in ,

Ölüler ve Dizginlenemeyen Güçleri – Karen Osborne | Çeviri Öykü

2019 Nebula En İyi Kısa Hikâye adaylığı da bulunan Karen Osborne imzalı bilimkurgu öyküsü Ölüler ve Dizginlenemeyen Güçleri, Türkçe çevirisi ile sizlerle.

Ölüler ve Dizginlenemeyen Güçleri - Karen Osborne | Çeviri Öykü
- Reklam -
- Reklam -

Karen Osborne imzalı Ölüler ve Dizginlenemeyen Güçleri öyküsü sizlerle. Architects of Memory ve Engines of Oblivion gibi romanları ile adını duyuran yazar, daha önce birçok dergide bilimkurgu öyküleriyle de yer almıştı.

2019 Nebula En İyi Kısa Hikâye dalında aday gösterilen Ölüler ve Dizginlenemeyen Güçleri, eşitsizliği ve umutsuzluğu alternatif bir gerçeklikte, cennet vaadi eşliğinde okura sunuyor.

Boşluk, ayrılık, bölünme, umut. 1960’ların dilinde, 90’ların tarzında yazılmış güçlü bir metin sizleri bekliyor. Bir Suç Yiyen olmak zorunda kalan kadının öyküsü, Esen Özbay çevirisi ile sizlerle. İyi okumalar.

- Reklam -

Cenaze töreni bitmek üzereyken kaptanın cesedi patlıyor.

Güller şarapnellere dönüşüyor. Katedral, alevlerin içinde kayboluyor. Kan içindeyim. Kemik parçaları başımın, kolumun, inleyen açık ağzımın yanında duvara saplanıyor. Bir Suçyiyen’in çocuğunun durması gereken yerde, odanın en arkasında duruyorum. Bu yüzden herkes ölürken ben hayattayım.

Eskiden bir kız çocuğuydum. Şimdiyse yüz taneyim. Ölüler beni fısıltılarıyla uyandırıyor, rüyalarımda bile bana eşlik ediyorlar. En eskileri kendi isimlerini bile unutmuşlar ama öfke ve kıskançlıkları hâlâ hatırlarında. En yenileriyse hâlâ hayattalarmış gibi kafamın içinde didişip duruyorlar: kana bulanmış Madelon, dedikodu sever Pyar, güç delisi Absolon… Yüzünü uzaya çevirmiş, kırık dökük, güzel Ev’imizin kaptanları.

Benim kaderim en başından belliydi: Suç Kasesi’nden içmek ve kaptanlarımızın günahları Cennet’e doğru yol alan insanlarımıza zarar veremesin diye onları vücudumda taşımak. Ayaklarım tutmayana kadar katedralde, yıldızların altında bekleyebilirim, boğazım gayretimden çatlayana kadar dua edebilirim, yine de hakikat değişmeyecek. Kaptanlar günahsız olmalıdır. Soy gemimizi özgüvenle, ahlaki doğruya dönük bir zihinle yönetmeleri gerekir. Yeni kaptanımız Bethen, bu geminin içinde nefes alıp veren yüz bin insanın ve onlardan doğacak tüm hayatların sorumluluğunu omuzlarında taşıyor. Ölüler dirilip bu savruk dünyamızı kara bir boşluğun içine düşürmesin diye, ailesinin günahlarını bir başkası taşımak zorunda. Bethen gemiyi yönetebilsin diye, parmak boğumları bembeyaz, dudaklarındaki salyayı diliyle sile sile kendisini uyutmaya çalışan bir başkası olmak zorunda.

Bu ‘bir başkası’ benim.

Bombalı saldırı şöyle geçiyor: her tarafım kanla kaplı. Islak et parçalarıyla çevriliyim. Bu kâbusa dair hatıralarım, çürümüş Absolon’un bana gösterebileceği her şeyden daha korkunç olacak. Yüzümü siliyorum, ellerimi, saçlarımı, fakat her yer kanla kaplanmış. Ayaklarımın altında paramparça gül yaprakları var ve hâlâ yanmaya devam ediyorlar. Ellerim titriyor. Bunlar benim ellerim mi, emin olamıyorum. Çığlık atıyorum. Çıkan benim sesim mi, emin olamıyorum. Etrafta gözlerimle babamı arıyorum.

Babamı bulamıyorum.

Bombalı saldırıyı takip eden günlerde ara güverte dedikoduyla kaynıyor. Hayatta kalanlarımız, yaşananları zihnimizden silebilmek için durmadan içiyoruz. Birinci mevkiden gelen polisler, eskiden kaldığım ara güverte yatakhanesinde arama yapıyor. Yataklar alt üst oluyor ve işçiler duvarlara doğru itekleniyor. Ayaklanma, suikast, ayan beyan terörizm… Ev’in gövdesi içinde böyle tiksinç bir şeyin yaşandığı hiç görülmemiş. Birinci mevkinin göz alıcı merhametine başkaldırıldığı hiç olmamış. Neden olsun ki, gemimizin kaptanı sadece güzelliğin gerçeğini görebilirken?

Merak ediyoruz. Burada, ara güvertede, merak etmekten başka elimizden gelen pek bir şey yok. Biz de yiyoruz. Konuşuyoruz. Uyuyoruz. Hidroponide ve bakım ekiplerinde çalışmaya devam ediyoruz. Büyüklerimiz merhametliler, bir süreliğine güverte silme ekibine geri dönmeme bile izin veriyorlar, kan dolaşımımdaki günahlar beynime ulaşıp dediklerim ve yaptıklarımın kontrolünü benden alana kadar. Onları uyarmak için ağzımı açıyorum: kaptanlara güvenemezsiniz, geçmişte ayaklanmalar olmuş, onlarca insanın öldüğü olmuş hava kilidinden dışarı atılan çocuklar gördüm —

ama Absolon ağzıma bu kelimelerin yerine müstehcen kelimeler dolduruyor, Madelon da iş gününün ortasında altıma işetiyor beni. Büyüklerimiz bana çocukları korkuttuğumu söyleyip beni yatakhaneden çıkarıyorlar. Herkes gerçekte neler olduğunu öğrenebilsin diye bu kanlı hakikatlerimi kağıda karalamaya çalışıyorum ama Pyar parmaklarını parmaklarıma geçiriyor ve boğazı kesilmiş peluş hayvanlar ve bozulmuş gül destelerinden başka bir şey çizemiyorum. Çizdiklerimi de lime lime ettirip yediriyor bana zaten.

Ara güvertedekiler, kafamın içindeki dipsiz boşlukta hakikatin olduğunun farkındalar. Neden bana yüz çeviriyorlar? Beni dinleseler olmaz mı?

Onların taşıyamadığı bu yükü benim taşıyabileceğimi sanmaları neden?

Bugünü rüyalarımda görüyorum. Bombalı saldırıyı.

Bugün olanları durmadan rüyalarımda görüyorum.

“Mey.”

Zangoçun karnından kanlar dökülüyor, fakat bütün acısına rağmen görevini unutmuyor. Yapması gerekenin farkında. Bütün bunlar olmadan önce bana iyi davranırdı. Kanla ıslanmış elimden tutuyor ve beni harap olmuş mihraba doğru, pencereli kubbeye, yıldızların altına doğru çekiyor. Aklımın çığlık atmayan bir yerlerinde, yapılması gerekenin bu olduğunun farkındayım. O bir zangoç, bu bir cenaze, ben de son Suç Yiyen’im.

Son Suç Yiyen olduğumu biliyorum, çünkü zangocun biraz önce üzerinden geçerken dikkat etmemi söylediği kanlı yığın babamdı.

Babam doğmamı hiç istememiş. Bu döngü bitsin istiyormuş. Yaşadığı bunca dehşeti kendi çocuğuna da göğüslemek zorunda kalsın istememiş. Ben bir kaza sonucu doğmuşum. Bütün bunlara rağmen babam beni çok severdi. Ölmeden önce bana alnıma Suç Gözü’nü nasıl çizeceğimi —en dışta kırmızı göz kapağı, ortada beyaz iris ve en içeride siyah göz bebeği— ve ara güvertenin, kucağıma yiyecek bir şeyler bırakırken gözlerini kaçıran eski okul arkadaşlarımın insafında nasıl yaşayabileceğimi öğretti. Bir şeyler değişti artık, diyorlar. Annem artık seninle görüşmeme izin vermiyor. Babam yapabileceğin şeylerden korkuyor.

Yapabileceğim şeylerden ben de korkuyorum.

Ara güvertenin araması tamamlandıktan sonra ortalık biraz duruluyor. Polisler beni de sorguya çekiyor, ölmüş kaptanların benim gözden kaçırdığım bir şeyler görmüş olabileceğini umuyorlar. Onlara diyorum ki: Bombayı kimin patlattığını bilmiyorum. Buna kalkışmaya kimin gücü yeter, ondan bile emin değilim.

Başka şeyler söyleyebilecek cesareti topladığım zamanlarda ise Absolon sesimi kesmekten büyük keyif alıyor. Tüm dünya sanki dilime dayanmış kırık cam parçaları gibi. Ayaklanmalardan bir tanesini bana tekrar tekrar gösteriyor. Bayılıyor verdiğim tepkilere, gözümü çevirememem, kanı görünce kötü olmam hoşuna gidiyor. Gördüklerime dayanamadığımın farkında. Ara güvertenin ışıkla dolmuş küçük mabedinde yedi kişiyi vurduğu sırada, odadaki ışığın zümrüt rengi bir pencereden dışarıda tatlı bir gezegene vurduğunu gösteriyor bana. Bunun benim de başıma gelebileceğini gösteriyor. Cennet’e daha ulaşmadığımızı bilmesem, Absolon’un cennette olduğunu düşünürdüm.

Görüntünün sonunda geçen konuşmalar her seferinde aynı. Absolon, ikinci mevki polis memuruna “Cesetleri saklayacak bir yer bul,” diyor, memur da kaskatı bir çeneyle başını sallıyor ve mabedin deposunu öneriyor.

Absolon’un işkencelerine katlanabilmek için mabedin arka planda kalan detaylarına odaklanıyorum, muhteşem cam resimlerine ve onların arkasından gözüken durak gezegene. Görüntülerde gördüğüm pencere, katedraldeki pencerenin küçük bir kopyası. Sulak toprakların mavisine karışmış zümrüt yeşilleri, Cennet’imizin unutulmuş bir sanatçının elinden çıkma bir temsili. Aşağıda gözüken gezegense bereketli ve yemyeşil. Biraz daha ötede, sadece ara güverteden görülebilecek bir açıda geminin başına çizilmiş Suç Gözü’nü görüyorum.

Pencere bana çok tanıdık geliyor.

O akşam, yemekhanede gördüklerimi diğerlerine anlatmaya çalışıyorum ama Absolon başımın içine bir hançer saplıyor ve bana çektirdiği müthiş acı yüzünden söyleyeceklerim birbirine giriyor. Diğerleri başlarını sallayarak tepsilerini alıyorlar ve yemeklerini başka bir yerde yemeye gidiyorlar.

Tabii ki de dinlemezler. Soğan, ter, yağ ve bok kokuyorum. İğrencim. Yalpalıyorum, sendeliyorum ve kafamdaki seslerle mücadele ediyorum. Bir süre düşünmekten çıldıracak gibi oluyorum. Ta ki pencereyi nerede gördüğümü hatırlayana kadar.

Kaptan Pyar’ın ailesi öldü. Zarif sözleri ve altın rengi cüppeleri onları bombadan koruyamadı: karınlarının yarılmasından, ciltlerinin kapkara olmasından, gözlerinin yanmasından koruyamadı. Bir tek en küçükleri, Bethen hayatta kaldı. Benim yaşımda. Siyah saçları, ince parmakları, gemimizin gövdesi kadar parlak bir cildi var. Dizlerinin üstüne çökmüş. Cüppesi alevler içinde, ama farkında değil gibi.

Sol elinde Erdem Kasesi’ni, sağ elindeyse Suç Kasesi’ni tutuyor. Nasıl olduysa, kaselerin içindekileri kurtarmayı başarmış. Siyah sıvının içinde kımıldanan nanobotları görebiliyorum—iyi anılar ona, kötü anılar bana.

Birbirimize gözlerimizi dikip öylece bakıyoruz. Sanırım bunu yapmak istemiyor. Benim istemediğim kesin.

“İçmelisiniz.” diyor zangoç, rica edercesine.

Bethen eliyle sakin olmasını işaret ediyor ve kasedekileri içiyor. Daha ne yapabilir ki? Pyar’ın hayatta kalan tek çocuğu o. Bethen artık bizim kaptanımız.

Ara güvertenin en gürültülü kısmında, motorların inleyerek çalıştığı, fırıl fırıl döndüğü, uğuldadığı kompartmanın yakınlarında, kullanılmayan bir depo var. Eski temizlik ekibimin lideri, bozulan temizlik aletlerini ve güvertenin yıkanmasından artan kimyasalları buraya koyardı. Ben de yıllar boyu kocaman gri kutuları düzenlerken burada hatırı sayılır bir süre geçirmişimdir. Tavana varan kutu yığınlarının arasından yolumu bulup koyu yeşil pencereye ulaşmam birkaç dakikamı alıyor, birkaç dakika da pencerenin önündeki kutu yığınını kenara taşıyarak harcıyorum ama en sonunda Absolon’un rüyasıyla karşı karşıyayım, gerçeği ilk defa görebiliyorum.

Pencerenin üzeri dikkatsizce örtülmüş, aşağılara gittikçe açılmaya başlayan eski kumaşlarla örtülü.  Cam resminin sert dokusunu kirli parmaklarımla inceliyorum ve bir gövde parçalanmasının izlerini arıyorum: perçin çivileri, yalıtıcı jel, yakıcı soğuk. Kumaşın ardında bir gövde parçalanması olduğuna dair bir işaret bulamıyorum—sadece pencereyi örtüp bir daha güneş almasını önlemek için dış tarafa eklenmiş gri metal bir plaka var.

Örtüleri pencerenin üzerinden çekiyorum. Pencere tam da Absolon’un kanlı hatıralarında olduğu gibi: sanatçının yorumuyla resmedilmiş, inananları bekleyen yeşil-mavi hayat. Bu bir mabet penceresi, tam da ikinci mevkidekiler gibi.

Birinci mevkinin bir katedrali var. İkinci mevkininse küçük bir kilisesi. Biz ara güvertedekiler ise çalışarak ibadet ediyoruz.

Fakat burası eskiden bir mabetmiş.

Bize ait bir yer.

Gözlerim kararıyor, sonra kan görüyorum—Absolon bana yine infazları gösteriyor. Bu korkunç manzarayla dikkatimi dağıtmak istediğinin bir süredir farkındayım, fakat bu anıyı o kadar çok seyrettim ki artık araştırmalarıma yardımcı olması için kullanabilirim. Kafamın içinde Absolon isyancıları tekrar öldürüyor, yardımcısına cesetleri saklamasını söylüyor, adam da mabedin deposunu öneriyor.

Depo.

Tozlu birkaç sandalyeyi kenara çekiyorum ve ellerimi duvarla zemin döşemesinin birleştiği dar köşede gezdiriyorum. Doğru yönde olduğumdan eminim, çünkü Madelon nefesimi ellerine alıp ölü parmaklarından aşağı sarkıtıyor, gözlerimin önünde yıldızlar dolanmaya başlayana kadar. Şakaklarımı tırmalayarak acıyı durdurmaya çalışıyorum. Bayılacak gibi hissediyorum. Karanlık gözlerimin kenarlarına dolmaya başladığında aradığım kapıyı buluyorum, duvara gömülmüş kare bir çekecek, tam da katedraldeki gibi.

Ölülerin hiçbiri içeri girmemi istemiyor.

Bu yüzden giriyorum.

Anlatayım:

Suç Yiyen’lerin tarihi neredeyse alevli anadünyamızın hatıraları kadar eskidir. Bir kaptan öldüğünde, kanı vücudundan alınır ve tahta geçtiğinden beri vücudunda dolanmakta olan nanobotlardan arındırılır. Bu nanobotlar, kaptanın bütün anılarını hidroponi labında bir yaprağın üstünde biriken su damlacıkları gibi biriktirmişlerdir.

Kaptanlar bunu bilir. Suç Yiyen’ler de bunu bilir. Halk bilmez. Kaptanlar onlara anlatmama izin vermiyor. Hakikat, ağzımdan dökülen gevelemelerin arasında kaybolup gidiyor. Ama biraz düşünürseniz çok mantıklı değil mi aslında? Bu kadar insanın bir keneke kutuda sessiz sedasız bir ömür geçirip de hayal kurmamasını, köpürmemesini, hakikatin dibine sokulmamasını ya da elindekilerle yetinip gitmesini bekleyemezsiniz. Çözüm çok basit: eğer liderinizin sizi erdemle yönettiğini biliyorsanız, eğer ki liderinizin iyi yürekli olduğundan kesinlikle eminseniz, itaat etmek kolay gelir size.

Bombalı saldırıdan hemen sonraki anda, yüzlerce insanın kanı saçımın tutamlarından aşağı, omuzlarıma, dudaklarıma, gözlerimin içine doğru süzülürken, Suç Kasesi önüme uzatılmış, babam sonsuza dek gitmişken—benim hâlâ ara güvertedeki arkadaşlarımdan bir farkım yok. Kendi zaptımın suç ortağıyım ve hiç olmadığım kadar korkağım.

Hâlâ bütün bunların gerekli olduğunu zannediyorum.

Deponun içine girmek sanki zamanda geriye gitmek gibi. Hava ağır ve kumlu, toz ve küf kokuyor. Gözlerim içerideki karanlığa alıştığında, eski mabedden gelen ışığın altında şekiller oluşmaya başlıyor: dolaplar, raflar, çekmeceler, hepsi de anadünyamızın kaba odunundan yapılma. Kaptanın ailesine ait altın rengi cüppelerden bulmayı umarak dolabın içine bakıyorum, fakat sadece yeşil tulumlar buluyorum. O kadar eskiler ki dokunduğumda kumaşları elimde kalıyoryeşil işçi tulumları, kutsal cüppelerin en kadimleri, zamanın içinde kaybolup gitti sandığımız stilde. Ayinlerde ve Suç Yeme törenlerinde kullanılan kaselerden arıyorum, fakat çekmecelerin içinde bir şey yok.

İçlerini aramak için diğer dolaplara doğru yöneldiğimde bir kemik yığınına ayağım takılıyor.

Absolon bana gülüyor, piç herif.

Kemikler düzensiz, gelişigüzel bir yığın halinde duruyor, sanki bir zamanlar parçası oldukları bedenler apar topar birbirlerinin üzerine yığılmış gibi. Yedi tane kafatası sayıyorum, hepsinin de alnının ortasında birer delik var. Başparmağımı en küçüklerinin üzerinde gezdirirken, eski hayaletlerden biri—isimsiz zamanlardan kalma isimsiz bir tanesi—aynısı benim başıma gelseydi benim nasıl gözükeceğimi merak ediyor.

Kafatasını elimden düşürüyorum, bir anda parmaklarım uyuşuyor. Düşürdüğüm kafatasını tekrar almak için eğildiğimde, daha önce fark etmediğim bir şey görüyorum.

Kaburga kemiklerinin örgüsünün altında bir fotoğraf var.

Şimdiye kadar fotoğrafları sadece okulda görmüştüm. Bu eski bir fotoğraf—solmuş, tozlanmış, zar zor seçiliyor. Kemikleri saygılı biçimde kenara itip — çünkü ölüp gitmiş asilere saygı gösterilmesi Madelonu çıldırtıyor — fotoğrafı elime alıyorum. Fotoğrafta yeşil işçi tulumları giyinmiş yedi kişi var, yüzlerinde sıcacık yıldızlara benzer neşeli gülümsemeler, Ev‘in güvertesinde el ele duruyorlar. Arkalarındaki pencere, bir rüya kadar tanıdık yeşil bir gezegene bakıyor. Yedi suratı da tanıyorum. Bu yedi suratın Kaptan Absolon tarafından katledilişini defalarca seyrettim, kemikleri de ayaklarımın altında.

Fotoğrafın üstündeki küt, kısa çizgilerin kelimeler olduğunu biliyorum, çünkü birinci mevkidekilerin katedralde kullandığı dua kitaplarında daha önce kelimeler gördüm.

Fotoğraftaki gezegen Cennet.

Cennet olduğunu görebiliyorum, çünkü tamı tamına okulda gördüğümüz sanatsal çizimlere benziyor. Cennet olduğundan eminim çünkü Absolon kafamın içinde çığlık atıyor. Çünkü Madelon nefesimi kendisininkine kattı. Çünkü gözlerim iğnelere döndü ve bedenim alev alev. Çünkü cesaretim Pyar’ın ölü ellerinde. Yine de bilincim hâlâ yerinde. Gerçekliği elimden almaya çalışıyorlar, ama tüm doğrular gibi bu da zihnimde, her dilden bana sesleniyor, sesi bir gündoğumu kadar gür: Cennet’i çoktan bulmuşuz.

Cennet’i çoktan bulmuşuz ve terk etmişiz.

Arkadaşlarım ağzımdan çıkan kelimelerle tartışabilirler ama böyle bir delile hiçbiri karşı çıkamaz.

Yırt onu,diye bağırıyor Absolon, yırt onu ve ağzına sok—

Fotoğrafı elime alıp var gücümle koşmaya başlıyorum.

Bombalamadan hemen sonra, katedralde, Bethen Erdem Kasesi’ni yere bırakıyor ve Suç Kasesi’ni zangoca uzatıyor. Dönüp gözlerime bakıyor. Bir şeyler söylemek istiyor, ama yapamıyor. Erdem’ler kafasında giderek çoğalıyorlar.

Zangoç endişeyle titrediğim görüyor ve yutkunuyor, adem elması yukarı çıkıp aşağı iniyor. Ona saldırıp Suç Kasesi’ni zorla ağzına dayayacağımı mı düşünüyor?

Öyle mi yapmam lazım?

Sen içmek zorundasın, diyor bana. Soyunun son evladı sensin.

Başkasını bulun, diyorum. Ben istemiyorum.

Zangoç kâseyi dudaklarıma öyle şiddetle bastırıyor ki canım yanıyor, sanki daha fazla suça ihtiyaç varmış gibi, sanki bu yıkık, kanlı katedralde yeterince günah yokmuş gibi. Babamın kanının tadını alıyorum — korku gibi esmer, metal gibi keskin bir tadı var, toplumumuzun direği nanobotlar dudağımın üzerinde kıpırdanıyorlar. Öğürüyorum. Bu kaseden içtikten sonra bir daha bana kimse dokunamayacak, yoksa Suç benim kanımdan onlara da geçebilir.

Baban öldü, diye cevap veriyor. Senin ne istediğin ise kimsenin umurunda değil.

İçmek zorundayım. Başka seçeneğim yok. Ben son Suç Yiyen’im.

Fotoğrafı ortadan ikiye yırtmadan ara güverte yemekhanesine ulaşmayı bir şekilde başarıyorum. Burada herkesi tanıyorum—kalabalıktaki her yüzü, burada oturan her kişiyi, ben Suç Yiyen olmadan önce hakkımda söylenen her şeyi, sonrasında söylenenlerinse çoğunu biliyorum. Dilime dolanmış küfürler ve dişlerime takılmış gevelemelerle yemekhaneye giriyorum, ama herkes bunlara alıştığı için sadece birkaçı dönüp bakıyor.

Eski temizlik ekibim kapının hemen yanına oturmuş. Eski patronumun sol eliyle tuttuğu kaşığı bir darbeyle düşürüyorum ve fotoğrafı kucağına bırakıyorum. Üstü başı çorba oluyor ve öfkeyle ayağa kalkıyor. Bunun üzerine yemekhanedeki bütün gözler bizim üzerimize çevriliyor, insanlar birbirlerinin üzerinden başlarını uzatıp hak ettiğini bulacak bu Suç Yiyen’i görmeye çalışıyorlar.

“Bak” diyorum ve fotoğrafı gösteriyorum. Başka bir şey söyleyemem. Absolon gırtlağıma çökmüş.

Bir anlığına kaygıya kapılıyorum ama fakat patronum hakikati görüyor, tıpkı benim gördüğüm gibi. Gözlerini fotoğrafa dikip bakıyor, fotoğrafı yavaşça eline alıyor ve sessizce inceliyor. Gözlerinin kenarlarında yaşlar beliriyor.

“Bu doğru olamaz,” diye fısıldıyor. “Kaptanlar yalan söyleyemez. Yapamazlar. Onlar sadece iyiliği bilirler.”

“İyiliği bilmek onları kötülük yapmaktan alıkoymaz,” demeyi başarıyorum. Kapkara bir camın içinden konuşur gibi hissediyorum, bir hava kilidinin dışından içeri seslenmeye çalışır gibi.

Beş saniye boyunca fotoğrafa baktıktan sonra gözlerini kaldırıp kalabalığın içinde birisini aramaya başlıyor. Öğretmenin oturduğu masaya doğru yürüyor. Öğretmen ikinci mevkide doğmuş olan tek ara güverte yolcusu, aramızda okumayı bir tek o biliyor. Fotoğrafı ona veriyor, o da parmaklarını metnin üzerinde gezdirip dudaklarını oynatarak yeşil üniformalı insanların üzerine karalanmış harfleri okumaya çalışıyor.

Öğretmenim yavaşça konuşmaya başlıyor. Ortalık o kadar sessiz ki, motorların uğultusu ve kendi kalp atışlarımız hariç hiçbir şey duyamıyoruz. An-kağ ku-şuğ-nun Cen-et-e va-riş-in-ın an-nı-sı-na çak-il-miş-tir.

Yemekhane bir anda bağrışmalarla doluyor.

Suç Yiyen’lerin ağızlarına ilk defa günahı koydukları an delirdiklerini söylüyorlar.

Bombalı saldırıdan önce bunun yanlış olduğunu tek bilen bendim. Babam geceleri beni kucağına alır, öne arkaya sallayarak kulağıma dehşetler fısıldardı. Başımı okşayan elleri hep yumuşak, gözyaşları hep sıcak ve gerçekti. Gerçeğin farkındaydım. Deli değildi, sadece öyle görünüyordu. Diğerleri davranışlarına bakıyorlardı, bense kalbine. Absolon, Madelon ve Pyar’ın adını ağzıma alabildiğimde fark ediyorum ki babam hepsinden daha güçlüymüş.

Ben ise katedralde, onlarca cesedin arasındayken, babamdan da güçlü olmaya yemin ettim.

Polis hemen geliyor tabii ki. Üst mevkilerin gözü hep üzerimizde. Beni patronumun, öğretmenimin, arkadaşlarımın kolları arasından çekip katedrale doğru sürüklüyorlar. Ellerinde eldivenler var. Tabii ki var. Eldivenlerini asla çıkarmıyorlar. Bana değmekten ödleri kopuyor.

Bellerinde silahlar var, Absolon’un ayaklananları et yığınına çevirmekte kullandığı silahlara benzer. Acaba benim kafatasıma da bir delik açıp cesedimi mabedin deposuna tıkacaklar mı diye merak ediyorum. Onlara suçumun ne olduğunu soruyorum. Onlara anlatmak istiyorum, ben ayaklanmacı falan değilim, bir fotoğraf buldum ve anlamını bile bilmiyorum.

- Reklam -

Onların kulağına sadece çığlıklarım gidiyor.

Katedralin kapı açıldığında bayatlamış ölüm kokusu genzimi yakıyor. Temizlik ekipleri halıdaki kanın çoğunu çıkarmayı başarmış ama bazı yerlerde hâlâ lekeler var. Ateşin anadünya odunundan yapılmış duvarları yaladığı yerlerde yanık izleri var.

Kaptan Bethen harap olmuş katedrali, babasının tabutunun yerinde duran kadife kaplı koltuğundan seyrediyor. Parmakları titanyumdan yüzüklerle bezenmiş ve saçı hidroponide yetişen güllerle süslenmiş. Babasının cüppesinin içinde kaybolmuş sanki. Cüppeyi yeni kaptanın ufak yapılı bedenine uygun bir şekilde daraltmamışlar daha. Kocaman yeşil pencereden sızan yıldız ışığının altında hatırladığımdan bile daha insanüstü gözüküyor.

Polislerden birisi yürüyüp fotoğrafı Bethen’in kucağına bırakıyor. Bethen fotoğrafa gözlerini dikmiş her kelimeyi, her detayı dikkatlice incelerken odanın içi çaresiz bir sessizlikle doluyor.

Elleri titriyor.

Sonunda, artık daha fazla dayanamayacağımı düşünmeye başladığımda fotoğrafı kenara bırakıp ellerini kucağında kavuşturuyor. “Buraya gelmen ne kadar sürecek diye merak ediyordum ben de. Babam, hepinizin eninde sonunda geldiğinizi söylemişti. Hayır, diz çökme.”

Cevap vermeye çalıştığımda, genzimde birikmiş gevelemeler kulağıma geliyor. Gözlerimin arkasındaki ağrı o kadar keskin ki önümü zar zor görüyorum.

“Sessiz ol büyükbaba,” diyor Bethen. “Bırak da Suç Yiyen’im konuşsun.”

Gözlerimiz buluşuyor.

“Çok az şey anlıyorum. Yaptığım bazı şeyler, doğru bulacağım şeyler değiller ama bana doğru geliyorlar. Katedralde olanlardan sonraysa bütün bunlarda bir yanlışlık olduğunu düşünmeye başladım. Bütün o insanların ölümü… Şimdi de bu fotoğraf var. Seni buraya getiren ne?” Dudakları yıldızların ışığı altında zümrüt gibi parıldıyor. Titreyen ellerini ben göremeyeyim diye cüppesinin içine sokuyor. Bunun için biraz geç kaldı ama.

“Absolon. Ve öldürdüğü o insanlar.”

Bethen gözlerini kırpıyor. “Absolon kimseyi öldürmedi. Haberim olurdu.”

“O—” Absolon parmaklarıyla gırtlağımı kavrıyor ve sıkıyor, acıdan sesim kesiliyor benim de.

“Büyükbaba,” diye uyarıyor Bethen.

Serbest kaldığımı hissediyorum ve kelimeler bardaktan boşanırcasına ağzımdan dökülmeye başlıyor. “Size kemikleri gösterebilirim. Hepsini öldürdü. Kafalarına silah dayayıp onları vurdu ve ara güverte mabedinin deposuna sakladı ve ara güverteyi yıldızlardan kopardı. Fakat siz bunu bilmiyorsunuz. Tabii ki bilmiyorsunuz.” diyorum.

Bethen sandalyesinden kalkıyor. Küpeleri yıldızların ışığında pırıldıyorlar. Cüppeleri bir koro gibi — çınlamalar, hışırdamalar, tınlamalar, metale değen metal ve ipeğin sesleri. Kalbim göğsümden dışarı fırlayacak gibi. Kaslarım ağrı içinde.

“Suç Yiyen’im” diyor. “Sen bir katliam görüyorsun, bense elzem bir zafer. Ama yine de…” Duraklıyor. “Bildiğim tek şey bunun bir zafer olduğu. Olanlardan memnunum. O an hissettiği gücü, yapılması gerekenin bu olduğundan ne kadar emin olduğunu hissedebiliyorum sadece. Ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. Bilememek, bu şüphe, beni mahvediyor.”

Midem bulanıyor. Bu ne cüret. “Ben sizin Suç Yiyen’inizim, günah çıkardığınız bir papaz değilim.”

Bethen gözlerini kaçırıyor.

Bana diz çökmememi söylemişti, ama göğsümün içinde yüz kişi diz çökmem için bağırıyor, Bethen ve içindeki hayaletler hiç hak etmedikleri saygıyı görsün istiyorlar. Diz çökmeyi reddediyorum. Burada, babamın kanının döküldüğü yerde, babamın ölümünün aslında iyi olduğunu bana anlatan kişinin önünde asla diz çökmeyeceğim. Absolon bunu görünce ciğerlerimde, gırtlağımda, damarlarımın içinde koşturmaya başlıyor. Bana çığlık attırmak için elinden geleni yapıyor. Direniyorum. Yer sanki mıknatıs gibi, yüz kişi birden diz çökmemi emrediyor, hatta düşmemi. Sonunda bedenim bana ihanet ediyor. Dizim yere ters bir şekilde çarpıyor ve acıyla haykırıyorum.

“Üzgünüm,” diyor Bethen, sesi aceleci ama nazik çıkıyor, elleri hâlâ altın korsesinin önünde kavuşmuş halde. “Sana ne söylememi istiyorlar biliyor musun? Dünyamızın tam da böyle olması gerektiğini. Sen yerde, ben burada, yukarıda. Geminin parçalanıp gitmesini mi istediğimi soruyorlar. İç savaş mı istiyormuşum? Katedral kana mı bulansın? Çocuklarımın Cennet’te huzura ermesini istemiyor muymuşum? Sağır edici.”

Direnmeyi bırakıyorum ve Absolon yerde kıvranmama izin veriyor.

“Onlara inanıyor musunuz?”

“Bilmiyorum.”

“Onlarla konuşmayı denediniz mi hiç?”

“Onlara—katedralde yeterince kan döküldüğünü söylüyorum,” diyor Bethen.

Sesim titriyor. Konuşmakta zorlanıyorum “Fotoğrafı siz de gördünüz. Cennet’i terk ettiğimizi siz de en az benim kadar iyi biliyorsunuz. Ara güverte de biliyor bunu. Peşinize düşmeyecekler mi zannediyorsunuz?”

Sesi çok zayıf çıkıyor. “Eğer Absolon bizi Cennet’ten uzaklaştırdıysa, bunun için çok iyi bir sebebi olmalı.”

Kendimi iyi hissetmiyorum. Etraftaki kan lekelerine, harap olmuş katedrale, her şeyi yeşile boğan yıldız ışığına bakıyorum. Bethen’in sesi kafamın içinde yankılanıyor: Babam hepsi eninde sonunda gelir demişti. Bu konuşmayı babam da Kaptan Pyar’la mı yapmıştı, onun babası da Kaptan Carelon’la, daha niceleri Edrime ve Absolon ve durmadan bağıran isimsiz bunca hayaletle bu konuşmayı mı yapmıştı? O yüzden mi attığı her adım çaresizlik kokuyordu?

“Ondan mevkisini bırakmasını istemişler,” demeyi başarıyorum.

Bethen başını iki yana sallıyor. “Ama o kaptandı.

Gözlerine bakıyorum. Acıdan kıvranıyorum. “Gezegene indiğimizde değildi.”

“Gezegenden ayrılmak zorunda kaldı. Gemiden inmemize ara güvertenin isyanı sebep oldu.”

“Neden isyan edelim ki? Cennet dışında hiçbir dileğimiz yok!”

Bethen ibadethanenin içinde dolanırken ayakkabılarındaki küçük ziller çınlıyor. “Bir sebebi vardır mutlaka,” diyor tekrar. “Absolon kendinden o kadar emin ki. Ev’imize kimsenin ondan daha iyi sahip çıkamayacağından çok emin. Şimdi de benden daha iyisinin olamayacağını söylüyor bana.”

Kendimi oturur hale gelmeye zorluyorum. Öfkem, boğazımı Absolon’un parmaklarından daha beter düğümlüyor. “Gücünden vazgeçmek istemediği için hepimizi buraya hapsetti! Vicdanı lekeli onun! Yıldızlar aşkına! Sizin de ondan hiçbir farkınız yok!”

Absolon kafamın içinde gülüyor.

Gülüyor

Gülüyor.

Konuşmak beni öldürecek gibi geliyor ama ağzımdan çıkan sözcükleri durduramıyorum. Ölülerin hiçbiri beni susturamaz. Bir bomba yapamam. Elimdeki tek şey kelimeler. “Müthiş bir şey olmalı Bethen, biliyor musunuz? Sizin yerinizde olmak. Yerinizden hiç şüphe etmemek. Tek bir anlığına olsun. Tertemiz bir vicdanınız var. Acaba nasıl günahlar işleyeceksiniz? Acaba kaç insan öldüreceksiniz, kefaretini çocuklarımın ödeyeceğini bile bile? Yaptıklarınızı hatırlamak zorunda olmadan. Günahlarınızı benim boğazımdan aşağı tıka tıka. İple çekiyorsunuzdur eminim bunları, değil mi?”

Bethen gözlerini babamın önceden diz çöktüğü yere dikiyor.

Elleri zangır zangır.

Bombalı saldırıya dair son bir hatıra daha.

Bu hatıra bana ait. Böylelerinden artık o kadar az var ki her biri hazine gibi.

Katedralin içindeyiz. Şarkı söylüyoruz. Bombanın patlamasına saniyeler var. Babam ölmüş kaptanın Suç Kasesi’nden içmek için koltukların arasından öne doğru ilerlerken zangoçlar ona eşlik ediyorlar. On dört yıldır Suç Yiyen’lik yapıyor. Bağırıp çağırıp kendisine Absolon demediği zamanları neredeyse hatırlayamıyorum bile. Ya da Madelon. Edrime. Carelon.

Bombayı yapan tabii ki de babamdı. Tabii ki de bunu yapacak kadar güçlüydü. Belki o kadar yıl onların pisliklerini dinledikten sonra ben de yapardım bunu.

On dört yıldır etrafını kaplamış onca günahın ve içine çöreklenmiş onca nefretin içinden, elinden gelebilecek tek çözümü çekip çıkarmış. Nefrete karşılık nefret. Hepsini öldürebileceğini düşünüyor, bunun sonunu bir tek öldürmenin getireceğini. Kaptanları o kadar uzun süre dinlemiş ki başka bir yol gelmiyor aklına.

Arkasına dönüyor. Bana bakıp gülümsüyor. Elinde parlak, yuvarlak bir şey tutuyor. Dudaklarını sessizce kıpırdatıyor: “Senin için, Mey.”

Sonra: yangın.

Başka bir yolu olmak zorunda. Ama başka ne seçeneği vardı ki?

“Ben insan öldürmek istemiyorum,” diyor Bethen. “Dediklerimi anlamıyor musun? Ne kadar yalnız olduğumu göremiyor musun?”

Yaşatma ve öldürme gücünü ellerinde tutan altın renkli kaptan, bir haftadır yıkanmamış Suç Yiyen’inden yalnızlığın nasıl bir şey olduğunu anlamasını ve ona yardım eli uzatmasını mı istiyor gerçekten? Ayaklarına tükürmemem bir mucize.

“Siz yüz tanesiniz, tıpkı benim gibi,” diyorum öksürerek. “Hiçbir zaman yalnız değilsiniz ki.”

Bethen eliyle çevreyi, cansız katedrali işaret ediyor. Ölüleri ve dizginlenemeyen güçlerini: havada, benim kanımda, onun kanında.

“Bana kaptan koltuğunun her şeye değdiğini söylüyorlar. Ölümlere, verilen kararlara, asla bitmeyecek bu yolculuğa… Ama o fotoğraf, bu katedral, ölen onca insan… Bunun için mi? Anlamıyorum. Gerçeği görmem lazım. Absolon ve ötekiler, geri dönüp rotayı Cennet’e çevirmeme izin vermiyorlar ve sebebini bilmiyorum.” Cüppesiye oynamaya başlıyor ve sesi çatlıyor. Bethen ağlıyor.

O an o sadece bir kız çocuğu.

İçimdeki ara güverte sıçanı, aç karnına çalışan, lombarlardan uzay boşluğunu seyreden, daha iyi bir hayatın hayalini kuran kısım konuşuyor şimdi.

“Babam size göstermeliydi,” diye fısıldıyorum. “Ben gösterebilirim.

“Nasıl?”

Ona bileğimi uzatıyorum.

Zar zor nefes alıyorum.

Teklifim karşısında Bethen’in gözleri çakmak taşlarına dönüşüyor, yanıma çömelip gözleriyle vücudumu baştan aşağı inceliyor. Alnımda biriken teri, tenimin altındaki hatıraları… Absolon ve diğerleri Bethen’a ne teklif ettiğimi anladıklarında zihnim bana şimdiye kadar gösterdikleri en kötü şeylerle dolu bir okyanus oluyor. İsyancıların alnından fışkıran kanı görüyorum. Annemin ölümünü, katedraldeki bombalamayı… Dışarıdaki soğuk karanlıkta, olmayan havayı ağızlarına çekmeye çalışan, gözleri mengeneye sıkışmış üzüm taneleri gibi patlak patlak olmuş iki kız görüyorum.

Bana Cennet’i gösterin, diye gürlüyorum. Onlar da gösteriyorlar. Cenneti gösteriyorlar bana, kristal berraklığında denizleri, ağaçların masmavi yapraklarını hışırdatan rüzgarı gösteriyorlar. Burada, Absolon’un diğer herkes gibi olacağını gösteriyorlar. Bütün o altını, selamları, yemeğin en iyisini, bütün o gücü bırakması gerekeceğini. Kıskançlıkla doluyorum, hatta öfkeyle. Hırslı bir hiddetle.

Benim yönlendirmem olmadan ara güverte sıçanları ne yapardı?

Seni ikna edemezsem, diyor, ele geçiririm. O kadar da güçlü değilsin.

Nefesime hakim olamıyorum artık. Parmaklarıma da.

Bağırsaklarıma giriyor, sonra da beynime.

Karanlığın önüne geçemiyorum.

“Kaptan,” diyorum zar zor, “lütfen.”

“Her şeyi görecek miyim?” Bethen elini terli alnıma koyup kendisini sakinleştirmeye çalışıyor, o sabah çizdiğim Suç Gözü’nün boyaları elinin altında dağılıyor. “Gerçeği mi göreceğim?”

Bir anlığına bana tokat atacak sanıyorum.

“Bıçak getirin,” demeyi başarıyorum. Nefes almak için çırpınıyorum. “Ve Kaseleri. Ben sizin gerçeğinizden içeceğim, siz de benimkinden.”

İnleyen bir sessizlik dolduruyor odayı.

“Suç Yiyen’in dediklerini yap.” diye emrediyor Bethen arkada bekleyen polislere, tüm hayatı boyunca emir dağıtmış gibi. Sanki bin yıldır emir dağıtıyormuş gibi. Polisler omuzları korkudan kaskatı olmuş halde katedralden çıktıklarında bana dönüyor, kolunu kolumdan geçirip beni ayağa kaldırıyor.

“Göster,” diyor.

Bethen acıdan kıvranıyor.

Onunla paylaştığımız ilk hatıra.

Bethen benimle evlenmeden önce, Günah Gözü’nü alnıma kırmızı ve beyaz boyayla çiziyorum ve nasıl yapılacağını ona da gösteriyorum. Üzerinde zümrüt yeşili cübbeler, saçlarında güller var. İkimiz iki Kâse’den de içiyoruz ve ölene dek birbirimizle olacağımıza yemin ediyoruz. Barışı korumak için yapılmış, politik bir evlilik bu. Yine de kapkara gözlerinin ne kadar güzel, bedeninin ne kadar sıcak olduğunu fark etmeden, her gülümsediğinde parlak bir yeniliğin içimde büyüdüğünü hissetmeden edemiyorum.

Eğer içimizdeki zapt edilemez yüz ölünün, ezelden gelen nefretlerini kulağımıza bizim dünyamızda yaşadıklarını bize zannettirecek kadar yüksek sesle fısıldayan bu seslerin üstesinden gelmek istiyorsak, iki kişinin kuvvetine ihtiyacımız olacak. Elimi kayıp giden yıldızların altında tuttuğunda, gemimiz rotasını Cennet’e doğru döndürüyor.

Öldüğümüzde Ev’imizi, Ankağ Küşunu —yanlış hecelemiş olabilirim, okumayı daha yeni öğreniyorum — başka birisine, Absolon’un sesini hiç duymayacak birisine devredeceğiz. Onların sesleri yeterince duyuldu. Bethen ve ben, artık yeni nesillerin de seslerinin duyulduğundan emin olacağız.

Artık karar onların olacak. İstedikleri gibi yaşayacaklar, istedikleri günahları işleyecekler, istedikleri yerlere gidecekler.

Karen Osborne

Çeviri: Esen Özbay

Öyküyü orijinal dilinde okumak için buraya tıklayabilirsiniz.

Konuk Yazar

Siz de Kayıp Rıhtım'da konuk yazar olabilirsiniz!

İletişim: [email protected]

Henüz yorum yok. Forum'a gelip sohbete katıl.

Little Nightmares 2 incelemesi

Little Nightmares 2 İncelemesi: Kâbuslar Kapımızı Tekrar Çalıyor

Kusursuz Bir Mesafe - Utku Yıldırım

Utku Yıldırım Yeni Romanı ile Okuru Kusursuz Bir Mesafe’de Ağırlıyor