Folklorik korku son yıllarda özellikle sinema sanatında kendine özel bir alan açmayı başardı. İnsanlığın kadim hikâyelerinden beslenen bu tür, her coğrafyada farklı şekilde yankı bulmasıyla korku janrının en etkileyici alt başlıklarından birisi olarak haklı bir övgüyle karşı karşıya.
Biz de Cadılar Bayramı’nda okurlarımızla buluşturduğumuz bu özel soruşturmada sinema, edebiyat ve görsel sanatlarda folklorik korku unsurlarından yararlanan yapıtlara derinlemesine bir bakış atıyoruz. Cadılar, pagan ayinleri, kültler, batıl inançlar ve doğa – insan ilişkisinden yola çıkarak korkunun kaynağına, ritüellerin perde arkasına ve insanın ‘öteki’ yüzüne tekinsiz bir arkeolojik kazı yapıyoruz.
Dosyamızda yazar, çizer, tarihçi, arkeolog, editör, film eleştirmeni ve dijital içerik üreticilerinden oluşan, hepsi farklı disiplinlerden kıymetli isimlere favori folklorik korku anlatılarını soruyor; korkunun kültürel belleğimize nasıl işlendiğini, doğanın ve insanın karanlık yüzü üzerinden anlamaya çalışıyoruz.
Soruşturmamıza katılan isimler şu şekilde: Sinema yazarı ve yayıncı Fatma Cihan Akkartal, film eleştirmeni Gizem Şimşek Kaya, yazar Hakan Bıçakcı, Kayıp Rıhtım yayın yönetmeni Hakan Tunç, Korku 101 yöneticileri Levent Üstünbaş ile Furkan Üstünbaş, tarihçi ve yazar Mehmet Berk Yaltırık, çizer Nilüfer Üstüner, yazar Onat Bahadır, yazar ve arkeolog Özlem Ertan, VoodooNoise yayın yönetmeni Şeyma Akgöz ve editör Yankı Enki.
Folklorik Korku Soruşturması
Kill List – Film (Ben Wheatley, 2011)
Fatma Cihan Akkartal
19. yüzyıl sonunda Algernoon Blackwood, Arthur Machen gibi İngiliz korku yazarlarının ilgisini çeken folklorik korkunun adı, Blood on Satan’s Claw, The Witchfinder General ve The Wicker Man gibi filmlerin revaç bulmasıyla 1970’lı yıllarda İngiltere’de konmuştu. 2010’lu yılların başlarında Ben Wheatley, özellikle ikinci uzun metrajı Kill List ile İngiliz folk korkusunu yeniden gündeme getirdi.
Kill List, toplumsal gerçekçi bir estetik ve kurgu stratejisiyle, korkuya özgü çekim açılarını ve ses tasarımını birleştirip folklorik korkuya has müthiş bir sürprizli sonu şapkasından çıkararak hem bir drama hem bir suç filmi ve yönetmenin deyişiyle “korkunç bir film” olarak okunabiliyor, türler arasında sıçrayışlarında kendisine eşlik edebilen izleyiciye müstesna bir izleme tecrübesi sunuyor.
Folklorik korkuda, bir şey arayan kişi genelde belasını bulur. Kill List’te, Irak savaşından İngiltere’ye döndüğünde ekonomik durgunluk ortamında işsiz kalan Jay, kiralık katil olarak çalışmakta. Kral Arthur döneminin ahlaki netliğini, refahını ve huzurunu arayan baş kişimiz pagan bir karnavalın trajik finalinde Rabelais’nin deyişiyle bir roi pour rire/gülünesi Kral’a dönüşüyor. (Karısı Shel’in finaldeki o çok tartışmalı gülümsemesinin anahtarı budur bence.) İnsan kurban etme, kırsalda çıplak törenler, gizli gündemler ekstrem şiddetin arındırıcı etkisine bağımlı Jay için yazılmış yeni bir yol gibi görünse de kült onu bu dünyaya çekmeden önce de zaten bu dünyada yaşamıyor muydu? Kültün dışından, habersiz birinin başına gelen ani aydınlanma folk korku anlatılarında en çok kişinin kendisine dair bir hakikati kavramasına tekabül eder.
Folklorik korkuda kültler, şaşırtıcı birer kötülük örgütlenmesidir (istisnalar kaideyi bozmaz), İngiltere’yi kimseye inandırıcı gelmeyen sebeplerle ve gerçekleri gizleyerek Irak savaşına sokan, ekonomik krizi çağıran hükümet de, toplumu kendi çıkarları için şekillendirmek, yönlendirmek isteyen bir elitler grubu olarak bir kötülük örgütlenmesidir. Kill List, Ben Wheatley’nin deyişiyle “toplumsal sözleşmenin erozyona uğraması”na dair bir film. Folklorik korkuda dehşetin kaynağı, insanların inançları ve inançlarının güdümünde yaptıkları seçimlerdir; Kill List’teki gibi yalnızca paraya ve nüfuza inanan kişilerin yarattığı dünya bir ölüm kültünün vahşet dünyası olabilir olsa olsa ve diğerleri için buradan kaçış yoktur.
The Skeleton Key – Film (Iain Softley, 2005)
Gizem Şimşek Kaya
Beni etkileyen birçok korku eseri arasında folklorik korku denildiğinde aklıma ilk gelen filmler arasında The Skeleton Key bulunuyor. Iain Softley’nin yönettiği ve başrollerini Kate Hudson, Gena Rowlands, John Hurt, Peter Sarsgaard ve Joy Bryant’ın paylaştığı 2005 yapımı filmde genç bir kadının New Orleans’ta hemşire olarak çalışırken, Terrebonne Parish çiftlik evinde işe başladıktan sonra evde yaşanan gizemleri keşfetmesi anlatılıyordu. Filmin etkileyici yanı ise birçok izleyici gibi ana karakterin de hoodoo gibi batıl inanışlara sahip olmamasına rağmen, gizem perdesini araladıkça inanmaya ve korkmaya başlaması. Bu korkunun inandırıcılığının dozunun yüksek olması filmin etkisini de artırıyor.
Tabii, inandırıcılık demişken sanat yönetimini de es geçmemek lazım. Pagan ayinlere atıfta bulunan eşyaların bulunduğu Devereaux’lara ait çatı katının yanı sıra, hemşirenin gittiği benzinciden yerel büyücü dükkanına değin birçok sahnede özellikle siyahilerle özdeşleştirilmiş olan voodoo ve hoodoo’ya ait nesneler izleyicilerin karşısına çıkıyor. Büyücüler, çeşitli kurutulmuş hayvan uzuvları, aynalar, kötülüğün geçişini önlemek için yere serpilen tozlar başta olmak üzere hoodoo inancına dair nesneler aracılığıyla tekinsiz atmosferi bütün unsurları kullanarak yaratmayı başarıyor.
Amerika’ya siyahilerle gelmiş olan hoodoo inancı, filmin içerisinde bu tarihsel geçmişi de öyküsüne katarak ilerliyor. Kölelikle Amerika’ya gelmiş olan Mama Cecile ve Papa Justify’ın çalıştıkları evdeki çocuklara bir hoodoo ritüeli uygulmaları sonrası linç edilmeleri üzerinden hoodoo’ya dair bilgileri de başarılı bir biçimde işleyerek bu inancın dayandığı temelleri izleyicilere aralıklarla vermeyi ihmal etmiyor. Hoodoo ile voodoo arasındaki farklara da değinirken bu çok karıştırılan iki kavrama dair bilgileri izleyicilere aktarırken sıkıcı bir düzleme geçme tuzağına da düşmüyor.
Üstelik kendisinden sonraki pek çok filme de esin kaynağı oluyor. Sonraki yıllarda gösterime giren ve eleştirmenlerden geçer not alan Jordan Peele’ın yazıp yönettiği Get Out (2017) ve Paco Plaza’nın yönettiği La Abuela’nın (2021) yanı sıra Türk korku sinemasında da Battal Karslıoğlu’nun çektiği Gizlenen (2024) filminde de aynı olay örgüsü hoodoodan bahsedilmeksizin kullanılıyor.
Evil Dead – Film (Sam Raimi, 1981)
Hakan Bıçakcı
Folklorik Korkunun 80’lerdeki Temsilcisi
Folklorik korku denince aklıma ilk olarak “elevated horror” etiketiyle piyasaya sürülen Hereditary, Midsommar, The Lighthouse, VVitch gibi filmler geliyor. Koyu bir korku filmi hayranı olarak bu “elevated horror” etiketine bir türlü ısınamadığımı söylemeliyim. Diğer korku filmlerinin “ucuzluğundan” sıyrılmaya çalışan, onlara tepeden bakan kibirli bir tavrı var sanki havalı bu tanımın. İlk aklıma gelen bu nispeten yeni filmleri bir kenara bırakıp korku sineması tarihine bakıyorum ve bu dosya için seçmek isteyeceğim başka bir film çıkıyor karşıma: Sam Raimi’nin Evil Dead’i (1981).
Bizde Şeytanın Ölüsü adıyla gösterilen ve seksenlerin hemen başında çekilen bu kelimenin iki anlamıyla da olağanüstü film, folklorik korkunun ilk akla gelen örneği olmasa da, tipik unsurlarının çoğunu içeriyor: Kırsal ortam, izolasyon, batıl inançlar, paganizm ve doğanın karanlık yönleri… “İblis kamerası” adlı akıl alan kamera hareketinin de keşfedildiği, devam filmlerinde ilk filmdeki anlayışı komedi türüyle harmanlayarak yoluna devam eden benzersiz bir seri Evil Dead.
La Belle Dame sans Merci – Tablo (John William Waterhouse, 1893)
Hakan Tunç
Dosya için folklorik korku kaynaklarından beslenen bir tablo düşündüğümde aklıma ilk olarak İngiliz ressam John William Waterhouse’un eserlerine yeniden göz atmak geldi. 1849-1917 yılları arasında yaşayan Waterhouse, özellikle Yunan mitolojisinden ve Arthur efsanelerinden tasvir ettiği kadınlarla biliniyor. Yapıtlarında oryantalist bir etki olsa da Waterhouse’un kadın tasviri, folklorik korkunun önemli öznelerinden cadılarla da örtüşebilecek bir zemine sahip.
İngiliz klasikleri arasında yer alan John Keats’in 1819 tarihli baladı La Belle Dame sans Merci (Merhametsiz Güzel Kadın) için Waterhouse tarafından çizilen bu tablo, doğaüstü bir güzelliğe sahip, tehlikeli bir kadın ile ona yardım eli uzatmış ama açık bir şekilde tehlikede görülen bir şövalyeyi resmediyor.
Tabloya ilham veren Keats’in baladı, bir şövalyeyi bakışları ve müziğiyle baştan çıkardıktan sonra onu ölüme mahkum eden bir peri hakkında. Eserde anılan bu peri, birçok sanatçıya 19. yüzyıl femme fatale ikonografisinin erken örnekleri hâline gelen resimler çizme konusunda esin kaynağı olmuştu.
Tablo, folklorik korkuda sıkça işlenen doğa içerisindeki izole insan hissini başarılı bir şekilde veriyor. Aynı zamanda şövalyeyi büyüleyerek onu etkisiz hâle getiren doğaüstü bir varlık ve ölümün yavaşça kontrolü ele almasının alegorisi de folklorik korkunun unsurları arasında öne çıkıyor.
Doğanın ortasında, doğaüstü güçlerin insana hükmettiği bir dünyanın tekinsiz hissini veren eser, folklorik korkunun görsel sanatlardaki başarılı yankılarından birisi.
November – Film (Rainer Sarnet, 2017)
Levent Üstünbaş
Folklorik korkuyla tanışmam çok eski, fakat 2017 yılında izlediğim November filmi benim için adeta bir milat oldu. Bu zamana kadar öğrenip şaşırdığım ve bir o kadar da iştahlandığım her motifin günlük hayatın bir parçası olduğu izole Estonya köyünü izlerken, gerçeklik algımı yitirdim ve, “Acaba Anadolu’da da eski pagan adetlerine bağlı kalmış, heterodoks bir köy var mıdır?” diye düşündüm.
Komünyonda verilen ekmekleri kurşun harcıyla karıştırıp ava çıkmak, yağmur duası kadar gerçekçi bir çözümdü. Bir kratt sahibi olmak için şeytanla antlaşma yaparken, şeytanı kandırmaya çalışmak da insana dairdi. Ölüler gecesinde mezarından kalkıp gelecek olan aile büyüklerine kurulan sofra, bayram kahvaltılarımız kadar sahiciydi. Bu film bir korku filmi değildi; ancak filmde gördüğümüz her şey, istisnasız bir korku öğesiydi. Çok küçük dokunuşlarla iliklerimize kadar korkacağımız bir hikâye izleyebilirdik. Korku gibi keskin bir içgüdünün aslında ne kadar muğlak sınırlara sahip olduğunu da gösteren bir eserdi. Bu eserin uyarlandığı roman maalesef dilimize kazandırılmamış. Filmin ise 2017 Oscar adayı olduğunu hatırlatayım.
Furkan Üstünbaş
Folklorik korku, korku filmlerine yeni ilgi duymaya başladığım dönem çok da farkında olduğum bir tür değildi. Korkuya olan ilgim zaman geçtikçe sinemanın ötesine geçti. Farklı kültürlerde görülen korkunç halk hikâyeleri ve bu hikâyelerdeki fenomenler de beni cezbetmeye başladı. Farklı toplumlarda görülen folklorik korku öğelerinin kökeninin her zaman bölgenin coğrafyasıyla ve mücadele edilen koşullarla ilgili olduğunu düşündüm. 2017 Estonya yapımı November bu durumu muhteşem ve çok gerçekçi bir şekilde yansıtıyor.
Kratt adı verilen yaratığın, kışla ve yoksullukla mücadelenin bir ürünü olduğunu film çok başarılı bir şekilde yansıtmış. Krattların sürekli olarak efendilerinden iş istemesi ve yapacak işleri olmadığında kontrol edilmelerinin güç olması, soğuğun ve yoksulluğun folklorik korkuyu şekillendirmesine gerçekten muhteşem bir örnek teşkil etmiş. Veba ve kıştan korunmaya çalışırken yaşanan aşk hikâyesi de filmi çok daha kuvvetli kılıyor. Folklorik korku nedir sorusuna en iyi cevabı veren film olduğunu söyleyebilirim.
Kazıklı Voyvoda – Kitap (Ali Rıza Seyfi, 1928)
Mehmet Berk Yaltırık
En çok etkilendiğim folklorik korku eseri, Ali Rıza Seyfi’nin 1928’de Bram Stoker’ın Dracula (1897) romanından uyarladığı Kazıklı Voyvoda adlı romanıdır. Aslında mühim bir kısmı İstanbul’da geçse de Avukat Azmi’nin (Jonathan Harker) Transilvanya’da Bistritz kasabasındaki taşra manzaraları ve ıssızlığın ortasında Kont’un şatosunda yaşadıkları hasebiyle bu romanı hep folklorik korkuyla dirsek temasında görmüşümdür.
Aynı zamanda roman ilk defa Karadeniz havzasındaki ve Kafkasya taraflarındaki cadı-hortlak inanışı ile Balkanlardaki vampir inanışının aynı olduğundan bahsetmesi açısından, Türkiye’de o dönemden çok sonra bile uzun yıllar işlenmemiş başlıklara temas etmesi açısından önemlidir. Beni bu eserde etkileyen folklorik korku unsuru romanda sık sık “hortlak” diye andıkları “vampir” temasıdır. Ayrıca eserde vampirlere karşı dua yazılı kağıtların ve sarımsağın kullanılması da folklorik korku açısından ilham verici bir başka unsurdur. Roman 1953’te Drakula İstanbul’da adıyla sinema filmine de uyarlanmıştır.
Gûzende Cadı – Çizim
Nilüfer Üstüner
Buradaki korku unsuru, Gûzende Cadı. Gulyabani kadar sık karşılaşmadığımız bir figür. Daha önce Türk Kültüründe Gulyabani projesinde beraber yer aldığımız Seçkin Sarpkaya’nın bir paylaşımında görmüştüm. Çoğumuzun ancak okulda ismen duyduğu Battalname’de geçen bir tasvir.
“Çirkin, melun Gûzende Câzû da o anda meydana girdi. Kırk arşın boy, büyüler söyler ve bir gergedana binmiş ve bir kara yılanı kamçı etmiş ve bir kara palas giymiş ve dört yüz kendi gibi melun cazûlar yanında cümlesinin ağızlarından ateş çıkar.”
Battalname’yi açıp okumadıkça ya da alanda araştırma yapmadıkça çoğu kişinin karşılaşmayacağı bir tasvir. Ancak böyle bir figürün tarihi bir kaynakta yer alması, onu görselleştirme fikrini ilginç kıldı.
Bu tasviri sadece resmeden bir sanatçı olmaktan öte, karakterin kendisi olmayı tercih ettim. “Ben Guzende Cadı olsaydım nasıl görünürdüm? Gergedanım nasıl olurdu? Kamçıyı nasıl tutardım? Guzende Cadı olarak etrafımda neler görürdüm?” İnsanlardan farklı ve üstün görüyorum kendimi; öyle ki, onların korkup kaçtığı yılanı elime kamçı yapmışım. Bu düşüncelerle yola çıktığımda, bu illüstrasyon ortaya çıktı.
Bu eser aynı zamanda, kendi kültürümüzde ve tarihimizde çok çeşitli korku figürlerinin yer aldığını, fakat çoğunun bilinmediğini fark ettirdi bana. Bu tarz mitolojik öğeler ve hikâyeler, yurtdışında sinema ve oyun sektöründe güçlü bir şekilde yer alıyor. Assassin’s Creed Odyssey gibi bir oyunla Yunan mitolojisi geniş kitlelere ulaşabiliyor ve genel kültüre katkı sağlıyor. Benzer şekilde, bizim mitoloji ve korku unsurlarımızın da bu şekilde işlenmesinin toplumun kolaylıkla ulaşabileceği ve bahsederken keyif alacağı bir yere dönüşmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda son yıllarda birçok illüstratörün bu alanda çalışmaya başlaması ve bunun önünün açılması harika bir gelişme. Umarım bu çalışmalar pek çok yeniliğe ilham olur.
Drakula – Kitap (Bram Stoker, 1897)
Onat Bahadır
Dünyada hemen her coğrafyada görülen bir folklorik unsur “vampir”. Bir batıl inanç, bir korku figürü… Bram Stoker, böyle bir figürü başyapıtı Drakula ile kalıcı, evrensel bir anlatıya kavuşturmuş. Salt bir folklorik/fantastik korku romanı diye özetleyemeyeceğiniz kadar katmanlı bir metin Drakula. Size aşk, ahlak, varoluş, başkaldırı, din, ölüm, ölümsüzlük hakkında düşünme imkânı verir.
Roman, folklorik korku aracılığıyla kadim korkularımıza sesleniyor. Halen karanlıktan, metruk yapılardan, ıssızlıktan hoşlanmıyoruz. Bol ışıklı şehir hayatlarının bu korkularımızı yok ettiğini söylemek de pek mümkün değil.
Kitabın sırtını yaslayıp beslendiği folklorik hikâye ise Balkanların “vampir” anlatıları ve tarihi bir kişilik olan Vlad Tepeş’in hayatıyla şekilleniyor. Yazarın kurduğu özgün hikâye ile bu folklorik figür; okuyan herkesin içinde kendisinden bir şeyler bulabileceği, türlü çağrışım ve yoruma açık, Gotik edebiyatın klasik bir eseri mertebesine ulaşmış.
Midsommar – Film (Ari Aster, 2019)
Özlem Ertan
Paganizm, Ölüm – Yaşam Döngüsü ve Korku
Paganizmi gerilim-korku unsuru olarak kullanırken, Pagan felsefesini de başarıyla yansıtması bakımından Ari Aster’in Midsommar filmini çok önemsiyorum. Adını 21-23 Haziran’da, Litha adıyla kutlanan yaz gündönümünden alan Midsommar’ın bu yönüyle folklorik korkunun da kıymetli bir örneği olduğunu düşünüyorum.
Kuzey yarımkürede yaşayan Paganlar tüm mevsim döngüleri gibi yaz gündönümünü de şenliklerle kutlarlar. Doğada şenlik ateşleri yakarak, gücünün doruğundaki Güneş’e teşekkür ederler. Çünkü ateş arındırıcı ve dönüştürücü bir element olmasının yanı sıra Güneş, Tanrı’nın yeryüzündeki tezahürüdür. Midsommar’da da doğada ateşler yakıldığını ve ölülerin ateşe verildiğini, filmi izleyenler hatırlayacaktır.
Filmde gerilim unsuru Pagan kültürüyle bağlantılı olarak tam dozunda kullanılıyor. Yaz gündönümü şenliklerinin ilk günlerinde orta yaşlarının üstündeki bir kadınla erkek bir tepeye çıkıp ritüel yaptıktan sonra aşağıya atlıyor. Kadının başı direkt kayaya çarptığı için parçalanıyor, erkeğin ise bacağı deforme oluyor, ama ölmüyor. Acı çeken adam köylülerce başına büyük bir balyozla vurularak öldürülüyor. Filmdeki gerilim dalgasının başlangıcı diyebileceğimiz bu bölümde bir Paganın ölüme bakışını da çok net görüyoruz. Paganlara göre, ölüm bir son değildir. Hayat döngülerden oluşur ve ölümden sonra yaşam gelir. O kadınla erkek de yeni bir döngüde yeniden doğmak üzere seve seve ölümü kucaklamıştır.
İstemeyerek de olsa köyün kutsallarına zarar verenlerin ve gönüllülerin yaşama vedası da tam bir ritüel olarak karşımıza çıkıyor. Cesetlere dallarla ağaç görünümü verilmesi, kurban edilen kişilerden birinin, iç organları çıkarılmış ölü bir ayının bedenine yerleştirilmesi gibi detaylar da Pagan anlayışını yansıtıyor. Burada ayı vahşi doğayı temsil ediyor ve kurban edilen kişinin doğanın karnından yeniden doğacağına vurgu yapılıyor. Başkarakterin tanrıçalar gibi çiçeklerle süslenmesi ise aslında tanrıçanın ona enkarne olduğunun göstergesi.
Uzun lafın kısası Midsommar paganizmi “kötücül” ve “şeytani” gösterme kolaycılığına düşmeyen, neyi neden anlattığını bilen ve gerilim unsurunu da ustalıkla kullanan bir film. Görsel yönetimi de son derece başarılı ve ritüellerle yaratılan gerilim atmosferi doğa görüntüleriyle destekleniyor. Bu yönleriyle beni çok etkilemiştir.
Hagazussa – Film (Lukas Feigelfeld, 2017)
Şeyma Akgöz
Hagazussa, izleyiciler arasında keskin bir ayrım yaratan, benzersiz bir film; seveninin çok sevdiği, sevmeyenin ise “Bu ne biçim bir filmdi?” diye sorgulayabileceği türden. Açıkçası bana göre Hagazussa, folklorik korku tabirinin tam karşılığı olan filmlerden biri. Zira hem manzara sahneleriyle doğanın o kendine has ürkütücülüğünü çok iyi yansıtarak seyirciyi tekinsiz bir serüvene sokuyor, hem de köy halkının cadı olmakla suçladığı bir kadının öyküsünü seyirciye olması gerektiği gibi aktarıyor.
Filmin konusuna değinecek olursak, film 15. yüzyılda Alplerin izole ve karanlık atmosferinde geçiyor. Ana karakter Albrun, keçi çobanı olarak yaşadığı küçük köyde, halk tarafından dışlanmış bir kadındır. Köylüler, Albrun’u yalnızca toplumun dışında tutmakla kalmayıp onu cadılıkla suçlayarak daha da derin bir yalnızlığa sürükler. Albrun’un yalnızlığı, doğanın vahşi ve sessiz kollarında daha da belirgin bir hale gelirken, filmin senaryosu izleyiciyi cadı olmakla suçlanan bir kadının iç dünyasında giderek büyüyen o karanlık dünyanın keşfine çıkarıyor adeta.
Evet film kesinlikle durağan bir film. Ancak doğa sahneleri ve insanın kendi yalnızlığını yüzüne tokat gibi çarpan doğa görüntüleri seyirciye huzur içinde bir huzursuzluk hissiyatı veriyor.
Anadolu Korku Öyküleri Serisi – Kitap (Kolektif, 2006 – 2013 – 2017)
Yankı Enki
Folklorik korku, korku edebiyatının fazlasıyla spesifik bir türü gibi görünebilir fakat aslına bakılırsa onu korkunun bir dalı olarak ele almak yerine korku edebiyatının köklerinde aramak gerekir. Bunun da ötesinde, folklorik korku diye ayırdığımız türün aslında hikâye anlatıcılığının ortaya çıkışında, halk hikâyelerinde ve elbette masallarda ne kadar “kurucu” bir işlev üstlendiğini görmek mümkün.
Folklorik korku bu yüzden önemli; bizi edebiyatın, hikâyenin, “bir şeyi neden ve nasıl anlatıyoruz?” sorusunun cevabına götürdüğü, bize kılavuzluk yaptığı için. Yazının da öncesine, “söz”e götürdüğü için. Haliyle bu soruya cevap ararken korkunun da neden bu kadar kıymetli olduğu ortaya çıkıyor.
Batıdaki korku edebiyatının geçmişine baktığımızda birçok belirleyici örnek tabii ki mevcut fakat ben konu halk anlatıları ve yerel inanışlara dayandığı için bu çerçevede öncelikle bakmamız gereken yerin Anadolu olduğunu düşünüyorum.
Bu bağlamda da en çok etkilendiğim ve Türkiye’de korku edebiyatıyla içli dışlı olan her okurun da etkilenmesinin kaçınılmaz olduğunu düşündüğüm eser(ler) yaklaşık son yirmi yıl içerisinde yayımlanan ve Galip Dursun, Işın Beril Tetik, Demokan Atasoy önderliğinde yazılıp derlenen Anadolu Korku Öyküleri serisi. Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanan ve her cildinde birçok yazarın öyküsüne yer verilen bu derlemeler, Anadolu folklorunun ve yerli korku unsurlarının kullanımı ile güncelliğini asla yitirmeyecek nitelikte öyküler barındırması açısından edebiyatımızda bir lokomotif konumunda.
Folklorik korku, yukarıda belirttiğim gibi, nasıl sadece bir dal değil ve daha ziyade kök ise, bizim folklorik korku kültürümüzün de köklerinde Anadolu Korku Öyküleri yatıyor. Korku edebiyatımızın gelişimi açısından tüm yazar ve yazar adaylarının da bu seriden etkilenip köklerden gövdeye ve yeni filizlenen dallara uzanan bir korku edebiyatı ağacı oluşturmasını dilerim.
Siz de favori folklorik korku eserlerinizi yorumlarda ve Kayıp Rıhtım Forum’da bizimle paylaşabilirsiniz.
* Kapak görseli Lucien Shapiro’nun Bitter Sweet performansından.
Forum üzerinden yorum yapıp sohbete katılmak için tıkla!