzansa da gözleri kapanmadı. Sadece hareket edemiyor yahut bunu istemiyordu. Etrafındaki her şeyin son derece farkında olduğu, uyanmaya çalıştığı ama bir türlü başaramadığı bir tür uyku sınırındaydı sanki. Beyninin ücra bir köşesinde Freki’nin tarlalardan sessizce geçerek sanatoryuma doğru ilerlediğini hissedebiliyordu. Gelgelelim onu esir tutanlar oraya bakmıyor, sadece yüzeydeki düşünceleriyle ilgileniyorlardı elbette. Borsuk, Ritter’ın alnına düşen bir tutam saçı arkaya atmak için uzandı. “Bize bir sırrını anlat canım. Büyük ya da önemli olmasın. Başlangıç için küçücük bir tane.”

Ritter başını iki yana salladı. Ya da en azından öyle yapmaya niyetlendi.

“Mecbur olduğunu biliyorsun. Söyleyeceğini kendin gördün. Kaçınılmaz olanı neden erteleyesin ki?”

“Paltomda—” Ritter durakladı.

“Evet?”

Ritter elinden geldiğince isteksizce söylemeye gayret ederek, “Bir harita var. Paltomun astarının içine dikili,” diye devam etti

“Hakikaten mi?” Borsuk’un sesi hoşnut çıkmıştı. Ayağa kalkıp yatak odasına gitti. Geri döndüğünde elinde Ritter’ın bıçağı vardı ve onu paltoyu kesmek için kullandı. Astarın içinden bölgenin detaylı bir haritasını gösteren, beyaz renkli ve kare bir ipek parçası çıktı. Ritter’ın buluşma noktası işaretlenmemişti. Lâkin bunu zaten biliyorlardı.

Borsuk haritayı kanepenin yanındaki bir komodinin tepesinden bırakarak havada süzülmesini izledi, sonra da bıçağı onun üstüne koydu. Ritter bıçağın yakında olduğunu bildiğini belli etmemeye gayret etti. Gelgelelim Dr. Nergüi’den gelen kuru bir kıkırtı, bıçağın kendisi için tekrar dokunulmaz kılındığını söyledi ona.

“Gördün mü? Dünya hâlâ aynı duruyor. Tabii umutsuz bir dava uğruna daha fazla çabalamadığın için kendini çok daha iyi hissetmeni saymazsak. Şimdi. Henüz yakalayamadığımız ortağının adını ver bana.”

Ritter, “Vlad,” dediğini duydu.

“Dostun bir Slav demek?”

“Bu bir lakap,” dedi Ritter, ölü bir ses tonuyla.

“Ahhh. Dracula’dan geliyor olmalı şüphesiz. Bana ondan bahset.”[1]

Ritter önce yavaş yavaş, ardından akıcı bir tonla Freki için hayal ettiği görüntüyü anlatmaya başladı: Vlad’ın fiziki ve ruhi kudretini. Ortağının sıhhatine olan adanmışlığını. Beklenmedik anlarda ortaya çıkan oyunbaz tarafını. Boğazına olan düşkünlüğünü. Bu esnada Freki de sanatoryumun dibinde durana dek, gitgide yaklaştı. Ritter zihninin hafif ama mutlak bir biçimde dürtüldüğünü hissetti. Freki sonraki emirleri bekliyordu.

“Yeter.” Dr. Nergüi bir elini havaya kaldırdı. “Nerede şimdi?”

Ritter küçük bir tebessüm etmeyi başardı. Başını pencereye çevirdi ve diğerlerinin de aynı şeyi yaptığını hissetti. “Oraya bakın.”

Freki odaya dalarken içeriye kırılmış tahta ve cam parçaları saçıldı.

O şok anında iki ruh bilimci tüm mantıklı düşünme yetilerini, dolayısıyla da Ritter’ın üzerindeki hakimiyetlerini kaybetti. Özgür kalan adam kanepeden kalktı ve bıçağı alabilmek için komodine bir şaplak attı. Bu kez parmakları bıçağın sapını kolayca kavradı.

Onu Borsuk’un kalbine sapladı.

Freki, Dr. Nergüi’yi yere sermişti, dişleri boğazındaydı. Ritter kurdu yaşlı kadının cesedinden ayırırken iki kez ısırıldı. Lâkin ikisini olabildiğince çabuk ayırmak hayati bir öneme haizdi. Freki’nin insan etinin tadını almasını istemiyordu.


Ritter’a verilen adres, eski bir kasaba çöplüğünün yakınlarındaki terkedilmiş bir yerdi. Feci derecede açık bir alandı. Buluşacağı kişinin, oraya yaklaştığı sırada kendisini sadece tek bir adamın beklediğinden emin olmak istediğini varsaydı. Yine de hâlâ korkunç derecede açık bir yerdi. Küçük bir berduş çadırı kurdu kendine ve istihkak ya da adam toplayan askerler tarafından her an bulunma tehlikesiyle bekledi.

Ritter kimle buluşacağını bilmiyordu; sadece bir mahlas, bir kod ad vardı elinde. Kararlaştırılan günün şafağında oraya varmış ancak boş bir araziden başka bir şey bulamamıştı. Beklediği adam günbatımında da gelmemişti. Böyle bir durumda üç gün daha beklemesi söylenmişti. Ne az ne çok. İki gün çoktan geçmişti.

Freki, meraklı gözlerden saklanmak için kullandığı gri battaniyenin altından birinin yaklaştığını göstermek için inlediği sırada Ritter cılız ateşinin üzerine eğilmiş, fazla sulu tavşan yahnisini yiyordu. Yavaşça ayağa kalktı.

Çorak topraklardan gelen adam kendisinden en az on yaş büyüktü. Giyiminden varlıklı biri olduğu anlaşılıyordu. Dikkatlice yaklaşmasına bakılırsa ne Moğol Büyücü’nün ne de imparatorluğun dostuydu. Ritter’ın farklı işlevleri olduğundan şüphelendiği bir bastonla yürüyordu. Ritter başından geçen onca olaydan sonra artık korkunç bir görünüşe sahip olsa da yabancı tereddüt etmeden ona yaklaşmaya devam etti.

Adam kamp ateşine varınca durdu. Ritter’a tarafsızca, ne güven ne de korku duyarak baktı. Hiçbir şey demedi. Hem dövüşmeye hem de kaçmaya eşit derecede hazır görünüyordu. Ritter beklediği adamın ondan başkası olamayacağını biliyordu. Elini uzattı.

“Büyücü Godot olmalısınız?”[2]

– SON –

“House of Dreams” © 2013 Michael Swanwick

Görsel © 2013 Gregory Manchess

House of Dreams Michael Swanwick illustrasyon


[1] III. Vlad “Dracula” Tepeş. (1431-1476). Bildiğimiz, malum Kazıklı Voyvoda. Lakabı “ejder” anlamındaki Dracula’dır. Zalimliği daha sonra Bram Stoker’a ilham kaynağı olmuştur.

[2] Samuel Beckett’ın Godot’yu Beklerken adlı eserine bir gönderme. Hikâyenin giriş kısmında da yine aynı esere yapılan benzer göndermeler mevcut.


Yazan: Michael Swanwick (İlk kez Tor‘da yayımlanmıştır.)
İllüstrasyon: Gregory Manchess
Çeviri: Bayram Sarıkaya
Editör: M. İhsan Tatari

M. İhsan Tatari

Yirmi yılı aşkın bir zamandır fantastik edebiyat, bilimkurgu, çizgi roman ve bilgisayar oyunlarıyla haşır neşir oluyor.

Fantastik edebiyat alanında dört basılı kitabı bulunan yazar, Kayıp Rıhtım'ın yanı sıra Oyungezer dergisinde de serbest yazar olarak çalışmakta, çeşitli yayınevlerinde çevirmen ve editör olarak görev almaktadır.

Henüz yorum yok. Forum'a gelip sohbete katıl.

Yangzhou Zhongshuge kütüphanesi çin

Her Kitapseverin Rüyası: Çin’in Yangzhou Zhongshuge Kütüphanesi

haftanin kitabi 74

Haftanın Kitabı #74 – Montague Amca’nın Dehşet Hikayeleri