in ,

Stephen King’le Hollywood ve Uyarlamalar Üzerine

Çağımızın en büyük yazarlarından biri olarak kabul edilen Stephen King, kendi eserlerinden yola çıkılarak çekilen filmler hakkında samimi açıklamalarda bulundu.

Stephen King
- Reklam -
- Reklam -

Stephen King’in pek çok eserinin sinema ve televizyona uyarlandığını, daha uzun yıllar boyunca da uyarlanmaya devam edeceğini biliyoruz. Bunun son aylardaki en güncel örneği ünlü Kara Kule serisinin beyaz perdeye aktarılması hiç kuşkusuz. Hatta üstadın hangi eserlerinin sinema ve televizyona uyarlanmakta olduğuyla ilgili projemiz de vardı hatırlarsanız.

Bununla birlikte, Stephen King’in hemen hemen her kitabını sevsek de aynı şeyin eserlerinden yola çıkılarak hazırlanan filmler ve diziler için geçerli olduğunu söylemek zor. Hatta gerçekten iyi olanların sayısı iki elin parmaklarının sayısını geçmez desek yeridir.

Peki Stephen King bu uyarlamalar ve başarısızlıklar hakkında ne düşünüyor, hiç merak ettiniz mi? Cevabınız evetse size bir müjdemiz var: Artık bu sorunun yanıtını biliyoruz.

- Reklam -

Deadline’ın Stephen King ile gerçekleştirdiği bir röportajda ünlü yazar tam olarak bu konuya değindi ve eserleriyle filmler arasındaki değişikliklere, yönetmenlerin aldığı radikal kararlara ve Kubrick’in meşhur Medyum uyarlamasına dek pek çok konuda samimi beyanlarda bulundu.

Mesela King’in kitabını film şirketlerine emanet ederken karşılığında sadece 1 dolar istediğini biliyor muydunuz? İşte bu ve buna benzer pek çok detay Deadline ekibinden Mike Fleming Jr’ın gerçekleştirdiği, ekibimizden Bülent Özgün’ün çevirdiği ve editörlüğünü Feryal Çeviköz’ün üstlendiği bu röportajda!

Stephen King’in şu an yaşayan herhangi bir yazardan daha çok kitabı sinemaya uyarlandı. Bu röportajda sinema ve TV uyarlamalarından ne umduğunu konuşacağız. Röportajı yıllar önce yapmıştık ama bir türlü yayınlanamadı. Yıllar geçse de King’in fikirleri hala değişmedi. Josh Boone’un Diriliş’i (Revival) ve Mahşer’i (The Stand) sinemaya uyarlaması gündeme gelince King’in de izniyle bu görüşmeyi yayınlamaya karar verdim. – Mike Fleming Jr


Stephen King ile Söyleşi

Yazarlar kitaplarını Hollywood’a satarken paradan daha fazlasını umuyorlar ve ortaya iyi bir şey çıkması için dua ediyorlar. Siz yaşayan birçok yazardan daha çok film anlaşması yaptınız ve çoğunlukla, kontrolü elinizde bulundurmak pahasına neredeyse hiç para almadınız. Bugün, kitabınızı bir film şirketine emanet ettiğinizde onlardan ne istiyorsunuz?

Bir dolar istiyorum. Ve ayrıca senarist, yönetmen ve ana kast üzerinde onay yetkisi istiyorum. Anlaşmayı yaptığım insanlardan şunu anlamalarını bekliyorum: Ben sorunun değil çözümün bir parçası olmak istiyorum. Anlaşması zor bir adam değilim ben. Şimdiye dek tüm uyarlama anlaşmalarında yapmak istediklerine dair kimsenin önüne engel koymadım. Çünkü şayet bazı değişiklikler yapmak, sınırları biraz aşmak istiyorlarsa ben buna varım. Hoşuma da gider.

1408 - Stephen King Film

Yani, parayı önceden alacağınız o eski tip anlaşmalar yapmak yerine, paranızı işin sonunda kazanmayı mı umuyorsunuz?

İşin sonunda, evet. Size gelen insanlara şöyle diyorsunuz: Tüm istediğim; bir dolar karşılığında kazançtan pay almak. Aslında bu o kadar da yaratıcı bir şey değil. Bu işi yapmak istiyorsanız, sizin için önceden bir kolaylık yapabilirim, diyorum. Eğer film başarılı olursa, -örneğin Weinstein kardeşlerle yaptığımız 1408 filmi gibi- kârı hep birlikte paylaşıyoruz. Anlaşma yaptığım onca insan içinde Harvey ve Bob Weinstein bu konuda en anlayışlı olanlardı. Böyle olması konusunda çok istekli davrandılar. Bir çoğu işin içinde olmanızı ister. Ben tamamıyla işin içinde olmak istemiyorum. Sadece sonucun bir parçası olmak istiyorum. 1408’in senaryosunda bazı sorunlu yerler olduğunu düşünmüştüm. Ana karakterin, boğularak ölen karısının o şekilde ölmesi yüzünden hissettikleri ve ölümden sonraki yaşama dair Houdinivari bir araştırmaya girişmesi, bana sanki konu dışına çıkılıyormuş hissi vermişti ama; filmde harika göründü.

Yani ekrana uyarlanırken bile kitabındakileri kutsal sayıp dokundurtmayan yazarlardan değilsiniz, öyle mi?

Hayır. Çalışacağınız insanların, işlerini iyi bildikleri inancı ile başlıyorsunuz. Bu fikre aşırı hassas yaklaşan birçok yazar var.. veya yazarlar, bir şekilde, film işindekilerin çok kötü insanlar olduğu fikrine kapılmış. Tabi gerçek bu değil. Ben, yıllar boyu film sektöründen çok fazla insanla çalıştım ve onların çok zeki, çok ısrarcı olduklarını ve işleri yoluna koymak için iyi yöntemler bulduklarını düşünüyorum. Bu da hoşuma gidiyor.

Grinin Elli Tonu’nun yazarı ve temsilcisi Universal ile bir anlaşma yaptı, bu yeni bir yazarın tüm kontrolü eline aldığı ilk anlaşmaydı. İşine karışılmasını istemeyen büyük bir yönetmeni etkilemek adına ne kadar engelleyici olur bu?

Şöyle ki Grinin Elli Tonu’ndan ne tür bir senaryo çıkarsa çıksın bu, kitaba bir katkı sağlayacaktır. Kitabı okudum. Bazı yönlerden müthiş bir kitap ve ilginç bir ana karakteri var ve mizah duygusuna sahip. Eğer bunlar iyi uyarlanırsa kitaptakinden daha iyi olabilir. Sanırım konudan iyice saptım ve soruyu unuttum.

stanley kubrick lunatic at large

Yani, yazara uyarlama üzerinde çok fazla yetki vermek, genelde kontrolün kendisinde olmasına alışık büyük bir yönetmeni kaçırmaya değer mi? Örneğin Stanley Kubrick ile siz nasıl çalıştınız?

Değmez. Gerçekten yaratıcı bir iş çıkarmak için çekim sürecine hâkim olmak isteyen çok yetenekli bir yönetmenle çalışırken, o yönetmen istedikleri etkiyi yaratmak için senaristle birlikte çalışmak ister. Bir seferinde pek güvenmediğim bir çalışma olmuştu. Ama çok fazla filmde çalışıp işin içine girince, iyi yönetmenlere eskiye nazaran daha fazla güvenme eğilimindeyim.

Medyum benim için en gözde kitaplarınızdan biri. Kubrick’in (The Shining) filmini ilk gördüğümde, kitabı okurken hayal ettiklerimle pek ilgisi olmadığını düşünmüştüm. Sonraki yıllarda tekrar tekrar izleyince filmdeki o muhteşem görsel anları takdir ettim ve beğenim gittikçe büyüdü. Başlarda siz de pek heyecanlanmadınız. Yazarla işbirliğine pek yanaşmayan sabit fikirli bir yönetmen olarak Kubrick’le neler yaşadığınızı hatırlıyor musunuz?

Başlamadan önce Stanley ile telefonda konuştum ve hatırladığım kadarıyla kitaplara dair kendi yaklaşımını bulmaya çalıştığını hissedebilmiştim. Bana şöyle dedi: “Sana da tüm bu hayalet hikâyeleri iyimser gelmiyor mu? Bu şöyle bir varsayımı da beraberinde getirmiyor mu? Eğer hayaletler varsa ölümden sonrası da var demektir, yani ölüp gitmeyeceğiz, devam edeceğiz”. Ben de “Peki ya cehennem, Bay Kubrick?” dedim. Uzun bir sessizlik oldu ve ardından çok sert bir sesle şöyle dedi: “Ben cehenneme inanmam”. Ve ben de “Peki, öyle olsun ama bana göre eğer hayaletler varsa onlar muhtemelen ‘ışığa gelmeleri’ konusunda iftiraya uğramışlardır”. Patrick Swayze’ın oynadığı Hayalet filmini hatırlıyor musun?

The Shining Filmi - Yeni Detay Jack Nicholson

Evet, elbette.

Hayaletlerin her zaman bizim tarafımızda olduğuna dair bir his var insanlarda ama şu da var ki ölümü tecrübe etmek onları çıldırtmış olabilir. Her neyse, Cinnet (The Shining) filminin güzel bir film olduğunu düşünüyorum, gerçekten ürkütücü bir film ve daha önce söylediğim gibi bu film içinde motoru olmayan büyük, güzel bir Cadillac gibi. Ne var ki film çıktığı zaman eleştirilerin çoğu pek olumlu değildi ve benim yorumum da olumsuzdu. O zaman fikirlerimi kendime sakladım ama filmden pek hoşlanmamıştım.

Ya şimdi?

Şimdi de aynı şeyleri düşünüyorum çünkü Jack Torrance karakteri o filmde hiçbir dönüşüm göstermiyor. Kesinlikle hiçbir dönüşüm yok. Jack Nicholson’ı ilk gördüğümüzde, otel yöneticisi Bay Ullman’ın ofisindeki hali, sanki şey gibi, delinin teki gibi. Yaptıkları onu daha da delirtiyor. Kitapta, aklıyla mücadele eden bir adam o ve sonunda bu mücadeleyi kaybediyor. Bana göre, bu bir trajedi. Filmdeyse trajedi yok çünkü gerçek bir değişim yok. Diğer fark ise kitabın sonuyla ilgili, kitapta otel patlıyor ama filmin sonunda otel donuyor. Bu büyük bir fark. Ama ben Kubrick’le tanıştım ve onun müthiş zeki biri olduğundan şüphem yok. Çok önemsediğim birçok film çekti, örneğin Dr. Garipaşk (Dr. Strangelove) ve Zafer Yolları Paths of Glory. Onun harika işler yaptığını düşünüyorum ama gerçekten dışa kapalı bir adamdı. Onunla görüştüğünüzde ve onunla konuştuğunuzda ziyadesiyle normal bir şekilde sizinle iletişim kurabiliyordu ama sizinle hemfikir olduğunu asla hissetmiyordunuz. Her şeyi kendi içinde yaşıyordu.

Diyelim ki Kubrick’e eşdeğer çağdaş bir yönetmen, kitaplarınızdan biri filme çekmek istiyor, kendinizi yine işin dışında bulmak pahasına da olsa anlaşma yapıp o büyük yönetmene güvenir miydiniz?

Evet. Kesinlikle güvenirdim. Birlikte çalışmayı çok istediğim ve hiç çalışmadığım biri var ki eserlerimden birini film yapmak isteseydi iki kez düşünmezdim bile. Melankoli (Melancholia) filmini biliyor musun? Lars…

Lars von Trier? Gerçekten mi?

Lars Von Trier, evet. Aslında, onun Krallık Hastanesi adlı dizisinden uyarladığım bir dizi var. Ben Trier’in dünyadaki en yetenekli ve şaşırtıcı yönetmen olduğunu düşünüyorum ve onun çektiği her şeyi izlemek istiyorum. Ve yine, kenara çekilip şöyle derdim: Git ve keyfini çıkar.

Lars von Trier parkinson teşhisi

Chris Nolan gibi birini söyleyeceğini düşünmüştüm.

Pek ilgimi çekmiyor. Aslında ilgimi çeken şey, yeni ünlenmiş yetenekli bir yönetmene bir şans vermek. Bir ara Ben Affleck’in Mahşer’i çekeceğine dair söylentiler vardı. Onun çektiği filmi görmeyi çok isterdim çünkü o müthiş bir yönetmen. Affleck hikâyeyi anlıyor ve filmlerin hikâye anlatmakta harika araçlar olduğu gerçeğinin farkında. Ve onda o eski tarz yönetmenlik var. Hırsızlar Şehri (The Town) filmi mesela, 30’larda Warners’ın yaptığı o harika suç filmlerine bir geri dönüş gibiydi.

Arada senaryo yazmakla da uğraştın, hatta yönetmenlik bile yaptın ama bunlarla çok fazla ilgilenmedin. Sürecin tamamıyla ilgili fikrin nedir?

Bu bir öğrenme süreciydi. Başlarda senaryo yazmanın aptalların işi olduğunu düşünüyordum çünkü her şey yüzeyde duruyordu. Kayak yapmak ve yüzmek arasındaki fark gibi; romanda olayın tamamen içindesin, senaryoda ise her şey yüzeyde, bir düşünce süreci yok. O berbat ve çokbilmiş dış seslerden biri olmasa, her şey gördüklerinizden ve insanların söylediklerinden ibaret kalıyor. Ama yavaş yavaş, işi öğrendikçe, daha fazla saygı duymaya başladım.

Michael Connelly 1992’den beri, Paramount’un elinde sürünen Harry Bosch polisiye serisinin haklarını geri almak için zorlu bir mücadele vermek zorunda kaldı ve stüdyonun serinin üzerine çok yüksek meblağda giderler eklediğini öğrendi. Romanları daha önce yazmasına izin veren ve ona para kazandıran anlaşmaları yaptığı için pişman olduğunu söyledi. Paranın büyük bir öncelik olmadığını öğrenmek için çok büyük bir bedel ödemişti. Hiç böylesine pişman olduğunuz bir anlaşma yaptınız mı?

Asla. Asla yapmadım, çünkü bana göre bu iş her zaman ‘git ve elinden gelen en iyi filmi çek’ şeklinde gelişti. Eğer film başarılı olursa, Günah Tohumu (Carrie) ya da Ölü Bölge (The Dead Zone) gibi; ‘işte benim hikâyem’ diyebilirim. Benimle Kal (Stand by Me) gibi, Esaretin Bedeli (Shawshank Redemption) ya da Ölüm Kitabı (Misery) gibi. Sonucundan memnun olduğum birçok uyarlama yapıldı kitaplarımdan. Ve eğer o kadar da iyi bir iş çıkmazsa, şöyle diyebilirim, gidip ellerinden gelenin en iyisini yaptılar ve bununla ilgili benim yapabileceğim bir şey yok. Ben bu araba kazasının görgü tanığıyım sadece.

The Dark Tower Dizi Amazon - Mike Flanagan

Siz birçok haktan feragat ettiğiniz ve doğru dürüst hiçbir şey yapılmadığı için sizi oyaladıklarını hissettiğiniz hiçbir durum yaşamadınız, değil mi?

- Reklam -

[Gülüyor] Bu çılgın bir iş ve biz bunu anlamıyoruz. Romancılar bunu anlamıyor. Ben, burada, Maine’deyim. Orada, onlarla değilim. Buluşmaya gitmiyorum, sadece konuşuyorum. Aslında az evvel Ron Howard’la Kara Kule kitabım hakkında konuşuyorduk. Yeni bir yaklaşım üzerine görüşüyoruz. Ron müthiş zeki bir adam, çok ısrarcı ve aynı dili konuşuyoruz. Universal, Battleship adında bir gişe filmi yapmak için Kara Kule projesini geri çevirdi. Ve Warner Bros.’ta biraz şunu düşünüyor; bu film kime hitap eder gerçekten bilmiyoruz. Gençlere mi? Şu süper kahramancı kalabalığa mı? Kime? Anlayacağın, biraz hayal kırıklığı yaratan bir iş bu ama bana göre bu meselenin sadece bir yanı. İyi sonuçlanırsa ve eğer izlemesi çok eğlenceli olursa.. harika bir şey.

Yaratıcı bir şeyler yaptıkları sürece ben yollarından çekilirim ve işlerini yapmalarına izin veririm. Ya da işin içine girip ekibin bir parçası olur, seyahat etmek ve değişiklik yapmak için istekli davranırım. İş çıktığı için sette olmak zorundaysan o işi yapman gerekir. ABC ile birlikte Rose Red diye bir mini dizi yapmıştım ve baş aktörlerden biri, David Dukes, dizi sürerken kalp krizinden öldü ve ben de gidip bir çaresini bulmak zorunda kaldım. Durum bu. Eğer bir parçası olacaksan, her daim dâhil olman gerekir.

Kara Kule filmleri ve dizileriyle bir hayli büyük ve zorlayıcı bir proje. Bu kadar uzun soluklu bir projenin televizyon dahil, farklı platformlarda nasıl yürütüleceği merak konusu. Ama asıl merak ettiğim konu, Kara Kule deneyiminin, sana film piyasasındaki gişe filmlerinin ortamına dair ne gösterdiği.

Şu anki ortam aklıma iki şeyi getiriyor. İlki, stüdyoların süper kahraman filmlerine karşı, haklı olarak, büyük bir güven duyması. Çünkü insanlar akın akın bu tür filmleri izlemeye gidiyorlar. Diğeri ise, bana göre, stüdyolar gişe filmi yapmak adına eser seçerken çok kötü kararlar alıyorlar. Özellikle dar bir alanda kalıp bir dereceye kadar ürkek davranıyorlar çünkü kendini ispatlamamış bir eser üzerinden çok büyük kumar oynamak istemiyorlar. Bunun sonucunda, ironiktir, o kumarı oynamaya karar verdiklerinde Battleship ya da John Carter gibi işler ortaya çıkıyor..

Peki, senin eserin bu ortamın neresinde?

Kara Kule, bana göre – ki bu konuda tarafsız olamam çünkü eserin yazan benim – yerden alınmayı bekleyen altın değerinde bir iş.

Stephen King - Esaretin Bedeli

Esaretin Bedeli ve Yanımda Kal gibi, eserlerinizden uyarlanan çok iyi filmlerden bazıları, hiç umulmadık şekilde ortaya çıktı: Öyküleriniz iyi yönetmenlerle buluştu. Şimdiye dek hiç kimsenin filmini yapmamasına şaşırdığınız bir eseriniz var mı?

Tanrım. Beni şimdi gafil avladın. Çok fazla şey yazdım. Sanırım bu konuda üzüldüğüm bir eserim var, şey, 90’larda yazdığım Düzenleyiciler (The Regulators) diye bir roman vardı. Bu roman aynı dünyada geçmesini istediğim iki romanın ilkiydi. Diğerinin adı Yaratık’tı (Desperation) ve bu iki romandaki karakterler aynı olsa da farklı yerlerde farklı şeyler yapıyorlardı. Sam Peckinpah’la o ölmeden birkaç ay önce bir görüşme yapmıştım ve kendisi bunu The Shutgunners adında bir filme dönüştürmekle çok ilgiliydi. Ben de senaryoyu yazmak istiyordum. Bunun müthiş bir +18 aksiyon-macera olacağını düşünüyordum, Sam bu tür filmlerin ustasıydı. Maalesef olamadı ve sonrasında da herhangi bir gelişme yaşanmadı.

stephen king stand by me eşcinsel karakter

Yani birinin gelip keşfetmesini bekliyor…

Yani… Şeye de biraz şaşırdım, kimsenin Cep’i (Cell) uyarlamamasına. Herkesi delirten cep telefonları fikrinden müthiş bir zombi filmi çıkar diye düşünmüştüm. Birkaç yapımcı vardı ilgilenen. Biri The Weinstein Company’di ama istedikleri gibi bir senaryo çıkmadı. Dediğim gibi, bu işler böyle.

Kitaplarınızdan yapılan en iyi uyarlama hangisi size göre?

Çok var sevdiğim ama Esaretin Bedeli’ni bir başka seviyorum. Frank’le çalışmak her zaman beni mutlu etmiştir. Hoş adam Frank Darabont. Rob Reiner’ın çektiği Benimle Kal’ı da çok seviyorum.

En az sevdikleriniz neler?

İlla ki söylemem mi lazım? Sanırım birazcık canımı sıkan birkaç film var. Mesela seksenlerde çekilen Mezarlık Devriyesi (Graveyard Shift). Alelacele çekilmiş bir sömürü filmiydi. Bir de Mısırın Çocukları’nın devam filmleri olmasa da olurdu diye düşünüyorum. Ama ilk filmi seviyorum. İyi bir iş çıkardıklarını düşünmüştüm o zaman. Daha küçük yapımlar arasında muhtemelen en iyisi Dee Wallace’ın çektiği Cujo.

Evet, bir de Ölü Bölge var. Chris Walken heyecan vericiydi.

Evet. İlginçtir… Eşimle birlikte, Cujo’yu yapan kişilerle, isimlerini hatırlayamıyorum şimdi ve şirket de kapandı zaten, New York’taki BM Plaza Hotel’de buluştuk. O zamanlar genç bir yazardım ve bu insanlar, sözleşmeye göre, yazara saygı duymak zorunda olmamalarına rağmen saygı gösterdiler. Film işindeki birçok kişi köpekbalığı değil. O kadar da canavar değiller. Aptal ya da yeteneksiz de değiller. Bir yazara giderler ve bize biraz tavsiye ver derler. Hatırlıyorum da bana şöyle demişlerdi: Romanın sonunda o küçük çocuk ölüyor, biliyorsunuz, peki sonunda o çocuğun yaşamasına izin versek ne dersiniz? Ben de, eğer bunu yapmazsanız Amerika’daki her sinema salonunda bizi linç etmek isteyecekler, dedim. Onlar da dediklerini yaptılar ve benim bu konudaki rızamı aldılar.

Medyum’un devamı olan bir kitap yayınladınız, Doktor Uyku. Danny Torrance’in yetişkinliğini anlatıyor. İlk kitabı Warner Bros. film yapmıştı. Bu senin için bir öncelik teşkil ediyor mu?

Doğrusu, henüz filminin çekilmesine dair hiç kimseden bir teklif almadım, çünkü kitabı ben ve yayıncılar dışında kimse görmedi ama gerçekten iyi bir kitap oldu ve masamda bekliyor. Ben Warner Bros.’un önce davranmasını istiyorum aslında çünkü en doğru seçim o olurdu. Sanırım Medyum’un öncesini anlatan bir şey hakkında konuşuyorlar. Aslında ben öncesini anlatan bir şeyler ekledim romana ama Doubleday o kısmı romandan çıkardı. Adı Before the Play’di ve içinde tam da Warner Bros.’un isteyeceğini düşündüğüm şeyler vardı, örneğin, otel nasıl oldu da böylesi şeytani bir yere dönüştü ve Torrance ailesi gelmeden evvel kimler bu kötücül güçle karşılaştı.

Bunu kim okumak istemez ki?

Asla yayınlanmadı. Mick Garris ile yaptığım mini diziye göz atarsanız dizinin başlarında bu hikayenin bir kısmını görebilirsiniz. Odaların birinde geçen bir sahne vardı, işte o Before the Play’den bir bölümdü. Bir mafya cinayeti. Bir ara ince bir kitap şeklinde yayınlandı. Bir yerlerde vardır aslında ama nerede kim bilir.

Peki, sizce Hollywood iyi bir yazarın eserini film yapmak için çabalıyorsa o yazarın neyi istemeye hakkı var?

Adil bir anlaşmayı hak ediyor yazar. Her zaman kendime şunu söyledim: Yapımcıların bir kitaba 1 milyon dolar verip sonra o kitaba çok az sadık kalan bir film yapmak istemelerini anlamış değilim. O yüzden yazarlar adil bir anlaşmayı hak ediyor. Aslında biliyor musunuz, ideal film hangisi… Bildiğim en adil anlaşmayı yapan yazar Ira Levin’di. Rosemary’nin Bebeği diye bir romanı vardı ve filmi, romanın aynısıydı. Şunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz: Eğer filmi izlediyseniz romanı okumanıza gerek yok.

Neden?

Çünkü birebir aynılar. Birebir. Roman Polanski, Ira Levin’i arar ve şöyle der: Kitaptaki bir sahnede The New Yorker dergisi var ve içinde Burberry kabanları için bir reklam var, o baskıyı bulmak istiyorum ama bulamadım bir türlü, onu apartmandaki sehpanın üzerine koymak istiyorum. Levin kahkaha atar ve şöyle der: Onu ben uydurdum. Polanski kitaptaki The New Yorker’a birebir benzeyen bir tane bastırır ve masanın üzerine koyar.

Bunu söylemeniz ilginç çünkü Garp’ın Küçük Dünyası (The World According to Garp) kitabını çok sevdiğimi hatırlayabiliyorum. Filmini de çok sevmiştim. Ama ikisinin birbirinden bağımsız iki farklı eser olduğunu düşünmüştüm.

Özellikle uzun bir kitabınız varsa, 450 sayfalık bir kitabın iki saatlik bir filme dönüştüğünde mucizeye tanık olmuşsunuz demektir. Mükemmeldir.

Stephen King - Yeni Öykü Kitabı - You Like It Darker

Ama siz “adil bir anlaşma” derken, yazarların yıllarca üzerine düşünüp yazdığı eserlerini emanet ettikten sonra sürecin dışına atılmaktan daha fazlasını hak ettiklerini kastediyorsunuz sanırım.

Hem evet hem hayır. Bazı yazarlar tanıyorum, isim vermeyeceğim, benim yapmaya çalıştığım filmlerin fersah fersah uzağında durmalarını yeğlerim. Çünkü onlar Gremlin gibidir. İşin içine girip her şeyi kurcalamak isterler. Kitap iyi bir anlaşmayı hak eder. Ya yazar? Hayır.

Peki, yazar tam olarak neyi hak eder?

Film başarılı olursa eğer, yazar gelirden adil bir payı hak eder.


NOT: Röportajda King’in bahsini ettiği Cell kitabının film uyarlaması yapıldı. 8 Temmuz’da gösterimde olacak.

Röportajı kendi dilinden okumak için buraya tıklayın.

Henüz yorum yok. Forum'a gelip sohbete katıl.

polonya vampir mezarı

Polonya’da ‘Gerçek’ Vampir Mezarları Bulundu

tbd yarisma 2016

2016 TBD Bilimkurgu Öykü Yarışması Başladı