in ,

Barbar Conan: Kara Dev | Robert E. Howard

Robert. E. Howard’ın Conan Unconquered oyununa konu olan “Kara Dev” (Black Colossus) adlı kısa hikâyesini sizler için çevirdik.

- Reklam -
- Reklam -

Üçüncü Bölüm

Şafağın erken ve puslu saatlerinde Khoraja’nın sokakları şehri güney kapısından terk eden askeri birlikleri izlemekte olan insanlarla doluydu. Ordu sonunda harekete geçmişti. En önde sağlam çekiç darbeleriyle biçimlendirilmiş, ışıltılı çelik zırhlarının içindeki şövalyeler gidiyordu; perdahlı miğferlerinin üzerindeki sorguçlar renk renkti. İpeklerle, lakeli derilerle ve altın tokalarla donatılmış olan atları, binicileri tarafından tayin edilen hıza uyuyor ve caka satarak yürüyordu. Sabahın ilk ışıkları, adamların başlarının üzerinde bir orman gibi yükselen mızrakların ucundan yansıyor, flamaları hafif bir rüzgâr eşliğinde dalgalanıyordu. Her birinin miğferine ya da kılıç kemerine bir leydinin nişanı bağlıydı: bir eldiven, bir eşarp veya bir gül. Onlar Khoraja şövalyeleriydiler. Beş yüz güçlü adam. Başlarında Kont Thespides bulunuyordu ve eğer söylentiler doğruysa adam Yasmela’nın bizzat kendisine talipti.

Onları uzun bacaklı küheylanlarının üzerindeki hafif zırhlı süvariler takip ediyordu. Hepsi de tepe halkının karakteristik özelliklerini sergileyen, uzun ince ve şahin yüzlü adamlardı; başlarına sivri uçlu miğferler, rüzgârla uçuşan kaftanlarının altınaysa zincir zırhlar giymişlerdi. Başlıca silahları yüz elli metrelik bir menzile sahip, ürkütücü Şem yaylarıydı. Beş bin kişiydiler ve başlarında Shupras vardı; adamın sivri uçlu miğferinin altındaki zayıf yüzüne karamsar bir ifade hâkimdi.

Hemen arkalarından uygun adım yürümekte olan Khoraja mızrak bölüğü geliyordu. Diğer Hiborya devletleriyle karşılaştırıldıklarında sayıları her zaman daha az olagelmişti; çünkü Khorajalı erkekler yalnızca süvariliği onurlu bir askeri meslek olarak görürdü. Tıpkı şövalyeler gibi bu adamlar da kadim Koth kanından geliyordu: dağılmış ailelerin oğulları, iflas etmiş adamlar, meteliksiz gençler… yani bir bineğe ve çelik zırha parası yetmeyen, beş yüz kişi.

- Reklam -

Paralı askerler en gerideydi. Bin atlı, iki bin mızraklı adam. Uzun boylu atları en az kendileri kadar çetin ve vahşi görünüyordu; ne cakalı bir yürüyüşleri vardı ne de uyumlu. Kanlı askeri seferler konusunda oldukça deneyimli olan bu profesyonel katillerin üzerinde işlerinin ehli olduklarını gösteren zalim bir hava mevcuttu. Baştan aşağı zincir zırhlara bürünmüşlerdi ve siperliksiz miğferlerini zincir başlıklarının üzerine giyiyorlardı. Kalkanları süssüz, mızrakları flamasızdı. Eyer kaşlarından savaş baltaları ve çelik gürzler sarkıyor, her birinin kemerinden enli bir kılıç sallanıyordu. Mızraklı paralı askerler de aynı şekilde giyinmişlerdi; tek farkları süvari kargıları yerine piyade mızrakları taşımalarıydı.

Hepsi de pek çok farklı ırktan gelen pek çok farklı suç işlemiş kişilerdi. Aralarında uzun boylu, zayıf, iri kemikli, yavaş konuşan ve vahşi bir doğaları olan Hiperboryalılar; kuzey topraklarının tepelerinden gelen, sarı saçlı Gunderlandlılar; kasıla kasıla yürüyen Korintiyalı kaçaklar; kara bıyıklı ve öfkeli mizaçlı, yağız Zingaryalılar; batının uzak diyarlarından gelen Akilonyalılar vardı. Ama Zingaryalılar hariç hepsi de Hiboryalıydı.

En geridense büyük bir savaş atının üstündeki bir şövalye tarafından çekilen ve sırtında zengin görünüşlü bir tahtırevan taşıyan bir deve geliyordu. Etrafı özel olarak seçilmiş bir grup kraliyet askeriyle sarılıydı. Tahtırevanın ipek tentesinin altında ipekli giysilere bürünmüş, ince yapılı biri oturuyordu ve kraliyet ailesine her zaman önem veren şehir halkı onu görünce deri şapkalarını havaya fırlatıp neşeyle tezahürat ediyordu.

Çelik zırhının içinde bir türlü rahat edemeyen Kimmeryalı Conan süslü püslü deveye pek de tasvip etmeyen gözlerle baktı, sonra da yanında at süren Amalric’e döndü. Paralı askerlerin komutanı altın kakmalı zincir zırhının, altın göğüs plakasının ve tepesinde at kılından yapılma bir sorguca sahip miğferinin içinde muhteşem görünüyordu.

“Prenses de bizimle geliyor. Kıvrak olmasına kıvrak ama böyle bir iş için fazla yumuşak. Her neyse, o elbiselerden kurtulması gerekecek.”

Amalric yüzünde beliren sırıtışı gizlemek için sarı bıyığını burdu. Anlaşılan Conan, barbar kadınların sıklıkla yaptığı gibi prensesin de bir kılıç kuşanıp savaşa katılacağını sanıyordu.

“Kimmeryalı kadınların aksine Hiboryalı kadınlar savaşmaz Conan,” dedi. “Yasmela sadece muharebeyi izlemek için bizimle geliyor. Yine de…” Eyerinde kıpırdanıp sesini alçalttı. “Aramızda kalsın ama bence prenses sarayda kalmaya cesaret edemiyor. Bir şeyden korkuyor…”

“Bir ayaklanmadan mı? Belki de sefere çıkmadan evvel bir iki vatandaşı astırmalıydık, böylece…”

“Hayır. Hizmetkârlarından biri bir şeyler anlattı, daha doğrusu geveledi. Geceleri saraya bir şey geliyor ve Yasmela’yı aklını kaçırmasına neden olacak kadar çok korkutuyormuş. Natohk’un şeytanlıklarından biri olsa gerek, bundan hiç şüphem yok. Savaştığımız şey et ve kandan çok daha fazlası Conan!”

“Eh,” diye homurdandı Kimmeryalı, “düşmanının sana gelmesini beklemektense onunla yüzleşmek için harekete geçmek yeğdir.”

At arabalarından ve kamp takipçilerinden oluşan uzun sırayı şöyle bir süzdü, dizginlerini zırhlı elinde topladı ve alışkanlıkla paralı askerleri yürüyüşe geçirmek için kullanılan cümleyi kullandı. “Ya tamam ya talan yoldaşlar… İleri!”

Khoraja’nın ağır kapıları kafilenin arkasından kapandı. Mazgallı siperliklerin arasında hevesli kafalar belirdi. Şehir halkı, izlemekte oldukları manzaranın yaşamlarını ya da ölümlerini doğrudan etkileyeceğini gayet iyi biliyordu. Orduları yenildiği takdirde Khoraja’nın geleceği kanla yazılacak demekti. Çünkü güneyin vahşi topraklarından çıkagelen düşmanları merhamet nedir bilmiyordu.

Asker sıraları tüm gün boyunca yol aldı. Küçük nehirlerle bölünen çayırlıkları aştılar; arazi kademe kademe yokuş yukarı çıkmaya başladı. Önlerinde alçak tepelerden oluşan bir sıra uzanıyor, bir kale duvar misali doğudan batıya dek hiç kesilmeden devam ediyordu. Geceyi o tepelerin kuzey yamacında kamp kurarak geçirdiler. Tepe kabilelerine mensup kanca burunlu, parlak gözlü adamlar irili ufaklı gruplar hâlinde yanlarına gelip ateşin çevresine oturdular ve gizemli çölden gelen havadisleri tekrarlayıp durdular. Natohk’un adı, anlatılan her rivayette kelimelerin arasında bir yılan gibi kıvrılıp duruyordu. Denilene göre hava iblisleri, büyücünün bir emriyle şimşekler çaktırmış, rüzgâr estirmiş ve her tarafa sis bastırtmıştı. Cehennem zebanilerinin korkunç kükremeleri yer sarsıntısına neden olmuştu. Büyücü hiç yoktan ateş var edip etrafı surlarla çevrili şehirlerin kapılarını yakmış, zırhlı adamları küle çevirmişti. Savaşçıları o kadar kalabalıktı ki neredeyse tüm çölü kaplıyorlardı. Üstelik asi prens Kutamun’un komutasındaki beş bin savaş arabalı Stigya askeri de emrindeydi.

Conan tüm bu hikâyeleri istifini bozmadan dinledi. Onun işi savaşmaktı; hayatı doğduğu andan itibaren verilen bir savaştan (hatta bir dizi savaştan) ibaret olmuştu. Ölüm her daim ona eşlik eden bir yoldaştı. Her zaman onunla birlikte yürür, kumar masalarında yanı başında bekler, kemikli parmaklarıyla şarap kupalarını tıkırdatırdı. Uyumak için bir yere uzandığında tepesinde dikilen kukuletalı ve korkunç bir gölgeydi ölüm. İçki dağıtan bir kölenin varlığı bir kral için ne kadar önem taşıyorsa Conan da ölümün varlığını o kadar umursuyordu. Sadece günün birinde o kemikli parmakları çok yakından hissedecekti, hepsi bu. Bugüne dek hayatta kalabilmesi onun için yeterliydi.

Bununla birlikte bazıları korku konusunda kendisinden bile dikkatsizdi. Nöbetçi sıralarının yanından kampa dönmekte olan Conan az ötede pelerinine sıkıca sarınmış, zayıf bir siluet görünce olduğu yerde kalakaldı.

“Prenses! Çadırında kalman gerekirdi.”

“Uyuyamadım.” Kadının koyu renk gözlerinden endişe bulutları geçiyordu. “Korkuyorum Conan!”

“Askerlerin arasında seni korkutan adamlar mı var?” diye sordu barbar, elini kılıcının kabzasına koyarak.

- Reklam -

“Korktuğum şey bir adam değil,” dedi prenses, ürpererek. “Seni korkutan hiçbir şey yok mu Conan?”

Çenesini sıvazlayan Kimmeryalı bu soruyu bir müddet kafasında tarttı. “Var,” diye itiraf etti sonunda. “Tanrıların laneti.”

Yasmela bir kez daha ürperdi. “Ben lanetlendim. Cehennemden çıkan bir iblis beni mimledi. Her gece gölgelerin arasında sinsice gezinip kulağıma korkunç sırlar fısıldıyor. Beni yerin en dibine çekip cehenneme götürecek ve kraliçesi yapacak. Uyumaya cesaret edemiyorum; sarayımda olduğu gibi çadırımda da beni görmeye gelecek. Sen güçlüsün Conan, beni korursun. Bırak yanında kalayım, korkuyorum!”

Yasmela artık bir prenses değil, sadece korkmuş bir kızdı. Gururu onu terk etmiş, çaresizliğinden utanç duymaz hâle getirmişti. Korkudan deliye dönmüş bir şekilde gözüne en güçlü gözüken kişinin yanına gitmişti, hepsi bu. Daha evvelden gözüne itici gelen kaba kuvvet artık onu çekiyordu.

Conan cevap olarak sırtındaki kırmızı pelerini çekip çıkardı ve prensesin etrafına sardı. Hareketleri kabacaydı; kibar davranmak onun yetilerini aşan bir meziyetti sanki. Elleri bir anlığına kadının zayıf omuzlarında oyalanınca prenses tekrar ürperdi; ama bu seferki korkudan değildi. Sanki bu ufacık temasla dahi adamın acı kuvvetinin bir kısmı kendisine aktarılmış gibi üzerinden hayvani bir canlılık dalgası geçip gitti.

“Şuraya uzan,” dedi Conan, küçük bir kamp ateşinin yanındaki boşluğu işaret ederek. Bir prensesin savaş pelerinine sarınıp bir kamp ateşinin yanındaki çıplak zemine uzanmasının onun gözünde hiçbir yakışıksız tarafı yoktu. Fakat Yasmela sesini çıkarmadan itaat etti.

Conan yakınlardaki bir kaya parçasına oturup enli kılıcını dizlerinin üzerine yerleştirdi. Kamp ateşi zırhından yansırken mavi çelikten ibaret bir heykel gibi görünüyordu: devinimsiz duran, dinamik bir güç; sanki dinlenmiyordu da her zamanki korkunç hareketliliğine devam etmesini haber veren sinyali beklerken bir anlığına kıpırtısız kalmıştı. Alevlerin ışığı yüz hatlarında geziniyor, gölgeli ama yine de çelik kadar sert bir maddeden oyulmuş gibi görünmesine neden oluyordu. Suratı kıpırtısız olmasına rağmen gözleri yaşamla alev alevdi. O sadece vahşi bir adam değil, ama aynı zamanda vahşi hayatın bir parçası, hayatın ehlileştirilemeyen yanlarından biriydi. Damarlarında bir kurt sürüsünün kanı akıyordu, zihni kuzey gecelerinin karamsar derinlikleriyle doluydu ve kalbi yanan ormanların ateşiyle atıyordu.

Böylelikle, güvende olmanın verdiği o eşsiz hazla sarıp sarmalanan Yasmela yarı tefekkür edip yarı düş görerek uykuya daldı. Her nasılsa, yabancı diyarlardan gelen bu asık suratlı savaşçı başında beklerken hiçbir alev gözlü gölgenin kendisine musallat olmayacağını biliyordu. Yine de, hiçbir şey görmemesine rağmen, kozmik varlıklara duyulan bir korkuyla uyandı.

Onu uyandıran şey alçak bir fısıltıydı. Gözlerini açtığında kamp ateşinin iyice küçüldüğünü gördü. Havada şafaktan önceki o bilindik his vardı. Belli belirsiz de olsa Conan’ın hâlâ o kayanın üzerinde oturduğunu görebiliyor, kılıcının uzun ve mavi parıltısını seçebiliyordu. Barbarın hemen dibinde kamp ateşinin solgunca aydınlattığı bir başka siluet oturuyordu. Yasmela uyku mahmuru gözlerle baktığında bunun başına beyaz bir türban sarmış, kanca burunlu ve boncuk gözlü bir adam olduğunu fark edebildi. Anlamakta zorluk çektiği bir Şem aksanıyla hızlı hızlı bir şeyler anlatmaktaydı.

“Eğer yalan söylüyorsam Bel kolumu benden alsın! Doğru söylüyorum! Derketo adına yemin ederim Conan! Yalancıların şahı olabilirim ama asla eski bir yoldaşımı kandırmaya çalışmam. Sen zırhlara bürünmeden önce Zamora’da birlikte hırsızlık yaptığımız günlerin üzerine yemin ederim!

“Natohk’u gördüm; büyü yoluyla Set’e seslenirken onun önünde diz çöken diğerlerinin yanındaydım. Ama onların aksine burnumu kuma gömmedim. Ben bir Shumir hırsızıyım ve gözlerim bir çakalınkiler kadar keskindir. Natohk’u çaktırmadan dikizledim ve peçesinin rüzgârla uçuştuğunu gördüm. Yüzündeki örtü kenara kaydı ve… ve… Bel yardımcımız olsun! Sana onu gördüm diyorum Conan! Kanım dondu, tüylerim diken diken oldu. Gördüğüm şey ruhumu kızgın demir gibi dağladı. Gözlerimin beni aldatmadığından emin olana dek bir daha rahat edemedim.

“Böylece ben de Kuthchemes harabelerine gittim. Fildişi kubbenin kapısı ardına kadar açıktı; eşiğindeyse kocaman bir yılanın cesedi kılıçla şişlenmiş bir vaziyette yatıyordu. Kubbenin içinde bir adamın cesedini buldum; o kadar pörsümüş ve o kadar eciş bücüş olmuştu ki ilk başta onu tanıyamadım. Shevatas’tı, hani şu Zamoralı. Bu dünyada benden daha iyi bir hırsız olduğunu kabullendiğim tek kişi. Hazineye el sürülmemişti; cesedin etrafında ışıltılı tepecikler hâlinde duruyorlardı.”

“Büyücünün kemikleri yok muydu—” diye söze girdi Conan.

“Hiçbir şey yoktu!” diye onun lafını kesti Şemli, hararetle. “Hiçbir şey! Sadece tek bir ceset.”

Ortama bir anlığına sessizlik hâkim oldu ve Yasmela tarifi imkânsız bir korkuyla yattığı yerde büzüştü.

“Natohk nereden ortaya çıktı?” diye fısıldadı Şemli, titrek bir sesle. “Dünyanın titreşen yıldızların önünden çılgınca geçip giden azgın bulutlarla kör ve mecnun olduğu, rüzgârın uğultusunun çorak arazilerin hayaletlerinin çığlıklarıyla karıştığı bir gece çölden çıkagelmiş. O gece vampirler etrafta kol geziyor, cadılar çıplak bir vaziyette rüzgârlara biniyor ve kurtadamlar sahranın dört bir yanında uluyormuş. Büyücü siyah bir devenin üzerinde gelmiş; hayvanı son sürat sürüyormuş ve çevresinde uğursuz bir ateş varmış. Devenin kumda bıraktığı izler karanlıkta parlıyormuş. Natohk, Aphaka Vahası’ndaki Set Mihrabı’nın önünde bineğinden indiğinde hayvan gecenin içine karışarak ortadan kaybolmuş. Ve aniden devenin devasa kanatlarının çıktığına, bulutlara doğru hızla yükseldiğine ve arkasında alevden bir iz bıraktığına dair yemin eden kabile halklarıyla konuştum.

O geceden beri o hayvanı gören olmamış; fakat siyah renkli, insan biçimli, azman bir şekil şafaktan önceki o karanlık saatte Natohk’un çadırına girip ona anlaşılmaz bir dilde bir şeyler anlatmış. Sana ne gördüğümü söyleyeceğim Conan. Natohk… Bak, sana o gün Shushan’da rüzgâr onun peçesini açtığında gördüğüm şeyin bir resmini göstereceğim!”

İki adam bir şeyin üzerine eğilirken Yasmela Şemlinin elinde bir altın parıltısı gördü. Conan’ın homurdandığını duydu. Sonra da aniden karanlık onu esir aldı ve Prenses Yasmela hayatında ilk kez bayıldı.

Dördüncü bölüm için tıklayın.

M. İhsan Tatari

Yirmi yılı aşkın bir zamandır fantastik edebiyat, bilimkurgu, çizgi roman ve bilgisayar oyunlarıyla haşır neşir oluyor.

Fantastik edebiyat alanında dört basılı kitabı bulunan yazar, Kayıp Rıhtım'ın yanı sıra Oyungezer dergisinde de serbest yazar olarak çalışmakta, çeşitli yayınevlerinde çevirmen ve editör olarak görev almaktadır.

2 Yorum BULUNUYOR


  1. Avatar for LordKratos LordKratos dedi ki:

    Paylaşım için teşekkürler :slight_smile:

  2. Avatar for rann rann dedi ki:

    Söz konusu hikayenin Dark Horse renklendirmesi ile yeniden yayinlanmiş çizgi romanını, Prespero ve Shoryuken ile metin hazirlamasi ve editi yapılmış, türkçeleştirilmiş halini paylaşmak isterim.

    Bu paylaşim http://www.cizgidiyari.com/forum/ dan alinmiştir.

    Aynı sitede daha önce Conan öykülerini derlediği yeni kitabi cıkan Hüseyin Aksakal’ın paylaşımı ile Kara Dev’in metin olarak tamamını okuyabilirsiniz.

    Not; Paylaşım forum kurallarına aykırı ise silinebilir.

Henüz yorum yok. Forum'a gelip sohbete katıl.

The Dark Crystal

The Dark Crystal: Age of Resistance’tan İlk Fragman Geldi

Hatay magara

Hatay’da Tamamen Şans Eseri Gizemli Bir Keşif Yapıldı