Distopya kelimesi ilk defa İngiliz John Stuart Mill tarafından 19. yüzyılın başında kullanıldı. Kendisi devlet memuru ve filozoftu. Yalnız kelime kökeni bu yıllarda çıksa da ilk distopik öğeler mitoloji ile baş gösterdi. Uranus yeni doğan çocuklarının hepsini eşi ve annesi Gaia’nın karnına geri iterek yeni gelen potansiyel “baş tanrılar”ın doğmasına izin vermedi. Buna sinirlenen Gaia ise türlü hilelere başvurarak oğlu Kronos’a eşinin hayalarını kestirdi. George Orwell’ın da 1984’teki “… Kimse devrimi korumak için diktatörlük kurmaz; diktatörlük kurmak için devrim yapar.” sözüne paralel olarak Kronos da kendi çocuklarını yedi. Saltanatın yahut kötülüğün isim değiştirdiğini görüyoruz bu gibi örneklerde, ama asla yok olmuyor. Aynı enerjinin korunum yasası gibi, hep vardı. Hep el değiştiriyor. Bu dosyada savaşların, yaşamın içindeki distopyaların sanatçıyı nasıl etkilediğini, sanata yansımalarını çok kısa bir biçimde inceleyeceğiz.
Francisco Goya / 1814 / Yağlıboya / 268 cm × 347 cm / Prado Müzesi, Madrid
Goya’nın 1814 yılında Madrid’te resmettiği “3 Mayıs 1808” adlı tablosu, Fransız infaz mangasının, Fransız işgaline karşı ayaklanan İspanyol asilerin gerçekleştirdikleri eylemlerden dolayı, ceza olarak Madrid’teki sivilleri katletmesini konu alır. Tablonun seması kapkaradır, aşağıda sergilenen dehşet ile yukarıdaki sema benzerlik gösterir. Tabloda soğuk renkler hâkimdir, fondaki bina medeniyetin sözde göstergesi, ihtişamlı koca bir yapıdır. Ön kompozisyon ile arka kompozisyon bu sayede çatışır. Ölen sivil halkın arkasında olan tümsek kurak ve renksizdir. Eserde insan dışında canlı nesne görmek mümkün değildir. Askerlerin otomat hâli, bacaklarının açıları, silahlarını kararlı tutuşları belirgindir ve suratları görünmez. Temiz kıyafetleri, öne doğru hafif eğimleri aynıdır, kendine özgü halleri yoktur. Bu ressamın yaptığı ustalıklı bir göndermedir. Oysa öldürülen sivillerin her birinde farklı ifadelerle karşılaşırız. Korkuları, endişeleri birbirlerinden farklıdır. Yerde yatan, öldürülmüş bir sivil kanlar içindedir, silahların arkasında kalan yüzünü elleri ile kapatan ya da sol taraftaki dua eden figürlerin her biri farklıdır. Sanat tarihçi ve tasarımcı Anna Kay, ortada yer alan figürü duruşu ve ellerindeki stigmata benzeri izlerinin olması nedeniyle İsa’ya benzetir. Figür resimde odak noktasıdır, parlak beyaz gömleği ve üzerine odaklanan ışık ile maktul ile İsa arasında benzerlik kurulur ve ölen siviller kutsallaşır. Goya, IV. Carlos himayesinde bir saray ressamı olmasına rağmen ve saray siparişlerindeki tutumu ile “Kara Resimler” serisindeki tutumu bambaşkadır. Saray resimlerinde sakinliği, şatafatı, tartışmasız estetiği konunun değişmesi ile bir kenara bırakır ve gravürlerindeki dehşet temalı figürlerde suratlar ve biçimler özensizleşir, böylece ifade güçlenir. Gravürlerindeki temalarda şeytanlara, savaş sahnelerine, ölümlere yer verir. Özellikle idam edilen bir figürün karşısında oturan, güzel bir manzarayı izlercesine keyif duyan, mutlu askerin konu edildiği gravür çarpıcıdır. Yine “Çocuklarını Yiyen Satürn” tablosu da yukarıda anlatılan mitolojik konuda yer alan vahşeti gözler önüne serer. Bu örnek görsel sanatlar alanında Antik Roma, Yunan lahit ve fresklerinde yer alan kahramanlık temalarına yüzyıllar sonra artık rastlamadığımızı gösterir. Goya bir saray ressamı olmasına ve engizisyon yargılarından saklanmasına rağmen kiliseyi eleştirir, sarayın yanında olduğu bu tür çirkinlikleri göstermekten kaçınmaz. Sanatçı kavganın ve cinayetin meşru olmadığını söyler bize.
18. yüzyıl âşıklarından Dertli içinse distopya, Türklerin İslam’a geçmesinden sonra bağlama, kopuz gibi müzik aletlerinin günah olarak görülmesiydi. Beypazarı kadısı Dertli’ye hitaben “Saz çalmak haramdır, onda şeytan vardır. Çalmasın, kırıp atsın.” demiş ve Dertli de bunun üzerine Şeytan Bunun Neresinde? adlı türküyü yazmıştır. Öyle ki üç yüzyıl sonra Pentagram aynı şarkıyı Rock ve Metal gruplarına olan ön yargıyı eleştirmek için yeniden seslendirmiştir. Buradaki distopya sanatçının sanatını yapma hakkının elinden alınması olup maalesef bir kurgu eseri de değildir.
Kendi adıma en etkilendiğim distopya romanlarından olan, 1895 yılında H. G. Wells tarafından kaleme alınan Zaman Makinesi’nin ilerde bahsedeceğimiz romanların temalarından çok daha farklı ve kendine özgü bir yolu olduğunu düşünüyorum. Eserde Doktor Filby zaman makinesini icat eder ve geleceğin insanlarıyla bu biçimde tanışma fırsatı bulur. Ne yazık ki insanlık onun beklediğinin aksine gelişmemiş daha da geriye gitmiştir. Öyle ki insan doğayı yenmiş ve “çözülebilecek” ya da “üstesinden gelinebilecek” hiçbir sorun bırakmamıştır ortada. Bu da sonraki nesilleri aptallaştırmış ve asalak canlılara dönüştürmüştür. Wells kitabında bu durumu şöyle açıklar:
“İnsan zekâsı hayalinin ne kadar kısa sürmüş olduğunu düşünmek beni üzdü çünkü intihar etmişti. İstikrarlı bir biçimde kendini rahatlık ve kolaylığa, parolası güvenlik ve süreklilik olan dengeli bir topluma ayarlanmış, tüm beklentilerini gerçekleştirmiş, sonunda da bu hâle gelmişti.”
Aslında o dönemde söylenen tüm bu cümleler şu an içinde bulunduğumuz ve gittikçe artan anksiyete furyasını da çok güzel biçimde anlatıyor. Korundukça ve doğadan kaçtıkça, onla bir olmadıkça daha hassaslaşıyoruz, büyük büyük dedelerimizin ninelerimizin bir günde çektiği cefayı belki hayatımız boyunca yaşamıyor ama yine de onların çeyreği kadar güçlü ya da mutlu olamıyoruz. Korundukça daha korkuyor, hayat şartlarımız iyileştikçe daha aptallaşıyoruz.
Andy Warhol / 1962 / Akrilik/ 205.44 cm × 289.56 cm / Tate
Dünya savaşları, sanatçıları ağır bunalıma soktu. 20. yüzyıl sanatçısı savaşa kesinlikle karşı çıktı ve savaşın bayağılıklarını eserlerinde inceledi. Bu bunalımla bazen sanatçının yaptığı işi anlamsız bulması, geçmişi inkâr etmesi de eklendi ve sanatın yolu 20. yüzyılın ilk yarısında tamamen yön değiştirdi. 1916-1922 yıllarında ortaya çıkan Dadaizm, geleneksel fikirlere karşı çıktı. Sanatçılar estetik kuralları, sanatsal kutsallığı küçümsediler. Sanat karşıtı bu sanatsal akım, kolaj ve hazır nesnelerle bir şeyler üretme çabasına girdi. Eserlerindeki anti militarist tavır ve sanat dünyasında ciddiye alınan etkinliklerin parodileri dikkat çekti. Yine de kalıcı, kaliteli eser bırakamadılar. 1950’lerde Pop Art sanatın tekliğini bitirdi. Baudrillard, Sanat Komplosu adlı kitabında Warhol’un sanatın sonunu getirdiğini ve bundan kendisinin de hoşnut olduğunu belirtir. Warhol’un 1962’de hazırladığı Marilyn kopyaları, ucuz ve çoğaltılabilir olması nedeniyle sanatın biricikliğine karşı koymaydı. Popart hızlı ve çabuk tüketilebilir olması nedeniyle sanatı “kitsch”leştirdi. Sanat eseri hem sanatı anlayan birinin elinde olmadı hem de halkın sanat yapıtına saygı duyması fikrini açıkça parçaladı. Popart sanatın bir anlamının kalmadığını ve çeşitli ülkülere yahut tutkulara dayanak olmadığını anlatır bize. Devir reklam devridir ve her şey hızla tüketilir. Dünya savaşlarından sonra çıkan bu tür sanat akımları distopik bir dönemden geçen sanatçının kendi yeteneğini ile münakaşa içinde olmasıdır.
Hayatınızı Mahvetmeden Önce Neden Kafka Okumalısınız kitabının yazarı James Hawes, Kafka’nın yaşam standartlarının aslında gerekenden daha iyi olduğunu, eğlenceyi ve kadınları sevdiğini, az çalışarak çok kazandığını anlatır, yani Kafka’nın mutsuz olmakta görünürde pek de sebebi yoktu. Yine yazar Nietzsche’den alıntı yapar:
“Homer Akhiles, Goethe de Faust olsaydı, ne Homer Akhiles’i ne de Goethe Faust’u yaratabilirdi.”
Bu da sanatçıların bir distopyada yaşamasalar da onu yazabileceklerini gösterir. Kafka, Dönüşüm, Şato ve Dava’da bu tip öğelere yer verir. Kafka’nın Bir Savaşın Tasviri adlı eserinde de sosyal çevre ile uyumsuzluk ve refah memur yaşamının hoşnutsuzlukları görülür; “Bilincin darlığı toplumsal yaşamın bir gereğidir.” der. Özellikle, orijinal dilinde 1925’te basılan Dava’da bürokrasi labirentlerinden, devlet dairelerinin sonuçsuzluğundan bahseder. Baş karakter Joseph K.’nın adına ne düğü belirsiz bir dava açılmıştır. Kötürüm bir avukata danışır, suçunu sorup soruşturur. Sonunda işin ucunu bırakır, kitabın sonunda ise idam edilir. Kafka için distopya; bürokrasi ve asılsız suçların sonuçsuz davalarıdır.
Pablo Picasso / 1937 / Yağlıboya / 349 cm × 776 cm / Reina Sofía Müzesi, Madrid
1937’de Picasso tarafından resmedilen Guernica, Nazi Almanya’sının İspanya’ya yaptığı hava saldırısının çarpıcı bir betimlemesidir. 7,76 m eninde ve 3,49 m yüksekliğindedir, bu da tablonun sergi salonlarında yalnız bir duvarı kaplayacağı anlamına gelir. Bu dev tablo ile konunun önemi ve içerdiği vahşet de devleşir. Eser siyah, beyaz ve gri tonlarından oluşur. Tabloda kaos öylesine hâkimdir ki, biçimler, uzuvlar birbirine geçer. Sol tarafta çocuğunu kaybeden annenin suratı birbirine girmiştir, dili dikene benzer. Onun aksine ölen çocuğun ifadesi daha sadedir. Resmin alt kısmında yatan ölü askerin kolu kopmuştur ve elinde hala sıkı sıkı tuttuğu kılıç ile çiçek görülür. Sağ kısımdaki figür, yardım ister vaziyette görülür, yanmaktadır. Figürün arkasındaki pencere, yanındaki açık kapı ve kopan kolun tuttuğu çiçek belli belirsiz umut imgeleridir ve güçlü de değildir. Resmin üst tarafında yer alan göz şeklinde tasvirlenen güneşin içinde ampul yer alır. Sanatın Tüm Öyküsü kitabında yer alan Guernica eleştirisinde güneş ve ampulün İspanya’nın yakıcı güneşini ve işkence odalarında yer alan lambaları betimlediği yazar. Çizgiler, form bozmalar çocuk çizimlerine benzer. Dolaysız, kesin ve kabadır. İnsan ve hayvan figürlerinin hepsi acılı, korkuludur, beraber kullanılmaları resme büyük ölçüde primitiflik katmıştır. Bir acı ne kadar ilkel anlatılabilinirse Picasso da o kadar anlatmıştır. Picasso’nun desenlerinin Rönesans sanatçıları ile boy ölçüştüğünü ve realizmde başarısını da göz önünde bulundurduğumuzda eserin kübik imgeler ile elde edilmesi etki alanını arttırmıştır. Gerçekçi resimde biçimin kusursuzluğu ve sanatçının formda ne kadar yetkin olduğu ile ilgileniriz. Realizm ve özellikle hiperrealizm sanatçının rüştünü ispat yöntemleridir. Pablo Picasso yeteneğini ispat yöntemine gitmeyip uzuvları bölerek, parçalayarak ve kendine göre yeniden birleştirerek resmi kendinden bağımsızlaştırmış, acıyı bölüp parçalayarak tuvale aktarmıştır. Eserinde farklı bir akımdan destek alsaydı belki tablo şu an bu kadar eleştirel olmayacaktı.
George Orwell’ın 1984 adlı romanı ana dilinde 1949’da basıldı. Eserdeki başkarakter Winston Smith düşük sınıftan bir memurdur. Rejim içerisindeki çelişkileri fark eder ama bir şey yapamaz. Kendi ve tüm halkın evinde kendilerini izleyen kameralar bulunur. “Big Brother” denilen mutlak liderin dedikleri şartsız kabul edilmektedir. (Televizyon dünyası 1984’ten etkilenerek uluslararası “Big Brother” gözlem evlerini kurdu, 1999’un önemli realite showlarından oldu. Türkiye’de Big Brother orijinal adı ile 2015’te ilk defa yayınlandı. Bu tarihten önce “Biri Bizi Gözetliyor” adlı evler kuruldu. Gönüllü kişilerin tanımadıkları bir evde 24 saat boyunca izlendikleri ve dinlendikleri, ödüllü popüler bir yarışma oldu.) Orwell bunla ilgili kitabında kelimelerin olmadığı bir dünyada düşünmenin de mümkün olmadığını söyler. Ülkede kelime sayısı gittikçe azalmaktadır. Sokaklarda “Büyük Abi Seni İzliyor” yazılı afişler bulunur. Her türlü kaynak günün şartlarına göre değiştirilir, tarih diye bir mefhuma rastlanmaz 1984’te. Winston Smith, kendi gibi düşünen sevgilisi Julia ile tuzağa düşürülür ve tutuklanır. Buluştukları antikacı dükkânının sahibi ve katıldıkları illegal örgütün lideri O’Brien, rejim yanlısı çıkmıştır. Türlü işkenceler gördükten sonra, Smith beyni yıkanmış ve iktidar destekçisi olan, yitirilmiş bir birey olarak karşımıza çıkar. Gözleri yaşararak Big Brother’ı izlemeye başlar, şartlar altında karakteri erimiştir artık. Orwell’ın günümüzü andıran distopik dünyası, insanın gizlenememesi, özel hayata sahip olmaması nedeni ile okuyanı sarsar ve sorgulamaya iter. Günümüzde de büyük biraderleri ceplerimizde taşıyoruz ve kimsenin bizi buna zorladığı yok. Her an nerede olduğumuzu ya da ne hissettiğimizi söylemeye bizi biri zorlasaydı bu distopya olurdu ama kendi elimizle yaptığımızda yaşadığımız yüzyılın handikabı ismi daha uygun oluyor.
1951 yılında ilk basımı gerçekleşen Ray Bradbury tarafından yazılan Fahrenheit 451 bize distopyayı, kitapların itfaiyeciler tarafından yakıldığı, insanların sadece televizyonda beyin yıkayıcı şovlar izlediği ve kitap bulundurup düşünen insanların yok edildiği bir gelecekle verir. Bu geleceğin çoktan yaşandığını düşünmekte haklısınız. Keza İran şahlık rejiminin muhalif yazarı Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ı, Fahrenheit 451’den yalnız 17 yıl sonra yayımladı. Kendi ülkesinde hâlâ yasak olan bu cesur kara balık bizde de basımından çok geçmeden 80 İhtilali’nde yakıldı, toplatıldı ve yasaklandı. Şimdilerde ise Küçük Kara Balık Can Yayınları tarafından yapılan bardaklarda, çantalarda boy gösteriyor, anlayacağınız yakılmaktan bir nebze kurtulsa da kapitalizmden kurtulamadı. Yazarının kemikleri tüm bu olanlardan sonra ne kadar sızlıyor bunu bilmiyorum. Kendisi yarattığı Kara Balık gibi yakılmadı ama henüz 28 yaşındayken faili meçhul bir cinayete kurban gitti, yazarlara karşı –öldürerek susturma- da ayrı bir distopya bizim coğrafyamızda.
Chris Marker yönetmenliğindeki La Jeete, 1962, Fransız kısa filmidir. Olası bir 3. Dünya Savaşı sırasında esir alınan Fransızların üzerinde yapılan deneylerde zamanlar arası seyahat söz konusudur. Eser siyah beyaz fotoğrafların geçişi ile oluşturulmuş olup, yalnız tek sahnede harekete rastlanır. Filmdeki akıcılık fotoğraflar sayesinde sağlandığından estetik anlamda haz vericidir, izleyende siyah beyaz fotoğraflar gerçekçilik yanılsaması bırakır, belgesel tadı verir. Bu yapımdan da anladığımız üzere deneyler her daim insanlar üzerinde bir distopya algısı yaratmada başarılı olmuştu. Gerçi bu deneylerin yalnız kendi üstümüzde olduğunu düşündüğümüzde hassaslaşırız, her gün kullandığımız milyonlarca kozmetik ürününde milyarlarca hayvanın kanının olması bizim için hiç de sorun değildir. Biz hâlâ sosyal medya platformlarında hayvan haklarıyla alakalı gönderilerimizi belki bir tavşanın körlüğüne sebep olan kremle ellerimizi yumuşattıktan sonra yazarız.
Mülksüzler, Ursula K. Le Guin tarafından 1974‘de yazılmış, karşılaştırmalı rejim incelemesidir. Kapitalist ve komünist devletlerdeki çarpıklıkları, dezavantajları tarafsız biçimde ele alır. Yazarın anlattığı Annares’de komünist bir düzen hüküm sürer. Herkes her işte çalışır. Topraklar verimsiz, yaşam koşulları zordur. Herkes her şeyi paylaşır ve mülkiyetçiliğe yer verilmez. Burada doğan bilim adamı Shevek teorisini yayımlamak adına Urras denilen kapitalist, devletçi gezegene gider. Hem burada yalnız bilim ile ilgilenebileceğini ve devletin dönüşümlü verdiği zorunlu görevler ile zaman kaybetmeyeceğini düşünür. Yeni tanıdığı bu ülkede çok hoş karşılanır, çevresindeki insanlar iyi koşullarda yaşamını sürer. Lüks tüketim öne çıkar. Shevek’in aklına yatmayan para ile dönen bu evrenin kurak arka sokakları ona hiç gösterilmez. Sınıflama açık biçimde kendini gösterir. Devletin mutlaklığı önemlidir. Yazar devletin gücü hakkında; “Birey devletle pazarlık edemezdi. Devlet güçten başka bir para tanımaz. Üstelik parayı da kendi basar.” der. İki rejimi de başarılı biçimde işleyen yazar, iki dünyanın da eksikliklerini göz önüne serer. Le Guin için distopya mükemmel devlet yönetimine asla ulaşamamaktır.
Yine yıl 1974’te Sırp sanatçı Marina Abramović de Ryhthm 0 adını verdiği performansını sergiler. Bu gösteri birçoğumuzun sanat anlayışını değiştirebilecek kadar sert olmakla beraber aslında verdiği mesaj da bir o kadar açıktır: Bir insana üzerinizde istediği şeyi yapabilme hakkı tanıdığınızda bunun sonuçları çoğu zaman iyi olmayacaktır. Abramović için distopyaysa insan ruhunun karmaşıklığı ve kötülüğüdür. Sanatçı bir distopya yazmaz ya da filmini çekmez ama daha gerçeğini yapar, gösterir.
Suzanne Collins tarafından kaleme alınan 2008 basımı Açlık Oyunları serisi, gözlemlenmek, tüketim toplumu, sınıflar arası eşitsizliği akıcı biçimde anlatır. Ülkemizde ilk Pegasus Yayınevi etiketi ile çıkan kitabın son ayağı Alaycı Kuş’ta Başkan Snow’un adaletsiz yönetimini yıkmak isteyen Başkan Coin’in gizlediği iktidar hırsı ve acımasızlığı gözler önüne serilir. Baş Karakter Everdeen’in ise Coin’i ve katıldığı oyunlarda rakiplerini öldürmesi bireyin hayatta kalmak için ne kadar değiştiğini gösterir. Son kitapta her şeyin bitmesine, halkın huzura kavuşmasına rağmen evli ve çocukları olan Everdeen, geceleri hâlâ uyuyamaz , eşi ile kâbuslar görmeye devam eder. Çocuklarının geleceğinden şüphe etmekten alamaz kendini, hüzünlü bir zaferi vardır. Kitap günümüz realite şovlarının ve gladyatör savaşlarının bir sentezidir. Günümüz distopyası ile Antik Roma distopyası homojen biçimde ele alınmıştır. Eser aynı zamanda 21. yüzyılda fantastik gençlik romanı olarak piyasaya sürülmesi açısından dikkat çekicidir. Önceki yüzyılda sonu iyi biten, romantik kitaplar ile haklının hakkını aldığı klasikleri okuyan nesil bu milenyum neslinden ayrılır. Distopya ve kötülüğü anlamanın yaşı da küçülür artık.
Yorgos Lanthimos yönetmenliğindeki Istakoz ise bize bambaşka bir anti ütopya sunuyor. 2015 sonunda gösterime giren filmde, devletin insanları “çift” olarak yaşamaya mahkûm ettiği bir evren yaratılmış. Eşleri olmayan insanların kendi istedikleri bir hayvana dönüştüğü filmde, absürt ögelerin alışılmış biçimde sergilendiği, duygusuz diyalogların geçtiği görülür. Baş karakter bu zorbalıktan kaçtığı, bu sefer de bir diğer zorbalık olan eşli olmama sistemine girdiği film, özgün senaryosu ile dikkat çekici. Öyle ki yaşadığımız ilişkileri yeni baştan düşünmemize sebep oluyor, birbirimizi görünen ve kanıtlanabilir benzerliklerimiz için mi istiyoruz?
Artık kahramanlığa çok fazla rastlamıyoruz sanatta. Eser sahipleri savaşın, kaosun iç yüzünü biliyorlar. Hem tüm eser sahiplerinin ortak endişeleri olmadığını da fark ediyoruz. Her birinin korkusu apayrı. Sanata yansımaları da öyle. Şunu da unutmamak gerekir, iyilik yahut huzur mefhumları algımız da birbirinden farklı. Platon’un ideal evreninde sanatçılara yer yoktu, bu da sanatçılar adına bir distopya olmuştu. Bazı rejim ve toplumlar da kişiye distopik zararlar verir; Stalin dönemindeki Sovyet Rusya sanatı büyük ölçüde baskıya ve sansüre uğradı. Eserler toplumcu olmalı ve propaganda içermeliydi. Bu da sanatın etki alanını ve konu serbestliğini tamamen hezimete uğrattı. Doğu bize ikona kırıcılık ile heykelleri tahrip etmeyi gösterdi. İran erkeğin ütopyası, kadının distopyası oldu. Batı bize resimlere takıntılı ve tüm önemli eserleri mağaraya hapsedecek kadar tutkulu Hitler ile bahşetti distopyayı. Teknolojik faaliyetler, robotlar ve başka gezegenden gelen insan dışı varlıklar da oldukça dikkat çekti kurmaca eserlerde ama bu kadar satırdır yazdığım gibi distopyalar sadece kurgularda olmadı.
Gözlemlenmek, sansür, iktidar baskısı 21. yüzyılın distopyasını bize her gün yaşatmaya devam ediyor. Peki bizlerin bunda rolü ne, ne kadar masumuz?
Kendi beyin süzgecime göre algılayabildiğim iyi yazılmış distopyaların hepsi gerçek. Yazarlarının eline sağlık. Aldous Huxley ve George Orwell’in şu son yüzyılı değiştirdiğini görüyorum ve önümüzde birkaç on yılları da hala değiştireceğini hissediyorum.
Şekillendirilen gerçekliklerimizin distopyalardan ilham alındığı bir dönemde yaşıyoruz ve gelecek olanı kayıtsızlıkla seyretmekten öteye gidemiyoruz.
Aldous Huxley haklıydı:
“Bana öyle geliyor ki bir ya da iki nesil sonra insanların esareti sevmelerini sağlayan ilaçlara dayalı bir sistem geliştirilmiş olacak. Böylece tüm toplum acı vermeyen bir toplama kampına dönüştürülecek ve insanlar özgürlüklerinin ellerinden alınmasından mutlu olacaklar; Çünkü propaganda ya da ilaç kullanarak beyin yıkama sonucunda insanlar isyan etmeye dair bütün arzularından arındırılmış hale gelecekler.”
Artık ilaçlara bile gerek kalmadı. Bunun yerine; medya ile algı yönetimi, ekonomik bağımlılık ve hayatta kalma mücadelesi, terörize edilerek özgürlüklerinin elinden alındığı ve küreselleşmeyle tektipleştirildiği, gösterilenden başka türlü olamayan bir toplum yapısı vd. var.
Çok uçuk fikirler olsa da bana da mantıklı gelenleri var, yok değil.
1984’ün içinde yaşıyoruz ya, distopyalar nasıl gerçek olmayabilir ki.
“Distopyaların hangileri gerçek olabilir”. .şeklinde bir başlık konuyu daha iyi anlatabilirdi. Nitekim distopyalar şu zaman için “gerçeklik” arz etmediği gibi gerçek olması da hiç bir zaman mümkün olamayabilir. Tamamı baskıya dayalı “kötümser fütüristik senaryolar” olarak ifade edebileceğimiz bahsekonu distopyaların, içinde bulunduğumuz zamanın sosyal, ekonomik, ahlaki ve inançsal şartlarına göre korkutucu olması, bunların gelecekte “aynen” gerçekleşeceğini göstermez, uygarlığımız öngöremeyeceğimiz sapmalar gösterebilir ya da bugün düşünülememiş farklı distopik senaryolar gelecekte gerçekleşebilir.
Ancak bilinen distopik senaryolar içerisinde gerçekleşmesi en mümkün olanlarının Kafka’nın Dava’sı ve Jack London’un Demir Ökçe’si olduğunu söyleyebilirim.