Joseph Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu adlı kitabında lineer bir zaman-mekân bağlamı içindeki hemen her kurgunun, aynı çatı iskelet üzerinde şekillendiğini ileri sürer. Buna göre hikâyenin, destanın, romanın kahramanı, tarihin tekerrür eden çarkı üzerinde ilerlediğinden yaşadığı yolculuk, bir sonraki maceraya ve çağrıya gebe olan bir “çember”dir aslında. Nitekim Campbell’den yıllar sonra araştırmacılar 1700 romanı inceleyerek temel iskelet olarak altı tip hikâyenin bulunduğunu ortaya koymuştur.
Bunun için Washington State Ünversitesi’nden Prof. Matthew Jockers ve Vermont’s Sayısal Hikâye Laboratuvarından araştırmacılar, binlerce kitaptan elde ettikleri analizlerle “arketip” olarak nitelendirebileceğimiz, metinlerin temelinde birtakım sabit yapılar tespit etmiştir. Duygu analizi yoluyla elde edilen veriler için sosyal medya postları kullanılmıştır. Burada tercih edilen kelime türlerine bağlı olarak bir sözcük, pozitif (mutlu) veya negatif (üzgün) olmak üzere ayrılmış, yahut korku, neşe, hayret, beklenti gibi ara duygularla ilişkilendirilmiştir.
Sahiden, dünyanın neresinde olursa olsun, hangi dilde yazılırsa yazılsın, o çok aşina olduğumuz yahut elimizden düşürmediğimiz eserler, yalnızca 6 temel hikâyenin farklı isimlere bürünmüş hâli midir? Gelin örnekleriyle birlikte bu 6 hikâyenin perdelerini aralayalım.
İlahi Komedya (Dante Alighieri, 1308-1320)
Hikâye türü: Sefaletten zenginliğe
Dante’nin sıkıca dokunmuş, özgün bir simetrik yapıya sahip olan destansı şiirleri, şair Virgil eşliğinde İnferno’daki cehenneme yapılan hayali bir yolculuğu anlatır. Eserin başında olaylar düşük bir duygu seviyesinden başlar ve cehennem halkalarından aşağı inildikçe daha da olumsuz bir bağlam çizilir. Ancak cehennemden mucizevi bir şekilde kurtulduktan sonra kahramanlarımız Arınma Dağı’na tırmanarak ruhlarını temizler, şehvetli zaaflarından sıyrılır. Dante’nin ideal kadın olarak betimlediği Beatrice, sonunda Virgil’le birlikte gerçek erdem ve onurun erişildiği cennete yükselir. Böylelikle, başlangıçta sefil bir hâldeki ruh, yolculuğu boyunca arınarak erdemin manevi zenginliğine ulaşır.
Madam Bovary (Gustave Flaubert, 1856)
Hikâye türü: Zenginlikten sefalete
Flaubert’in hikâyesinde kahramanımız Emma Bovary’nin durup kendi hayatını düşündüğü bir sahne vardır. Burada Emma, o âna dek yaşadığı olumsuzluklara bakarak ömrünün kalan kısmının muhakkak daha iyi olacağına kanaat getirir. Ne ki umduğu gibi olmaz. Bunun yerine umutsuz, hatalı ilişkilerin peşine düşer Emma; bıkkınlık getiren, sıkıcı ve bunaltıcı adamlarla sürdürdüğü nihayetsiz gönül eğlenceleri, üstelik beraberinde gelen bir yığın borç, birkaç yudum arsenikle son bulurken Emma da canından olur. Ölümünün üzerine sayısız ihanetini öğrenen acılı eşi de trajik bir şekilde hayata veda ederek geride öksüz ve yerim bir kız çocuğu bırakır. Ne var ki trajedinin sonu gelmemiştir; büyükannesinin yanına gönderilen küçük kız, onun da ölümü üzerine yoksul teyzesinin yanına gider. Burada pamuk fabrikalarında çalıştırılır ve böylelikle sefil bir hayata mahkûm edilir.
Romeo ve Juliet (William Shakespeare, 1597)
Hikâye türü: Icarus
Romantik dramanın baş tacı Romeo ve Juliet, Shakespeare’in orijinal hikâye çizgisinde ilerleyen bir trajedi gibi görünse de duygusal analiz yapıldığında kurgunun aslında kanatlı trajedi Icarus’un yolculuğuna daha yakın olduğu görülmüştür; önce yükseliş, ardından hızla düşüş. Trajedinin doğasına uygun olarak başkahramanın ölmeden önce bir kıza tutulması ve hayatının son bulmasıyla aşkından ayrılması gerekir. Kurgunun romantik zirvesine de nitekim bu noktada, iki sevgilinin birbirine ilan-ı aşk ettiği meşhur balkon sahnesinde görülür
Hikâyenin bundan sonrası ise âşıkların düşüşünü anlatır. Ve birbirini takip eden ölümler, bu düşüşü kaçınılmaz bir son hâline getirmiştir.
Aşk ve Gurur (Jane Austen, 1813)
Hikâye türü: Delikteki adam veya Kül Kedisi
Tıpkı Kül Kedisi masalında olduğu gibi Austen’ın klasikleşmiş romanı da balolar, eğlenceler ve renkli hayatlarla dolu ihtişamlı bir bağlamla açılır. Ancak devamında karakterlerin ayrılması, yanlış anlaşılmalar nedeniyle birbirlerine düşman kesilmeleri gibi durumlar geliştikçe baştaki renkli dünyanın üzerine karanlık bir gölge düşmeye başlar. Elizabeth ve Darcy arasında oluşan gerilim, bilinmezliklerden ötürü üstü kapalı kalan gerçekler, duygusal iniş çıkışlarına bakıldığında Kül Kedisi Sindirella’nın kaderiyle paralel ilerlemektedir. Nitekim masalın sonunda prens nasıl doğru kişiyi bularak mutlu sona eriyorsa Austen’ın masalında da Darcy, Elizabeth’in kalbini kazanır; bilginin konumu bakımındansa herkes, baştaki hâlinden çok daha fazlasını öğrenmiş vaziyettedir.
Frankenstein (Mary Shelley, 1818)
Hikâye türü: Oedipus
Doktor Victor Frankenstein’ın meşhur canavarının öyküsüyle Shelley’nin etkileyici romanı, hem duygusal hem de biçimsel anlamda oldukça değişken bir yapı izlemektedir. Kaptan Robert Walton’un ağzından başlayan anlatı, zamanla canavarın dünyası ve diliyle yer değiştirir. Metinlerarası bu geçiş, nitekim karakterlerin psikolojik hâlinin de yansıması olmaktadır. Kendine karşı cinsten bir eş talep eden canavar, Doktor Frankenstein’ın olumsuz tepkisiyle karşılaşır. Bu noktadan sonra kaderi mühürlenmiştir artık. Ve doktoru tehdit ettiği cümleler, akıllara Oedipus’un talihini getirmektedir: “Unutma, evlendiğin gün ben de orada olacağım.” Bir kehanet niteliğindeki bu cümlelerin gerçekleşmesi, bununla birlikte yaratık-yaratan yahut anne-oğul ilişkisi, canavarın gittikçe karmaşıklaşan dünyasının aslında Oedipus’un bir yansıması olduğunu adım adım gösterir. Nitekim karakter analizi yapıldığında canavarın tepki ve davranışlarını Freud’un bu yöndeki teorilerine birer örnek olarak okumak da mümkündür.
Çirkin Ördek Yavrusu (Hans Christian Andersen, 1843)
Hikâye türü: Karmaşık
İçlerindeki en kısa hikâye olmasına karşın Andersen’in masalı, esasında diğer hikâye türlerini de içeren karmaşık bir yapıya sahip. Kurgu boyunca çirkin ördek yavrusunun başına gelenler, her ne kadar ördeğin lehine gelişiyor gibi görünse de yolculuk boyunca karanlık taraflar da mevcut. Örneğin diğerleri gibi dünyaya gelmesine rağmen “farklı” olarak nitelendirilerek kötü muamele görmesi; diğer ördeklerden çok daha iyi yüzdüğünü fark etmesi, ancak dondurucu kış soğuğunda ölümün eşiğine gelmesi, kurgunun iniş çıkışlı yapısını göstermektedir. Birbiri ardına değişkenlik gösteren bu yapı da tek bir kurgu gibi görünen hikâyeyi, birbirine zincirlenmiş karmaşık bir boyuta taşımıştır.
* * *
Görüldüğü üzere metin bilimcilerin ortaya koyduğu bu 6 temel çatı hikâye, içinde sayısız karakteri barındıran trajedilerden basit görünümlü peri masallarına kadar çok geniş bir metin yelpazesinin özetini oluşturur nitelikte. Sizler de elinizdeki romanın kahramanlarını, başka bir eserdekilerle değiştirdiğinizde yine benzer kurguları elde ettiğinizi gördünüz mü?
Ancak postmodern eserlere gelindiğinde Jockers ve diğer araştırmacıların çalışmaları, metinden, cümleden ve kelimeden oluşan duvarlarla karşılaşabilir. Zira yapı-bozum ile kurgulanan bu eserleri, belli çatı kategoriler altında toplamak, doğalarına aykırı gibi görünüyor.
Ne dersiniz, postmodern eserler için de arketip kategoriler söz konusu olabilir mi? Görüşlerinizi forumlarımız üzerinden bizlerle paylaşabilirsiniz.
Kaynak: bbc.com
Bu kategorilere girmediği için en sevdiğim yazar Murakami sanırım
Bu tür çalışmalar ve ortaya konan kalıplar, yazarlar için de okurlar için de faydalı.
Yazar, neyi, hangi güzergahta nasıl anlatırsa, ne gibi sonuçlar çıkacağını iyi kötü önceden kestirir. Tabii okurlara taze deneyimler sunabilmek için kurallarla oynamak, kurallarla oynamak için de üstünde oynanacak kuralları bilmek gerek.
Okur, okuduğunu irdelerken, anlatımda neyin neden var olduğunu ve bu bağlamda, anlatımın hangi noktalarda güçlü ve zayıf olduğunu daha rahat kavrayabilir. Tabii zayıf veya güçlü bulunan yönün arkasındaki mekanizmayı ve alt metinsel amacı anlamasına da yarar sağlayacaktır.
Murakaminin kitaplarında iki tür birden işliyor sanki. Zenginlikten fakirliğe ardından fakirlikten orta halliliğe. Duygusal olarak sıfır noktasından başlayan karakter önce yükselir sonra trajik bir olay olur ve düşüşe geçer. Bu düşüşte kendini keşfeder ve tekrar duygusal olarak yükselmeye başlar. Bana böyle gibi geldi.
Post modern romanlarda zaman kişi ve olaylarda istenildiği gibi oynanabiliyor ve bu yüzden de belli bir kalıba sokmak mümkün değil gibime geliyor. Hasan Ali Toptaş, Oğuz Atay, İhsan Oktay Anar verebileceğim örnekler.
Post modernizmin sınırlarını nereye kadar çizeceğimiz, neyi tam olarak post modern alabileceğimiz, ucu açık bırakılan bir soru işareti galiba Bu nedenle sözü geçen kalıpları klasik eserlerde denemek en doğrusu