in ,

Yazarının Kaleminden: Kibrit Ev

Kibrit Ev’in sevilen yazarı Murat S. Dural​ yazarlık macerasına nasıl atıldığını ve kitabında yer alan hikâyelerin çıkış noktalarını eğlenceli bir üslupla anlattı.

Kibrit Ev - İnceleme - Murat S. Dural
- Reklam -
- Reklam -

Uyarı: Aslında burada okuduğunuz pek çok şey “Kibrit Ev”in Sonsöz kısmında var. Yine de bilmeyenler, kitabı okumayanlar için tekrar etmekte zarar olmadığını düşünüyorum. Kısa yazılardan, özetlerden hoşlananlar için durumu kolaylaştırayım; tüm gücünüzle umut edin, kendinize çalışmak için uygun bir alan ve zaman yaratın, çalışmaktan asla vazgeçmeyin, içinizde ne varsa sayfalara dökmeye çekinmeyin ve tüm yazılarınızı ne olursa olsun saklayın. Onlar sizin portföyünüz. Bol bol okuyun, filmleri özellikle dizileri sıklıkla izlemeye gayret edin. Yazmanın bir tutku olduğunu ve gökten zembille inmediğini unutmayın. İçinizden geleni tutmayın, düşündüğünüzden farklı bir şey çıkabilir, kendinizle ve kaleminizle eğlenin, keyfinize bakın. Yazmak konusundaki kişisel beklentim mi? Her kitap bir diğerine sebebiyet versin. Buraya kadar okuduğunuz için teşekkürler… Uzun versiyonda mı ne oluyor?

Murat S. Dural’ın karışık zihnine hoş geldiniz!

Dikkat! Son kısımdaki öykü incelemeleri spoiler içeriyor. O bölüm başlamadan önce sizi bir kere daha uyaracağım.

Sanırım her şey liseye geçen bir delikanlının ilk platonik aşkı ve aynı dönemde Orhan Veli ile tanışmasıyla başladı. Gece geç saatlere kadar gazoz içip o dönem televizyonun nadir müzik programlarından pop saatinden beta videoya çektiğim Depeche Mode şarkılarını dinleyerek kafiyesiz şiirler yazmaya başlamıştım. Özel bir durum değildi, o dönemlerde herkes platonikti, açılamıyordu, çeperini zorlayan patlamaya hazır balonlar gibiydik ve belki de rahatlamak için herkes yazıyordu. Bu yüzden bakkaldan ekmek arası helva yer gibi Metallica ve Cengiz Kurtoğlu dinleyebiliyorduk. Sanırım beni ben yapan kafa karışıklığı ve çatışma o zamanlarda filizlendi. Tarkan’ı kurtlar, beni de annem, babam, yengem, amcam, eniştem, teyzem bankacı olduğu ve hep mesaiye kaldıkları için babaanne ve anneanneler yetiştirdi. Aynı kızda “Dün Gece Resmini Öptüm de Yattım” ile “Unforgiven”ı buluşturmak başka türlü bir beynin eseri olamazdı.

- Reklam -

Durmadan spor sayfalarını okuyordum. Çevre algım bu kadardı. Üniversiteye hazırlık dönemine kadar. İlk defa evde isyan ettiğimi hatırlıyorum. Yaklaşık dokuz gece uyuyamamıştım. İlk defa böylesi bir şey yaşıyordum ve evimden karşıya, Cihangir’e doğru baktığımda başka insanların hayatlarını, zorluklarını düşünüyordum.

murat duralLisenin sona ermesiyle beraber üniversite yılları başladı. Duygusal taraftan daha tez, antitez, sentez ve arkeolojiye ait sonsuz soru işaretleriyle dolu bir döneme girdim. Başka bir disiplindi. Yedi yaşında Indiana Jones’u izleyip “Ben arkeolog olacağım…” diyen bir çocuktan başka ne bekleyebilirsiniz ki? İlk sınıflarda okumalarım hep tarih, sosyal yaşam, her zaman ilgi duyduğum dinler tarihi ve kültür üzerineydi. Her zaman epik anlatılarla ilgiliydim. Her anımı okuyarak geçiriyor ve yaptığım şeye göre farklı bir kitap okuyordum. Üsküdar’dan Eminönü’ye vapurla geçerken bir kitap, Laleli’deki Edebiyat Fakültesi’ne tramvayla giderken bir kitap, fakültenin bahçesinde ya da efsanevi merdivenlerinde oturup iki ders arasını beklerken farklı bir kitap. Ne yazık ki bilimsel yayınların Türkçe olmadığı, sahaf sahaf dolaştığımız dönemlerdi. Sahaf dediğime bakıp zengin olduğum algısı oluşmasın lütfen, o dönem festivali yoktu ama üç beş kuruşa mükemmel kitaplar alabiliyordunuz. Sonuçta sahaf demek budur. Evet kızgınım…

Lisans yıllarını yüksek lisans izledi. Toplamda sekiz yıllık bir arkeoloji hayatım oldu. Arkeolojiyi her hücremde hissettiğim, her gün kültür tarihine biraz daha âşık olduğum, öğrendikçe dünyaya daha da açıldığım yıllardı. Sadece tarihle değil, tarihin bugüne etkileriyle de ilgilenir oldum. Bu beni özellikle farklı dünya edebiyatlarını okumaya itti. Çünkü aslında antik dünyanın ve kutsal metinleri sayılan yazılı eserlerin etki alanını çok açık bir şekilde görmeye başlamıştım. Sosyoloji, felsefe, psikoloji, kültürler ve aralarındaki geçişler, inançlar, inanışlar temel ilgi alanlarım oldu. Açıkça söylemek gerekirse arkeoloji okurken kültür tarihi ile arasına set çekemiyorsunuz. Genişledikçe genişliyorsunuz. İlgi alanlarınız durmadan büyüyor. Bu tozu bir kez yuttunuz mu bu ilerideki yaşamınızı da etkiliyor. Yine balondan örnek vermem gerekirse üfledikçe sınıra dayanıyor ve yeni bir seviyeye geçmek için çeperinizi genişletmeye başlıyorsunuz. İçinize alıyorsunuz. Tarihe dair insana dokunan ne varsa doluyorsunuz. Tez konusu olarak “Bilinen (Ege – Akdeniz) Antik Çağ Dünyası’nda Şamanizm ve Totemizm” üzerine çalışmak istedim. Olmadı. “Dinler Tarihinde Kanat Betimleri” üzerine çalışmak istedim. Olmadı. Hocam her iki konuyu da yapamayacağını (?) söylediğinde “İlias Ana temasının Yunan Sanatına Yansımaları” üzerine çalmak konusunda anlaştık. İlias yani İlyada’yı Homeros’un yazdığı bir senaryo olarak kabul edersek antik çağdan kalan her türlü betimi kullanarak onu bilimsel bir çizgi romana ya da foto romana çevirdiğimi söyleyebilirim.

Çocukluğumdan beri hayal gücüm çok gelişkindi. Bunu geçirdiğim depresyonlarıma bakıp söylemiyorum, tam bir gündüz gözü düş görenim. Fazlasıyla yorucu bir şey. Kafamın arkasında bir açma kapama düğmesi olmasını çok isterdim. Ben de oldum olası o toplanmış şeyi düzgün bir şekilde ortaya koymak istiyordum. Ancak yüksek lisansın son dönemi, askerlik öncesi tekrar yazmaya başladığımda tüm pozitifliğimi kaybettiğimi gördüm. Aslında ben görmedim. Çevremdeki insanlar artarak bunu dile getirmeye başlamışlardı. Ne yazık ki insan bazı şeyleri kazanmak için bazı şeyleri kaybetmek zorunda kalıyor. Şiir dönemi bitmiş ve düz yazılar, denemeler ortaya çıkmıştı. Ama dediğim gibi karanlık bir yolcu ve hiç gündüz olmayan bir diyarda yürüme çabası.

Üniversite yıllarından sonra sorunlu askerlik dönemi geldi. Uyku sorunlarımın çok şiddetli şekilde ortaya çıktığı bir zaman dilimi oldu. 48 günde 68 kilodan 54 kiloya kadar düştüm. O 48 günde yaşadığım her şeyi ayak üstü ya da ranzamda gördüğüm garip rüyaları hatırlayıp tek tek kağıda döksem size bir ömre yetecek kadar kitap yazma garantisi verebilirim. Sonuçta ayaklarımı kaybettim. İnsanın bazı şeyleri net olarak öğrenmesi, bütünlüğünü görebilmesi için büyük kayıplar yaşamaması gerektiğini o zaman fark ettim ve açıkçası beni asıl üzen bu geç kalmış fark ediş oldu.

Ayaklarımı kaybetmemle beraber arkeolojinin saha tarafı benim için ne yazık ki kapanmıştı. Özel bir şirkette çalışmaya başlamak ve plaza insanı olmak ise çok ilginçti. Arazilerin, doğanın verdiği o özgür ruhu 14 yıl boyunca plazalarda, kendimce yaşadığımı söyleyebilirim. Nasıl mı bu kadar eminim? Çünkü bundan altı ay kadar evvel bedensel engelim sebebi ile emekli olup o plazalardan sıyrıldığımda hâlâ bir arkeolog olduğumu, 14 yılın bendeki arkeoloji ruhundan hiçbir şey götürmediğini fark ettim. Paslanmayan, çelikleşmiş bir öneme sahip benim için.

İşte bu emekliliğin ufukta göründüğü günlerde, yani bundan yaklaşık üç sene evvel benim gibi birinin boş duramayacağını tahmin etmiştim. Durmak istemeyecektim ve kafamdaki resimler, o bilinç akışı durmayacaktı. Ben de eskiden severek yaptığım şeye, yazmaya dönmek ve kendimi geliştirmek istedim. Sevgili Özgün Ondörtoğlu sayesinde FABİSAD (Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği) ile tanıştım. Yarışmalara, özellikle de FABİSAD’ın Giovanni Scognamillo adına düzenlenen GİO Ödülleri öykü yarışmasına katıldım. Bu vasıtayla FABİSAD ve Bilgi Üniversitesi’nin düzenlediği eğitim programlarından haberim oldu. Pek çok doyurucu eğitime katıldım ve aklıma gelen her şeyi bir portföy oluşturmaya çalışarak kaydettim. Bu esnada tam istediğim bir şey oldu. Fabilog her ay internette yayınlanmak üzere bir öykü göndermemi istedi. Kendimi farklı türlerde deneyip yazabileceğim, eleştirileri, yorumları toparlayabileceğim bir imkanım olacaktı. Ve yazdığım o 12 öykü bana çok şey kattı. Bu arada piyasada bulabildiğim tüm öykü, roman, senaryo, oyun yazımına dair, yaratıcılık ve üretmek üzerine yazılmış eserleri toparlayıp okumaya başladım. Yazarlık konusunda yine Bilgi Üniversitesi’nde yapılan, Celil Oker’in verdiği “Yaratıcı Yazma Teknikleri” eğitim programına katıldım. Harika bir deneyimdi. Yazmak için her gün dükkânını açan bir esnaftan farkım olmadığını, her gün çalışmam gerektiğini ve en önemlisi yazarken eğlenmem gerektiğini orada öğrendim.

FABİSAD çatısı altındaki çalışmalar, Fabilog’daki öyküler derken her ayın ilk cuma günleri düzenlediğimiz Freyja Toplantıları’na dahil oldum. Herkesin rahatça katılabildiği bu toplantılarda çok değerli yazar, çizer, editör, yayıncı, çevirmenler hatta okurlarla tanıştım. Bunu hâlen süren muhteşem bir Yabani Dergi tecrübesi takip etti. Yazar / çizer dostlarla harika bir etkileşime girdik. Devrim Kunter’e ne kadar teşekkür etsem az. Vagon Dergi ve Rotka ile devam ettim. Halen Vagon Dergi’de harika dostlarla yazmaya ve eğlenmeye devam ediyorum.

Ve Kibrit Ev…

Bir gün, bir Freyja akşamında, karşımda oturan adamın Yankı Enki olduğunu anladığımda her şey için çok geçti. Bana öykülerim konusunda sorular soruyor ve ne yapmayı planladığımı soruyordu. Ve ben hayalimdeki yayınevlerini sayarken abartmamak, “O kadar da değil” dedirtmemek için İthaki ismini vermiyordum. Kendisi gönül rahatlığıyla “Neden İthaki’yi düşünmüyorsun?” dediğinde şok geçirmiştim. Kafamda alarmlar çalmaya ve bir dosya hazırlamam gerektiğini bağırmaya başladı. Durmadan yazmayı âdet haline getirdiğim için 14 öykülük bir dosya hazırladım. Hazır olmalarına rağmen üzerlerinden geçmek birkaç ayımı aldı. Dosyayı teslim ettikten sonra da birkaç ay daha bekledim. O telefon çalıp dosyanın kabul edildiğini duymak inanılmazdı. İlk kitap için on tanesinde karar kıldık. Evet, doğru bildiniz; ikinci öykü dosyası hazır. Ama öncelik başka bir çalışmada. Bu da aramızda bir sır olarak kalsın lütfen. Amacımız Kibrit Ev’i İstanbul Kitap Fuar’ına yetiştirmekti. Yetiştirdik. Sonrası bir rüya gibiydi. Ani ter basmalar, baştan aşağıya soğuk sular dökülmeler, ellerde titremeler, panik ataklar mı istersiniz. Tüm çeşitleri bizde mevcuttur. Beni tercih ettiğiniz için teşekkür ederim.

kibrit ev ithaki
“Kibrit Ev”in emektarları. Soldan sağa Ömer Ezer, Alican Saygı Ortanca, Şükrü Karakoç ve Yankı Enki.

Editör-yazar çalışması başladı. Kapağı maestro Şükrü Karakoç çizdi, ilk okumayı Ömer Ezer yaptı. Sosyal medya çalışmasında Nihan Alak ve Gila Bahar, medya tarafında Serap Çakır büyük destek verdi. Bunlar önde olan isimlerdi. Açıkçası tüm İthaki ailesinden pozitif destek gördüm. Beni yazmak için heveslendirmişlerdi ve hâlâ o hevese sahip olmanın mutluluğunu yaşıyorum.

Peki nereden çıktı bu öyküler?

Cümleleri bu kadar uzattıktan sonra sanırım son olarak öykülerden bahsetmeliyim. Öncelikle genel anlamda yazdıklarımı nasıl oluşturduğumdan başlamak iyi olabilir. Öncelikle her şey bir fikir, bir görüntü, anlık bir olay, hatta bir isim üzerinden oluşuyor. Misal “Şikemperver” öyküsü, tek cümlesi olmadan bu kelimeyi görmemle oluştu. Ama “Kibrit Ev” iyice deforme edilmiş, rahatsız edici Türk Korku Sineması’nın ve batıl inanışlarının saplanıp kaldığı “Cin” mevhumundan yola çıktı. Bir diğer önemli çalışma prensibim bir öyküyle uğraşırken bir diğeriyle uğraşmamak. Ve kendime en az iki haftalık bir süre tanımak. Yazma aşamasını takiben o metinden nefret edecek kadar tekrar yaptığım, hatta sonra çıktı alıp kurşun kalemle, yüksek sesle okuyarak üzerinden geçtiğim doğrudur. Şimdi gelelim işin sırrına; “Ben o sırrı verebilecek kişi değilim…” Yazarken eğlenmek çok keyifli, siz de gelsenize. Kendimi bir şeyin iktidarı olmamak konusunda yıllardır eğitiyorum.

Şaka bir tarafa, her öykü için o metinde oluşturmaya çalıştığım dili, akışkanlığı, ritmi kurmak adına her zaman müzik, tek bir albüm dinlerim. Bazen öyküyü yazma süremden çok o müziği aradığım olur. Bu yukarda saydığım şeylerin yanında o müziğe öyküyü yüklememden dolayı daha kolay o havaya girmemi, hikayenin atmosferini korumamı sağlıyor. Şu anda üzerinde çalıştığım romanı da aynı şekilde yazmaya çabalıyorum. Bu arada klavyeyi hep piyano gibi hayal ettiğimi belirtmeliyim. Sırf bu yüzden Mac ile çalışırken klavyesi takırdamıyor diye onun üstüne masaüstü klavyesi koyarak kullanıyorum. Lütfen gülmeyin, şurada size özelimi açıyorum. Tabii ki gülebilirsiniz. Hatta buna memnun olurum.

Öyküleri derinlemesine irdelemek isterseniz, neler üzerine olduğunu sorarsanız bozuşuruz. Şu an saat 00:35. Ama eğer bir gün yan yana gelirsek tüm samimiyetimle hazır olduğumu biliniz.

İşte ya tamam ya devam diyeceğiniz cümleler bundan sonra başlıyor. “Kibrit Ev”i okuduysanız ilginizi çekebilir ama okumadıysanız aşağıda yazanlar direk spoiler içeriyor.

- Reklam -

Kitaba ismini veren “Kibrit Ev.” Öyküde felsefe okuyan bir delikanlı ile dedesini, ona miras bıraktığı sevilen, sevgi dolu bir cin mevhumuyla karşı karşıya koyarak “Mutluluk Nedir?” üzerine yazmak istedim. Zamanın, dönemlerin çıkmazları, yaşlılar ve gençler, aslında çok değişmeyen ilişkileri. Yeni nesil ve evin naftalin kokan büyükleriyle bunu yakalamak istedim. Materyalist bakış açısı ile duygusallığı çarpıştırmaya çalıştım. “Evim Evim Güzel Evim”den “Cinini Sev, Cinini Koru”ya götürmekti amacım. Ülkede “Cin” deyince hep kötülenen, filmlere endüstri olmuş bir hâl var. Korkutulan tarafla dalga geçmek. Birinin çıkıp “Cin haklarını savunmak için buradayım” demesini istedim. Aklımda hep “Peki ya bir cin mutluluğun teminatı, ailenin direği olursa?” sorusu vardı. İroniyi, mecazı çok sevdiğimden ateşten bir varlığın bir kibrit evde yaşaması çok hoşuma gitmişti.

Figürin” ise plazaların kalabalık ama yalnız dünyasında yaşanan, uzaktan, performans kriterleri ile örselenen platonik bir kentsoylu, plaza insanı aşkını anlatıyor. Tipik kaçmaya çalışan, tek başına parası olduğu için düşünmeden sahillere giden ama ne kendinden ne de umutlarından uzaklaşamayan, onları da taşıyan insanlar. Hep telafi etmek isteyen ama edemeyenler. Cam duvarları, açık ofisleri ilerleme gören ama birbirlerine karşı daha aşılmaz duvarlar ören insanlar. Fakat işin içine hep yazlık yerlerde gördüğümüz el işi yapan bir kadın karışıyor. Bir voodoo hikayesi.

Canavar” Fabilog hikayeleri arasında en çok beğenilendi. Çok hızlı ve kendimden hiç olmadığım kadar emin yazmıştım cümleleri. Bitirdiğimde yakma isteği duymadığım nadir öykülerimden. Şaka yapmıyorum. Kısa, sürükleyici, vurucu, şaşırtıcı geliyor bana. Bir yazarın toplum istedi diye kötücül bir kahramanına tahammül edişi, canavarını beslemesi ve sonra yazarın kurban haline gelmesi ve bu yüzden eserinde toplumun hastalıklı tarafını görüp onu, o karakteri öldürme çabası. Canavar’ın kim olduğunu, nerede nasıl yetiştiğini, toplumun bunda büyük payı olup olmadığını (bence çok var)  sorgulamaya çalıştım. Özellikle etrafımızdaki yazar/çizer dostlar gerçekten beğendiler. Kendimden ve üreten herkesten bir şeyler taşıdığını düşünüyorum.

kibrit ev
Kitabın incelemesi için tıklayınız.

Arka Bahçe” diğer öykülerden daha komplike, daha fantastik, mesleki açıdan daha beni yansıtan ve bilimkurgu öğeleri barındıran, bir öykü. Aynı zamanda en uzun öykü. Bir çocuğun toprağa ve ölüme isyanı ile gittikçe onu kabul edişi. Fani hayata sığan ve fani hayatı aşan, kavuşan ve kavuşamayan iki aşkın kesişimi. Gerçekten ne zaman öldüğümüzü sorgulayan bir metin. Hayalet binlerce yıldır sevdiğini düşünüyor ve ölmüyor. Kavuşana kadar. Bu arada ciddi bir arkeoloji tartışmasına (eserler toprak altında mı kalmalı, çıkarılmalı mı?) kendi bakış açımla bir çözüm bulmaya çalıştım. Şu an su altında kalmış olan Allianoi’den çok esinlendiğimi söylemeliyim. Dünyadaki sayılı Asklepion, şifa yurtlarından biri yok edildi. Orada çalışma şansı bulan herkes için bu derin bir acıdır. Makine ve hayalet vurgusu da hoşuma gitmişti.

Garip Meyveler” Tanrı Yazar ya da Yazar Tanrı kavramına bakış açımı içeriyor. Tanrıyı bir yazar olarak düşlemek ve topluma, yaşananlara göz gezdirişini o seviyeden tasvir etmek istemiştim. Yazarken Liverpool ya da Manchester’ın işçi semtleri vardı aklımda. 1930’lu yılları düşledim. Hikayeye adını veren şarkı beni her dinlediğimde derinden etkiler. Billie Holiday’in “Strange Fruit” şarkısı, sözleri muhteşemdir. Kafamın diğer köşesinde ise Gezi eylemleri döneminde yaşananlar vardı. Bir “Tüm arka mahalleler ve ezilenler cennete” hikayesi kurgulamaya çalıştım. Tanrı ya da yazar kıyametin kopması için haklı gerekçeler ve şahitler arıyor. Din/Siyasi sömürüye karşı bir şeyler söylemek istedim. Ayrımcılık, ırkçılık, örselenmiş gerçekler, övülen cehalet hakkında bağırmak istedim. Saf acı çeken insanların tanrının sağında ve solunda oturmasını istedim. Aslında hiçbir şeyin gücü, iktidarı kullananların beklediği olmayacağını haykırmak istedim.

Şikemperver” yeni nesil bir mutant hikayesi ama hedef aldığı medyanın toplum üzerindeki gücü, şaklabanlığı. Bir toplum oburunun sokaklarda toplumsal dönüşüm sağlayan bir şeye, bir canavara (gerçekten canavar mı?) ya da gurmesine dönüşümü anlatılıyor. İnsan ilişkilerinin gittikçe farklılaşması. Toplumun bizi neye dönüştürdüğü, ekranın içinde neleri olumladığımızyla alakalı birazda. Birimizin keyfi hepimizin keyfi mi? Hepimiz aynı tadı mı alıyoruz? Özellikle bu tip gelir geçer korku dizi / filmleri, yemek programlarını ve siyasi tartışmaları izleyenlerin gülerek okuyacağını düşündüğüm bir öykü.

Göze Göz Düşe Düş”… Aç bir gözün hedef aldığı ayakları olmayan bir engellinin rüyasında koşması, asla vazgeçmemesi üzerine epik bir hikaye. İnsanların düşlerini, onu o yapan tüm kahraman/anti-kahramanlarını, hayallerini yiyerek yaşayan toplumsal göz bir bedensel engellinin asla mücadeleyi bırakmayan uykusunda mağlup ediliyor. Futbol, tribün adabı (tüm taraftarlara hitap edecek şekilde hiç renk kullanmadım), engellilik, bizi gözleyen ya da gözlediğini düşünerek yaşadığımız hayatlarda vazgeçmeden peşinden koşmamız gereken hayaller üzerine “Vazgeçersen kaybedersin, ancak sen vazgeçersen kaybedersin” vurgusunu yaptığım oldukça kişisel bir öykü oldu.

” Bu öyküde direk “ilişkiler üzerine” yazmak istedim. Birbirini yiyen kadın ve erkek ilişkileri. “Gerçekten biri diğerini yemeye çalışsa?” diye düşündüğümde cümleler kendiliğinden geldi. İçinde cinsel sorunlar da barındırıyor. Aslında hepimiz severken bile birbirimizi tüketen bir türüz. İnsanın evrimleştiği kent ve hiç evrimleşmeyen çiftleşme / üreme olgusu. Yabana ve doğal seleksiyona çağrı. Güçlü bir kadın figürü çizmek istedim. Ama tüm gücü diğer tarafı tüketmek üzerine kurulu.

Ben Senden Gittim” yazılış süresi ve tarz olarak hepsinden farklı. Şahsen çok severim. 40 dakika kadar bir sürede çok hızlı bir bilinç / duygu akışıyla yazıldı. Oradaki karanlık çok iyi bildiğim bir ilişki çıkmazı, sömürüsüydü. Bunu bir cinnet şeklinde tuvalette, özellikle banyo küvetinin sınırları içinde, o sıkışmışlık duygusuyla anlatmak istedim. Banyo kirin akıp gittiği yer ve içindeki kadının (sonradan anlaşılıyor) duygu ve bilinç akışı bir türlü temizlenemiyor. Hep kendini o akıntının esiri olmuş deliğe doğru giderken buluyor. Fakat sonra kadın banyodan çıkıp kırık aynada bölünmüş bir sürü kendi yüzünü görünce “Ben senden gittim sevgilim” diyor. İşte orada da aslında kendine mi yoksa sömüren tarafa mı veda ediyor diye düşünülebiliriz. Açıkçası derinlikli, alt metinli, okudukça değişen, okuyucunun fazlasını bulabileceği bir metin olmasını arzuladım. Öykü-Tema-Kitle olarak sorunlu ilişkilere dokunmaya çalıştı.

Kâbus Kapan”da bir Anadolu resmi çizmek ve tam olarak oraya uymayan değişik bir korku Öyküsü yazmak istedim. Burada da futbolu kullandığım öğeler oldu. Doğu – batı arasındaki uçurum, çözümsüz ilişki ağları, töre cinayetleri, kadınların uğradığı şiddet, gencecik evlendirilen kızlara değinmek istedim. Tüm bunların yanına bir musallat ruh, ele geçirme fenomeni ekledim.

Ve veda ederken Kayıp Rıhtım ailesine bana bu imkanı verdikleri için çok teşekkür etmek istiyorum. Yazmak konusundaki kişisel beklentimi tekrarlamak istiyorum: Her kitap bir diğerine sebebiyet vermesi. En büyük kazanç budur.

Lütfen sizi yazmaktan, üretmekten alı koyan her şeye, ne olursa olsun isyan edin ve nefis manzaraların tadını çıkarmak için uçurumlarda üretkenliğinizin kanatlarını çırpın. Çünkü yazmak ve hayal kurmak sizi ve sizin olduğu kadar bizleri de özgürleştirir.

Görüşmek üzere,

Murat S. Dural

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

shenzen kapak

Shenzen: Çin’den Bir Gezi Hikayesi Raflarda!

istasyon caddesi no 120 kapak

Nostaljik Bir Polisiye, İstasyon Caddesi No: 120 Çıktı!