in ,

Barbar Conan: Kara Dev | Robert E. Howard

Robert. E. Howard’ın Conan Unconquered oyununa konu olan “Kara Dev” (Black Colossus) adlı kısa hikâyesini sizler için çevirdik.

- Reklam -
- Reklam -

Dördüncü Bölüm

Ordu yeniden harekete geçtiğinde şafak henüz sadece doğu ufkundaki bir beyazlıktan ibaretti. Kabile üyeleri uzun yolculuklarından dolayı tökezleyen atlarla yanlarına gelmiş ve çöl ordusunun Altaku Kuyusu’nda kamp kurduğunu haber vermişlerdi. Böylelikle askerler de at arabası sıralarını geride bırakıp hızlı bir tempoyla tepeleri tırmanmaya başlamıştı. Yasmela da onlarlaydı; kadının bakışları endişe doluydu. Tarif edilemez korkusu daha da berbat bir hâl almıştı; çünkü evvelsi gece Şemli adamın gösterdiği sikkeyi tanımıştı. Yozlaşmış Zugite Tarikatı’nın gizli gizli bastırdığı, üzerinde üç bin yıl önce ölen bir adamın yüzünü taşıyan sikke…

Yol, sarp uçurumların ve yalçın kayalıkların arasından kıvrılarak ilerliyordu. Orada burada birkaç köy vardı; bir araya toplanmış ve çamurla tutturulmuş taş evler… Kabile üyeleri akranlarına katılmak için evlerinden dışarı fırlıyordu. Böylece tepeleri aşmadan evvel orduya üç bir vahşi okçu katılmış oldu.

Tepeler ansızın sona erdi ve güneye doğru inen uçsuz bucaksız düzlükte soluklandılar. Güney yamaçları iyice dikleşiyor, Koth’un dağlık bölgeleriyle güney çölü arasında belirgin bir coğrafi sınır oluşturuyorlardı. Bu tepeler dağlık bölgelerin kıyısıydı ve neredeyse hiç bozulmadan, bir duvar gibi uzanıyorlardı. Çıplak ve virane olan bu kısımlarındaysa görevleri kervan yollarını korumak olan Zaheemi kavmi yaşıyordu sadece. Tepelerin ötesinde çıplak, tozlu ve kurak çöl uzanıyordu. Yine de ufukta Altaku Kuyusu’nu ve Natohk’un ordusunu görmek mümkündü.

- Reklam -

Ordu artık Shamla Geçidi’ne, yani hem kuzey ve güney ülkelerinin servetinin aktığı hem de Koth, Khoraja, Şem, Turan ve Stigya ordularının yürüdüğü yola yukarıdan bakıyordu. Tepelerin oluşturduğu kale duvarı burada kesintiye uğruyordu. Kayalık çıkıntılar çöle doğru çıkıntı yapıyor, çorak vadiler oluşturuyor, kuzey sınırını sarp uçurumlarla kapatıyordu. Biri hariç: Geçit… Daha çok tepelerden öne doğru uzanan bir ele benziyordu ve birbirinden ayrılan iki parmağı yelpaze şeklinde bir vadi oluşturuyordu. Parmaklar her iki yanda yayvan birer sırta dönüşmekteydi; dışa bakan tarafları dimdik, içe bakan kısımlarıysa yokuştu. Vadi daraldıkça yukarı doğru eğim kazanıyor ve her iki yanındaki bayırları birer su yatağıyla bölünen bir platoya dönüşüyordu. O noktada bir kuyu ile Zaheemiler tarafından mesken edinilen birkaç taş kule bulunuyordu.

Conan atının dizginlerine asılıp durdu. Çelik zırhını çıkartmış ve daha aşina olduğu zincir zırhı kuşanmıştı. “Neden durdun?” diye sordu Thespides, atını durdurarak.

“Onları burada bekleyeceğiz,” diye yanıtladı Conan.

“Bir şövalyeye yakışan davranış dosdoğru üzerlerine sürüp onları karşılamaktır,” diye çıkıştı Kont.

“Bizden sayıca üstünler,” diye yanıtladı Kimmeryalı. “Ayrıca o tarafta su yok. Platoda kamp kurup—”

“Şövalyelerim ve ben vadide kamp kuracağız,” diye karşı çıktı Thespides, öfkeyle. “Biz öncü kıtayız ve bazılarının aksine paçavralara sarınmış bir çöl sürüsünden korkmayız.”

Conan sadece omuzlarını silkmekle yetindi ve öfkeli kont atını sürerek oradan uzaklaştı. Amalric adamlarına bağırarak durmalarını emretti, sonra da parıltılı zırhlarının içindeki şövalye grubunun yokuştan aşağı inerek vadiye girişini izledi.

“Aptallar! Çok geçmeden mataraları boşalacak ve atlarına su vermek için tekrar yukarı çıkmak zorunda kalacaklar.”

“Bırak gitsinler,” dedi Conan. “Benden emir almak zorlarına gidiyor. Köpek-kardeşlerimize koşum takımlarını gevşetip dinlenmelerini söyle. Zorlu ve hızlı bir yürüyüş yaptık. Atlara su verin ve bir şeyler yiyin.”

Gözcü göndermelerine gerek yoktu; çöl her şeyi gözler önüne seriyordu. Gerçi o anda görüş alanı güney ufkunu beyaz bir kütle hâlinde kaplayan alçak bulutlarca kısıtlanmıştı. Tek düze manzara sadece çölün birkaç kilometre içindeki taş harabeler tarafından bozuluyordu. Söylentiye göre orası kadim bir Stigya tapınağının kalıntılarıydı. Conan okçulara atlarından inmelerini ve kabile savaşçılarıyla birlikte bayıra sıralanmalarını emretti. Khorajalı mızraklı piyadeleri ve paralı askerleri de platodaki kuyunun yanına yerleştirdi. En geride, yani tepe yolunun platoya çıktığı noktadaysa Yasmela’nın çadırı bulunuyordu.

Görünürde hiçbir düşman olmadığından savaşçılar rahatlarına baktılar. Miğferler çıkarıldı, zincir başlıklar zırhlı omuzlara döküldü ve kemerler çözüldü. Etlerini kemirip içki tulumlarını kafaya dikerlerken müstehcen şakalar havada uçuştu. Tepe halkı da bayırlara kurulup zeytin ve hurma yedi. Amalric bir kayanın üzerine oturan ve başlığını çıkaran Kimmeryalının yanına gitti.

“Kabile halkının Natohk hakkında anlattıklarını işittin mi Conan? Diyorlar ki… Mitra aşkına. Tekrar bile edilemeyecek kadar çılgınca. Ne düşünüyorsun?”

“Bazen tohumların yüzyıllar boyunca hiç bozulmadan toprakta durduğu olur,” diye yanıtladı Conan. “Ama Natohk kesinlikle bir insan.”

“Ben o kadar emin değilim,” dedi Amalric, homurdanarak. “Her neyse, saflarını tecrübeli bir general kadar iyi düzenledin. Natohk’un şeytanlıklarıyla dikkatsizliğimiz yüzünden karşılaşmayacağımız kesin. Mitra adına, hava da amma sisli!”

“İlk başta onu bulut sanmıştım,” dedi Conan. “Baksana nasıl da deviniyor!”

Bulut gibi görünen şeyler aslında büyük, çalkantılı bir okyanus gibi kuzey yönünde hareket eden ve çölü hızla gözlerden saklayan kalın bir sis tabakasıydı. Çok geçmeden Stigya tapınağının harabelerini de kaplayarak yoluna devam etti. Ordu bu olayı hayretle izliyordu. Eşi benzeri görülmemiş, doğal olmayan ve açıklanamaz bir şeydi bu.

“Gözcü göndermemizin bir faydası olmaz,” dedi Amalric, bıkkın bir sesle. “Hiçbir şey göremezler. Sisin kenarları tepelerin eteklerine çok yakın. Çok geçmeden hem tüm geçidi hem de bu tepeleri kapla—”

Yaklaşmakta olan sisi giderek artan bir asabiyetle izleyen Conan aniden yere çöküp bir kulağını yere dayadı. Ardından telaşla ayağa kalkıp bir küfür savurdu.

“Atlar ve savaş arabaları! Binlercesi! Yer, nallarının altında sarsılıyor. Hey, oradakiler!” Sesi tüm vadide gök gürültüsü gibi yankılanarak dinlenmekte olan adamların dikkat kesilmesine neden oldu. “Miğferlerinizi giyip mızraklarınızı kuşanın sizi köpekler! Hizaya girin!”

Savaşçılar çabucak sıraya girer, miğferlerini başlarına geçirir ve kalkanlarını hazırlarken sis artık işe yaramayan bir şeymiş gibi yok oluverdi. Doğal bir sisin yapacağı gibi yavaşça çekilip yiteceğine, üfleyerek söndürülen bir mum alevi misali bir anda ortadan kayboldu. Sadece bir saniye önce tüm çöl devinen, dağ gibi yükselen, yumuşacık görünüşlü, katbekat sislerin altındaydı; şimdiyse çorak çölün üzerinde asılı duran bulutsuz gökyüzünde güneş parlıyordu. Ama önlerinde uzanan arazi artık boş değildi; tam aksine savaşın o hararetli debdebesiyle tıklım tıklımdı. Tepeler muazzam bir haykırışla sarsıldı.

Şaşkına dönen izleyiciler ilk bakışta altından ve bronzdan yapılma, ışıltılı bir denize baktıklarını zannettiler; sivri uçlu çelikler binlerce yıldız gibi göz kırpıyordu. Güneşin altında ışıl ışıl parlayan, uzun saflar hâlindeki düşman ordusu sisin bir anda ortadan kalkmasıyla birlikte olduğu yerde donakaldı.

En önde Stigya’nın vahşi atları tarafından çekilen savaş arabalarının oluşturduğu uzun bir sıra yer alıyordu. Her birinin başında birer sorguç bulunuyordu; esmer kolları boğum boğum kaslarla dolu, üstü çıplak sürücüleri yere sağlam basıp arkaya doğru kaykıldığında kişneyip şaha kalkıyorlardı. Sürücülerin yanındaki savaşçılar uzun boylu, şahin yüzlü tiplerdi; üzerinde altın birer küre taşıyan hilallerle süslenmiş bronz miğferler giyiyorlardı. Ellerinde güçlü yaylar vardı. Bunlar sıradan okçular değil, güneyin savaşmak ve avlanmak için doğan, oklarıyla aslan avlamaya alışkın soylu halklarıydı.

Onların arkasında yarı vahşi atlarının üzerindeki yabani adamlardan oluşan karışık bir güruh vardı; Kush’un, yani Stigya’nın güneyindeki çayırlıklarda kurulan ilk siyahi krallığın savaşçılarıydı bunlar. Kapkara, esnek ve çevik vücutları güneş ışığının altında parlıyor, ne eyer ne de dizgin kullanarak, anadan üryan at biniyorlardı.

En arkadansa tüm çölü kaplıyormuş gibi gözüken, devasa bir kalabalık geliyordu. Şem’in binlerce savaşçı oğlu; pullu zırhlar ve silindirik miğferler giymiş sıra sıra atlı; Nippr, Shumir, Eruk ve diğer kardeş şehirlerinden gelen Asshuri savaşçıları; beyaz cüppeler içindeki göçebe kabileler.

Saflar dönüp durmaya başladı. At arabaları kenara çekilirken ordunun ana kolu tereddütlü adımlarla öne çıktı.

Vadideki şövalyeler atlarına binmişti ve Kont Thespides dört nala Conan’ın yanına çıkıyordu. Kont, atından inmeye tenezzül etmeden çabucak lafa girdi.

“Sisin kalkması onları şaşkına çevirdi! Şimdi saldırma zamanı! Kushluların yayı yok ve tüm ordunun yolunu tıkıyorlar. Şövalyelerimin yapacağı bir saldırı onları gerisingeri Shem saflarına püskürtür ve düzenlerini bozar. Beni takip edin! Bu savaşı tek bir darbeyle kazanacağız!”

Conan başını iki yana salladı. “Eğer karşımızdaki sıradan bir düşman olsaydı sana katılırdım. Ama düşmanımızın şaşkınlığı sadece bir aldatmaca. Bizi aşağı çekmek istiyorlar. Bunun bir tuzak olmasından endişeleniyorum.”

“Yani harekete geçmeyi ret mi ediyorsun?” diye bağırdı Thespides, yüzü hiddetle kararırken.

“Mantıklı ol,” dedi Conan, ikaz ederek. “Buradayken pozisyon avantajımız—”

Tumturaklı bir küfür savuran Thespides geri dönüp atını dört nala sürerek sabırsızlıkla bekleyen şövalyelerinin yanına döndü.

Amalric başını iki yana salladı. “Gitmesine izin vermemeliydin Conan. Ben… Bak, orada!”

Conan bir küfür savurarak ayağa fırladı. Thespides adamlarının yanına varmıştı. Coşkulu sesini zar zor duyuyorlardı fakat yaklaşan orduyu işaret ederken vücut dili yeterince açıktı. Derken beş yüz kargı indirildi ve çelik zırhlara bürünmüş süvari birliği vadiden aşağı doğru yıldırım gibi inmeye başladı.

Yasmela’nın çadırından koşarak gelen genç bir uşak hevesli ve tiz bir sesle Conan’a seslendi. “Lordum, prenses neden Kont Thespides’i takip edip ona destek vermediğinizi soruyor.”

“Çünkü ben onun kadar aptal değilim, diye homurdandı Conan, tekrar kayaya oturur ve iri bir budu kemirmeye başlarken.

“Emir komuta sendeyken daha aklı başında davranıyorsun,” dedi Amalric. “Bu tür çılgınlıklar her zaman senden gelirdi.”

“Evet, çünkü o zamanlar düşünmem gereken tek hayat benimkiydi,” diye yanıtladı Conan. “Şimdiyse… O da neyin nesi?”

Düşman ordusu durmuştu. En uçtaki kanadından bir savaş arabası fırladı; sürücüsü binekleri delicesine kamçılıyordu. Arabadaki diğer kişi cübbesi rüzgârda hayaletimsi bir şekilde uçuşan, uzun boylu bir adamdı. Kucağında altından yapılma, büyük bir kap taşıyordu ve içinden güneş ışığının altında kıvılcımlar çıkaran, ince bir bulut saçılıyordu. At arabası düşman ordusunun önündeki boşluğu boylu boyunca kat etti ve gümbürdeyen tekerleklerinin arkasındaki kumların üzerinde bir yılanın parıltılı izine benzer, uzun ince bir toz demeti bıraktı.

“Bu Natohk!” dedi Amalric, bir küfür savurarak. “Yine ne gibi bir cehennem tohumu ekiyor?”

Atağa kalkmış olan şövalyeler pervasız hızlarını azaltmadı. Elli adım daha attılar mı mızraklarının ucu hâlâ yukarı dönük olan, dağınık ve hareketsiz Kush saflarına şiddetle çarpacaklardı. En öndeki şövalyeler kumların üzerindeki parıldayan çizgiye ulaştı. Kıvrılıp duran o habis şeye önem vermediler. Lâkin atlarının nalları toza değer değmez ortaya çakmak taşına çarpan çelik etkisi çıktı… ama çok daha korkunç bir sonuçla. Çöl, o dağınık çizgiden yayılıyormuş gibi görünen beyaz bir alevin neden olduğu muazzam bir patlamayla sarsıldı.

Şövalyelerin en ön safı bir anda alevler tarafından yutuldu ve hem atlar hem de çelik zırhlı binicileri bir kamp ateşine yakalanan haşereler gibi büzüştü. Hemen ardından arka saflardaki yoldaşları kömüre dönmüş bedenlerin üzerine yığıldı. Pervasız süratlerini kontrol altına alamayan şövalyeler ardı ardına kalıntıların üzerine devrildi. Gerçekleştirdikleri saldırı ürkütücü bir anilikle zırhlı adamların çığlık çığlığa bağırdığı, atların ezilerek can verdiği bir karmaşaya dönüştü.

Düşman ordusu şaşırmış numarası yapmayı bırakıp düzenli saflar oluşturmaya başladı. Vahşi Kushlular bocalayan şövalyelerin üzerine atılıp yaralıları mızraklarıyla deştiler, taştan ya da demirden yapılma çekiçleriyle miğferlerini yardılar. Her şey o kadar hızlı olup bitmişti ki tepelerdeki izleyiciler şaşkınlıktan donakalmıştı. Derken düşman ordusu ikiye ayrılıp kömürleşmiş ceset yığının etrafından dolanarak tekrar harekete geçti. Tepedeki adamlardan biri bir çığlık attı. “Bunlar insan değil. İblislerle savaşıyoruz!”

Tepenin her iki yanındaki adamlar dalgalandı. İçlerinden biri koşarak platoya indi. “Kaçın! Kaçın!” diye bağırdı, ağzından köpükler saçarak.

Hırıldayan Conan hızla ayağa kalkıp elindeki but kemiğiyle adamın yüzüne okkalı bir tane patlattı. Ağzı yüzü kan içinde kalan adam yere yığıldı. Conan kılıcını çekti; kıstığı mavi gözleri tehditkâr bir şekilde parlıyordu.

“Yerlerinize dönün!” diye bağırdı. “Eğer geriye doğru bir adım daha atacak olursanız onun kellesini uçururum! Savaşın, lanet olasıcalar!”

Hengame başladığı hızla sona erdi. Conan’ın öfkeli kişiliği korkulu kalabalığın üzerinde bir kova buzlu su etkisi yaratmıştı.

- Reklam -

“Yerlerinize geçin,” diye emretti çabucak, “ve oradan ayrılmayın! Bu gün hiçbir insan ya da iblis Shamla Geçidi’ni aşamayacak!”

Platonun kıyısının vadinin bayırına dönüştüğü noktaya toplanan paralı askerler kemerlerini sıkıp mızraklarını kavradılar. Bineklerinin üzerindeki süvariler hemen arkalarındaydı; Khoraja’nın mızraklı piyadeleriyse destek kuvvet olarak bir köşede bekleyişe geçti. Çadırının eşiğinde duran ve ağzını bıçak açmayan Yasmela’nın gözünde kalabalık çöl ordusuyla karşılaştıklarında bir avuç zavallı askerden fazlası değillerdi.

Conan mızraklı piyadelerin yanına geçti. Okçuları yaylım ateşi yaparken düşmanın savaş arabalarıyla bayıra tırmanmayı göze alamayacağını biliyordu. Fakat düşman atlılarının bineklerinden indiklerini görünce homurdandı. Bu vahşi adamlar bir erzak konvoyuna sahip değildi; eyer kaşlarından mataralar ve heybeler sarkmaktaydı. Şimdi de sularının son kısmını içiyor ve mataralarını bir kenara atıyorlardı.

“Bu bir ölüm kapanı,” diye mırıldandı düşmanları yaya olarak dizilmeye başladığı sırada. “İşte şimdi bir süvari akını başlatmayı isterdim; yaralı atlar etrafta koşuşturup dizilişlerini mahvederdi.”

Düşman ordusu devasa bir kama oluşturdu. En uçta Stigyalılar, ortada zırhlı Asshuri savaşçıları, kenarlarda da göçebeler bulunuyordu. Birbirlerine yakın durarak kalkanlarını kaldırdılar ve hücumlarına başladılar. En geride bulunan hareketsiz bir savaş arabasında uzun boylu bir siluet duruyor, cübbeli kollarını yukarı kaldırarak korkunç bir zikirde bulunuyordu.

Ordu vadinin geniş ağzına girer girmez tepe halkı yaylarını saldı. Korunaklı formasyonlarına rağmen onlarca adam cansız hâlde yere yığıldı. Stigyalılar yaylarını bıraktı, miğferli başlar şiddetli ok yağmuru karşısında aşağı eğildi ve kara gözler kalkanların köşesinden dik dik baktı. Merhametsiz bir dalga hâlinde, düşen silah arkadaşlarının cesetlerinin üstüne basa basa geldiler. Fakat Şemliler buna kendi yaylarını salarak karşılık verdi ve gökyüzü ok bulutlarıyla karardı. Büyücünün ne gibi bir dehşeti gün yüzüne çıkartmakla meşgul olduğunu merak eden Conan dalgalanan mızrak denizinin üzerinden şöyle bir baktı. Natohk’un da tıpkı diğer tüm büyücüler gibi savunmadan çok saldırı konusunda daha korkutucu olduğunu bir şekilde hissediyordu. Ona açık açık hücum etmek intihara davetiye çıkarmak anlamına gelirdi.

Yine de düşman askerlerini ölümüne saldırmaya iten şeyin büyü olduğuna kuşku yoktu. Yaklaşan orduya verilen tahribatı gördüğünde Conan’ın nefesi kesildi. Kama düzeninin iki kenarı da neredeyse tamamen kaybolmuştu ve vadi şimdiden cesetlerle dolup taşıyordu. Buna rağmen hayatta kalanlar ölümden bihaber deliler gibi üstlerine gelmeyi sürdürüyordu. Sayıca üstün olan yayları, uçurumların kenarlarına konuşlanmış olan okçuları ezici bir yenilgiye uğratmaya başladı. Havada süzülen ok bulutları giderek hız kazanıyor, tepeli okçuları siper almaya zorluyordu. Düşman ordusunun ilerleyişi sekteye uğramayınca paniklemeye ve gözleri tuzağa düşmüş kurtlarınki gibi parlarken yaylarını çılgınca kullanmaya başladılar.

Çöl ordusu Geçit’in dar boğazına yaklaştığında tepeliler üzerlerine koca koca kaya parçaları yuvarlayıp onları ezdi. Yine de saldırmaya devam ettiler. Conan’ın adamları kendilerini kaçınılmaz çarpışmaya hazırladı. Birbirlerine çok yakın durdukları ve kaliteli zırhlar kuşandıkları için ok yağmuru onlara fazla zarar verememişti. Conan asıl devasa kama formasyonu kendi zayıf saflarına çarptığında olacaklardan korkuyordu. Ve o anda böyle bir katliamdan kurtulmanın bir yolunun olmadığını fark etti. Yakınında duran bir Zaheemi’nin omzunu kavradı.

“Atlı adamların batı tarafındaki kör vadiye görünmeden inebileceği bir yol var mı?”

“Evet, var. Oldukça dik ve tehlikeli bir patikadır. Ama aynı zamanda da gizlidir de ve sürekli korunur. Ama—”

Conan adamı peşi sıra sürükleyerek büyük bir savaş atının sırtında oturmakta olan Amalric’in yanına vardı.

“Amalric!” diye bağırdı. “Bu adamı takip et! Seni şuradaki dış vadiye götürecek. Oradan aşağı in, bayırın etrafından dolan ve düşmana arkadan saldır. Hiçbir söyleme, sadece git! Bunun delilik olduğunu biliyorum, ama zaten mahvolduk. En azından ölmeden önce verebileceğimiz tüm zararı veririz! Acele et!”

Amalric bıyığının diken diken olmasına neden olan, vahşice bir sırıtış takındı. Hemen ardından adamlarıyla birlikte rehberi takip ederek platodan çıkan geçitler ağına girdiler. Conan mızraklı adamların yanına geri dönüp kılıcını çekti.

Yeterince hızlı hareket edememişti. Shupras Ağa’nın adamları yenilginin kaçınılmaz olacağından korkarak deliye dönmüştü ve bayırın her iki yanında can havliyle ok atıyorlardı. Vadideki ve bayırdaki insanlar birer sinek gibi ölüyordu… derken karşı konulmaz bir dalga hâlinde yükselen Stigyalılar bir kükreme eşliğinde paralı asker sırasıyla çarpıştı.

Saflar birbirine şiddetle çarpan bir çelik girdabı hâlinde birbirine girdi. Savaşmak için doğan soyluları, para için çarpışan profesyonel askerlerle karşı karşıya getiren bir kapışmaydı bu.

Kalkanlar kalkanlara çarptı; mızraklar etleri delip etrafa kan sıçrattı.

Conan kılıç denizinin arasından Prens Kutamun’un heybetli cüssesini gördü, ama etrafındaki baskı çok yoğundu; soluk soluğa kalmış ve kılıçlarını savurarak kesip biçen kara derili bir güruhla göğüs göğseydi. Stigyalıların hemen arkasından Asshuriler geliyor, yükleniyor ve bağırıp çağırıyorlardı.

Göçebe düşman askerleri de her iki taraftaki uçurumları tırmanmıştı ve artık dağlı akrabalarıyla burun burunaydılar. Savaş, zirvelerin dört bir yanında şuursuz, soluksuz bir vahşete dönüşmüştü. Yobazlıkla ve kadim kan davasıyla çılgına dönen kabile halkları şiddetli bir biçimde birbirlerine girip kestiler, biçtiler ve öldüler. Anadan üryan Kushlular, karmakarışık saçları peşleri sıra uçuşurken uluyarak kavgaya katıldılar.

Conan terle bulanıklaşmış bakışlarını aşağı çevirdiğinde kendini vadiyi bir ucundan ötekine kadar dolduran, çalkalanıp kabaran bir çelik okyanusuna bakıyormuş gibi hissetti. Savaş kanlı bir kördüğüm hâline gelmişti. Tepeli savaşçılar bayırları tutuyor, paralı askerler ayaklarını kan revan içindeki yere sağlam basarak mızraklarını sıkıca kavrıyor ve Geçit’i ellerinde tutuyorlardı. Düşmanları sayıca kendilerinden üstün olmasına rağmen daha yüksek bir konuma ve daha iyi zırhlara sahip olmaları bir süre için avantajı onların lehine çeviriyordu. Lâkin bu çok sürmezdi. Asshuriler Stigyalıların saflarında açılan boşlukları dolduruyor, parlak mızraklardan ve öfkeli yüzlerden oluşan şiddetli bir akın dalga dalga bayırı tırmanıyordu.

Conan, Amalric’in süvarilerini görme umuduyla batıdaki bayırın ötesine baktı, ama gelen giden yoktu. Mızraklı adamları da saldırılar karşısında gerilemeye başlamıştı. O anda Conan tüm zafer ve yaşama umutlarını geride bıraktı. Soluk soluğa kalmış yüzbaşılarına son bir emir haykırarak aralarından ayrıldı ve platoyu koşarak katedip sabırsızlıkla titreyen Khoraja destek kuvvetinin yanına gitti. Yasmela’nın çadırından tarafa bakmadı bile. Prensesi tamamen unutmuştu; vahşi içgüdülerinden doğan tek düşüncesi ölmeden önce karşısına çıkan her düşmanı katletmekti.

“Bugün hepiniz birer şövalye olacaksınız!” diyerek gür bir kahkaha attı, ucundan kanlar damlayan kılıcıyla yakınlarda başıboş gezen atları işaret ederek. “Binin ve cehenneme dek peşimden gelin!”

Tepe küheylanları alışık olmadıkları Koth zırhının ağırlığı altında vahşice şaha kalktı ve adamlarına doğu bayırının platodan ayrıldığı noktaya doğru önderlik eden Conan’ın attığı şiddetli kahkaha savaşın tüm gürültüsünü bastırdı. Fakir düşmüş asilzadelerden, en küçük erkek kardeşlerden, ailelerinin yüz karalarından oluşan beş yüz kişilik piyade grubu yarı vahşi Şem atlarının üzerinde dört nala giden bir ordu oluşturup bayırdan aşağı daha önce hiç kimsenin cesaret edemediği bir hızla atağa kalktı!

Geçidin yaşanan savaş yüzünden tıkanmış ağzını yıldırım gibi geçip cesetlerle dolu bayıra çıktılar. Dik yokuşu son sürat inerlerken aralarından birkaç kişi dengesini kaybederek kendi yoldaşlarının toynakları altında can verdi. Bayırın dibindeki adamlar çığlıklar atıp kaçışmaya başladı ve atlıların şiddetli saldırısı tıpkı ağaçları söküp atan bir heyelan misali onları alt üst etti. Birbirlerine yakın duran Khorajalılar hasımlarının arasından hızla geçerek arkalarında ezilmiş cesetlerden oluşan bir halı bıraktılar.

Derken, düşman ordusu çalkalanıp kıvrandığı sırada, Amalric’in süvarileri dış vadide karşılaştıkları bir atlı bölüğünü yarıp geçerek batı bayırını aştı ve çelik uçlu bir kama düzeni oluşturup Natohk’un askerlerine şiddetli bir darbe indirerek onları darmadağın etti. Kendilerinden çok daha kuvvetli bir düşman tarafından çevrildiklerini zanneden ve çöle dönüş yollarının kapatılmasından korkarak çılgına dönen göçebeler dağılıp çılgınca kaçışmaya, daha kararlı yoldaşlarının saflarının arasında kargaşa yaratmaya başladılar. Bayırların üzerindeki çöl savaşçıları tereddüde kapıldı ve tepeli askerler yenilenmiş bir hiddetle üzerlerine çullanıp onları aşağı sürdü.

Şaşkınlıktan donakalan çöl ordusu üzerlerine saldıran grubun bir avuç askerden oluştuğunu anlayamadan önce dağılıverdi. Ve bir kez dağıldıktan sonra bir büyücü bile bu büyüklükte bir orduyu tekrar bir araya toplayamazdı. Mızrak ve kelle denizinin karşısına bakan Conan’ın çılgın adamları, bozgunun ortasında istikrarlı bir şekilde ilerleyen ve baltalarıyla topuzlarını indirip kaldıran Amalric’in atlılarını gördüler. Bunun üzerine her birinin kalbine zaferin o çılgın neşesi yerleşti ve kolları daha da güçlü bir şekilde inip kalkmaya başladı.

Geçit’i koruyan mızraklı adamlar, kızıl dalgaları ayak bileklerine dek sıçrayan kan denizinin içinde dikkatle ilerleyerek atağa kalktı ve önlerinde dağılıp giden saflara acımasızca saldırdılar. Stigyalılar dayandı, fakat arkalarındaki Asshurilerin baskısı eriyip gitti ve onları bölüp yok etmek için ileri atılan paralı askerler, takip ettikleri adamın izinde ölüp giden güneyli soyluların cesetlerinin üzerinden geçti.

İhtiyar Shupras kalbine yediği bir ok sonucu tepelerin üzerinde cansız yatıyordu; zırhlı baldırına bir mızrak yiyen Amalric de düşmüştü ve bir korsan gibi küfürler savuruyordu. Conan’ın atlı birliğinden geriye yüz elli kişiden daha az asker kalmıştı. Ama çöl ordusu darmadağın olmuştu. Göçebeler ve zırhlı mızrakçılar kamplarına, yani atlarının olduğu yere doğru kaçıyorlardı. Tepeli savaşçılar bayırlardan aşağı akın ediyor, kaçanları sırtlarından mızraklıyor ve yaralıların boğazını kesiyorlardı.

O girdap gibi dönen, kıpkırmızı karmaşanın ortasında aniden Conan’ın önünde korkunç bir şey belirdi ve atının şaha kalkmasına neden oldu. Prens Kutamun’du bu; üzerinde bir peştamal dışında hiçbir şey yoktu. Zırhını kaybetmiş, hilal sorguçlu miğferi yamulmuş ve üstü başı kanla kaplanmıştı. Korkunç bir çığlık atan adam kırılmış kılıcının kabzasını Conan’ın suratının tam ortasına fırlattı, sonra da öne atılıp aygırın dizginlerine asıldı. Yarı yarıya sersemleyen Kimmeryalı eyerinde geriye doğru yalpaladı. Kara derili dev muazzam bir güç sergileyerek atı bir ileri bir geri savurdu. Ta ki korkuyla kişneyen hayvan dengesini kaybedip kanlı kumlarla ve kıvranan bedenlerle dolu, çamurlu zemine yıkılana kadar…

At devrilirken Conan kendini yere atıp onun altında kalmaktan kurtuldu. Öfkeyle kükreyen Kutamun sadece bir saniye sonra tepesinde bitti. Barbar, savaşın o kâbusumsu çılgınlığının ortasında hasmını nasıl öldürdüğünü asla tam olarak hatırlayamadı. Anımsadığı tek şey elinde bir kaya parçası tutan Stigyalının miğferine defalarca vurduğu, gözlerinin önünde şimşekler çakmasına yol açtığı, bu esnada kendisinin de hançerini defalarca ve defalarca ona sapladığı ama bunun prensin ürkütücü canlılığının üzerinde hiçbir görünür etkisi olmadığıydı. Vücuduna baskı yapan beden kuvvetli bir titremeyle sarsılıp kasıldığında, sonra da gevşeyip yere serildiğinde Conan’ın etrafındaki dünya fırıl fırıl dönüyordu.

Sendeleyen barbar, çentik çentik olmuş başlığının altından akan kan yüzüne damlarken önünde uzanan tahribatın büyüklüğüne sersem sersem baktı. Ölü adamlar koyun koyuna yatıyor, tüm vadiyi kızıl bir halı kaplıyordu. Her bir dalgası dağınık ceset yığınlarından oluşan bir kan denizi gibiydi. Geçit’in girişini tıkıyor, bayırları lekeliyorlardı. Katliam artık çölde devam ediyordu; sağ kalıp atlarına ulaşan düşmanlar çorak araziye doğru kaçıyor, galip gelen tarafsa yorgun argın onları takip ediyordu. Takip edenlerin sayısının ne kadar azaldığını fark eden Conan dehşete kapıldı.

Derken tüm o hengameyi bastıran korkunç bir çığlık duyuldu. Ceset yığınlarına aldırış etmeyen bir savaş arabası hızla vadiye tırmanıyordu. Onu çeken şey bir at değil, deveyi andıran kara bir yaratıktı. Arabanın üzerindekilerden biri cüppesi rüzgârla uçuşan Natohk’tu; yanındaysa dizginleri sıkıca tutup deveyi çılgınca kamçılayan, maymuna benzer, siyah bir canavar vardı.

At arabası, cesetlerle dolu bayırı yakıcı bir rüzgâr eşliğinde aşarak doğrudan çadırında tek başına dikilen Yasmela’nın üzerine gitti; korumaları takibin çılgınlığına kapılıp onu yalnız bırakmıştı. Natohk uzanıp prensesi arabaya çekerken yerinde donakalan Conan, kadının dehşet dolu çığlığını işitti. Ardından korkunç bineği gerisingeri dönüp vadiden aşağı hızla inmeye başladı ve Natohk’un kollarında kıvranan Yasmela’yı vurma kaygısıyla hiç kimse ok atmaya ya da mızrak fırlatmaya cesaret edemedi.

İnsanlık dışı bir çığlık atan Conan kılıcını yerden kaparak son sürat koşmakta olan dehşetengiz yaratığın önüne sıçradı. Fakat barbar daha kılıcını kaldırmaya bile fırsat bulamadan kara derili yaratığın önayakları ona bir yıldırım gibi çarparak kafası karışmış ve yara bere içinde kalmış bir vaziyette on metre öteye uçmasına neden oldu. Savaş arabası gümbürtüyle yanından geçip giderken çınlayan kulaklarına Yasmela’nın korku dolu çığlıkları çalındı.

Kanla kaplı zeminden hızla kalkar, yanından dört nala geçen binicisiz bir atın dizginlerini yakalar ve hayvanın koşusunu durdurmadan kendini eyere atarken Conan’ın dudaklarından insanlıkla alakası olmayan bir haykırış koptu. Ardından çılgınca bir coşkuyla hızla uzaklaşmakta olan savaş arabasının peşine takıldı. Peşi sıra toprak parçaları kaldırdı ve Şem kampından rüzgâr gibi geçti. Çölün içlerine doğru ilerledikçe kendi adamlarını ve atlarını delicesine mahmuzlayan düşman askerlerini geride bıraktı.

Savaş arabası kaçtı, Conan kovaladı; lâkin bir müddet sonra atı geri kalmaya başladı. Engin çöl artık dört bir yanlarında uzanıyor, günbatımının kızıl ve ıssız şaşaasıyla yıkanıyordu. Kadim harabeler tam önlerindeydi. Derken, arabayı süren canavar Conan’ın kanını donduran bir çığlıkla Natohk ile prensesi aşağı atıverdi. Her ikisi de kumlara yuvarlandılar. Conan izlerken hem savaş arabası hem de onu çeken binek korkunç bir şekilde biçim değiştirdi. Artık deveyle yakından uzaktan bir alakası kalmayan o kara, dehşetengiz yaratığın devasa kanatlar çıktı, sonra da arkasında alevden bir iz bırakarak hızla gökyüzüne yükseldi. İnsan benzeri, kara derili sürücü korkunç bir zafer çığlığı attı. Her şey hızla gelip geçen bir kâbus kadar çabuk olup bitmişti.

Natohk apar topar ayağa kalktı ve amansız takipçisine bir bakış attı. Conan durmamış, hatta daha da hızlanmış bir vaziyette üzerlerine gelmeye devam ediyordu; alçakta tuttuğu kılıcı bir elinde hazır vaziyette bekliyor, arkasında kan damlalarından kızıl bir iz bırakıyordu. Büyücü baygınlık geçiren prensesi kapıp harabelerin arasına koştu.

Conan bineğinden atlayıp hızla peşlerine düştü ve dışarıda alacakaranlık hızla çökmesine rağmen kendini kötücül bir ışıkla parlayan bir odada buldu. Yasmela siyah yeşim taşından yapılma bir sunağın üstünde yatıyor, çıplak bedeni tuhaf ışığın altında fildişi gibi parlıyordu. Kadının giysileri vahşi bir acelecilikle yırtılıp atılmışçasına yerlere saçılmıştı. Natohk, Kimmeryalıdan tarafa döndü. Aşırı derecede uzun boylu ve zayıf bir adamdı; yeşil renkli, parlak ipeklere bürünmüştü. Peçesini geriye attı ve Conan, Zugite sikkelerinde resmedilen yüz hatlarına baktı.

“Evet, kork benden seni köpek!” dedi büyücü, devasa bir yılanın tıslamasını andıran bir sesle. “Ben Thugra Khotan’ım! Çok uzun bir zamandır mezarımda yatıyor, uyanacağım ve esaretimden kurtulacağım günü bekliyordum. Beni barbarlardan kurtaran sanatım aynı zamanda beni tutsak etti, fakat birinin geleceğini biliyordum. Ve geldi de! Kaderin ona biçtiği rolü oynadı ve üç bin yıldır hiç kimsenin ölmediği bir şekilde can verdi!

“Aptal, adamlarımı dağıtmayı başardın diye kazandığını mı sandın? Ya da kölem hâline getirdiğim iblis bana ihanet edip kaçtı diye? Ben Thugra Khotan’ım ve dünyaya sizin o değersiz tanrılarınız değil, ben hükmedeceğim! Çöller benim insanlarımla dolu, iblisler ben ne dersem onu yapar ve tüm sürüngenler bana itaat eder. Bu kadına duyduğum açlık büyü yeteneklerimi zayıflattı. Ama artık o benim ve ruhunun tadına bir kez baktım mı yenilmez olacağım! Geri çekil, aptal! Sen Thugra Khotan’ı yenemedin.”

Asasını savurup Conan’ın önüne fırlattı ve barbar istemsiz bir çığlık atarak geri çekildi. Asa yere düşer düşmez korkutucu bir biçimde şekil değiştirmeye başladı; dış hatları eğilip büküldü, sonra da bir kobra yılanına dönüşerek dehşete kapılan Kimmeryalının önünde heyula gibi yükseldi. Okkalı bir küfür eden Conan kılıcını savurarak o berbat şekli ikiye böldü. Ayaklarının dibine düşen şey ikiye bölünmüş, fildişi bir asadan başka bir şey değildi. Ürkütücü bir kahkaha atan Thugra Khotan eğilip tozlu zeminde tiksindirici bir şekilde sürünen bir şeyi yakaladı.

Öne doğru uzattığı elinde kıvranıp duran, canlı bir yaratık vardı. Bu seferki bir gölge oyunu değildi. Thugra Khotan çıplak elinde otuz santim büyüklüğündeki bir kara akrep, yani çöllerin en ölümcül hayvanını tutuyordu; dikenli kuyruğuyla gerçekleştirdiği tek bir vuruş anında ölüm anlamına geliyordu. Büyücünün iskeletimsi yüz hatlarında mumyaları andıran bir sırıtış peyda oldu. Conan anlık bir tereddüde kapıldı, sonra da ani bir kararla kılıcını hızla fırlatıverdi.

Hazırlıksız yakalanan Thugra Khotan’ın kaçınacak vakti dahi olmadı. Kılıcın ucu kalbine saplanıp omuzlarının arasından otuz santim kadar çıkıverdi. Cansız bir hâlde yere yığılan büyücü elinde tuttuğu akrebin üzerine devrilerek ölümcül hayvanı da ezdi.

Sunağa doğru ilerleyen Conan, Yasmela’yı kanlı kollarıyla taşıdı. Prenses beyaz kollarını adamın zırhlı boynuna dolayıp hıçkırarak ağlamaya başladı ve barbarın gitmesine izin vermedi.

“Crom aşkına kız!” diye homurdandı. “Bırak beni! Bugün elli bin kişi öldü ve hâlâ yapmam gereken—”

“Hayır!” dedi daha da sıkı tutunan prenses, hissettiği korku ve tutku yüzünden en az onun kadar barbarca davranarak. “Gitmene izin vermeyeceğim! Ben artık seninim; beni ateşle, çelikle ve kanla elde ettin! Sen de benimsin! Geri dönersem yine diğerlerine ait olacağım… Buradaysa kendime aidim. Ve de sana! Gidemezsin!”

Kimmeryalı tereddüt etti; zihni, vahşi arzularının ateşli dalgalarıyla sersemledi. O dehşetli, esrarengiz parıltı hâlâ gölgeli odayı aydınlatıyor ve Thugra Khotan’ın neşesizce, boş boş sırıtıyormuş gibi görünen cansız yüz hatlarında oynaşıyordu. Dışarıdaki çölde, ceset okyanusunun arasındaki tepelerde insanlar ölüyordu; susuzlukla, yaralarının verdiği acılarla ve çılgınlıkla bağırıp çağırıyorlardı; krallıklar sendeliyordu. Sonra tüm bunlar çelik gibi kollarını çılgın bir cadı ateşi gibi önünde titreyen, zayıf ve beyaz bedenin etrafına sıkıca dolarken ruhunda çılgınca kabaran, kızıl bir dalgayla yitip gitti.

– SON –


© Robert E. Howard 1933
© 
Kayıp Rıhtım 2019

Çeviri
M. İhsan TATARİ


Conan Unconquered incelememizi okumak için tıklayın.

M. İhsan Tatari

Yirmi yılı aşkın bir zamandır fantastik edebiyat, bilimkurgu, çizgi roman ve bilgisayar oyunlarıyla haşır neşir oluyor.

Fantastik edebiyat alanında dört basılı kitabı bulunan yazar, Kayıp Rıhtım'ın yanı sıra Oyungezer dergisinde de serbest yazar olarak çalışmakta, çeşitli yayınevlerinde çevirmen ve editör olarak görev almaktadır.

2 Yorum BULUNUYOR


  1. Avatar for LordKratos LordKratos dedi ki:

    Paylaşım için teşekkürler :slight_smile:

  2. Avatar for rann rann dedi ki:

    Söz konusu hikayenin Dark Horse renklendirmesi ile yeniden yayinlanmiş çizgi romanını, Prespero ve Shoryuken ile metin hazirlamasi ve editi yapılmış, türkçeleştirilmiş halini paylaşmak isterim.

    Bu paylaşim http://www.cizgidiyari.com/forum/ dan alinmiştir.

    Aynı sitede daha önce Conan öykülerini derlediği yeni kitabi cıkan Hüseyin Aksakal’ın paylaşımı ile Kara Dev’in metin olarak tamamını okuyabilirsiniz.

    Not; Paylaşım forum kurallarına aykırı ise silinebilir.

Henüz yorum yok. Forum'a gelip sohbete katıl.

The Dark Crystal

The Dark Crystal: Age of Resistance’tan İlk Fragman Geldi

Hatay magara

Hatay’da Tamamen Şans Eseri Gizemli Bir Keşif Yapıldı