in ,

Sihir ve Büyüden Korunmanın Yolları – Mitoloji Dizisi #4

Mitoloji yazı dizimizin dördüncü bölümü “Sihir ve Büyüden Korunmanın Yolları” sizlerle.

mitoloji dizisi 4 sihir buyu
- Reklam -

Esen olsun.

Geçmiş yazılardan birinde, “Tılsım, efsun, gizem” başlıklı bir yazı yazacağımı belirtmiştim. Bu yazı, İsrailiyyat’tan Hristiyanlığa, mitolojik anlatılardan çeşitli halk inanışlarına, “metafizik” konusuna değinecek. Ancak, bütün yazılarımda değindiğim gibi, bu alanda etraflı bir yazı yazılması gerekir. Bu yazının hacmi ve kalitesi “mesele”yi tam anlamıyla açıklamaya yetmeyecektir. Sadece, alakalı konularda birbiriyle zayıf bağlar taşıyan paragraflar derlemesi olarak görünüz. Başlığı, biraz dikkat çekmek için böyle attım, yoksa sizlere nazar bozmayı, karşı-büyü yapmayı anlatacak değilim, büyü örnekleri vs.ye de çok girmeyeceğim, sadece bu “rit ve mit”lerin doğuşuna dair genel bilgiler vereceğim.

Vaktiyle “Dinlerin Kökeni” başlıklı bir yazı yazmış, yayımlamaktan vazgeçmiştim. Bir gün adamakıllı bir biçimde yazmayı başarırsam, yayımlayacağım. O yazının temel fikri “kutsalın doğuşu” ile “gök” arasında bir ilişki olduğuydu ve bunu çeşitli örneklerle kanıtlamaya çalışmıştım. O çalışmayı bitirirsem, kendimce kanıtları ile etraflı bir biçimde ortaya koymuş olacağım ama bu yazıda oldukça yüzeysel bir şekilde evrim sürecini açıklayıp örneklere geçmek istiyorum.

- Reklam -

İnsanoğlunun “kutsal”ı ile “gök” sürekli ilişkilidir. Pantheonların hakim tanrıları hep “yukarı” ve “gök” ile ilişkilidir: Zeus, Dyeus, Gök Tengri, Odin… Bunun sebebini ben, baktığım açı gereği, “gök ile hayatta kalmak çabasının ilişkili olması”na bağlıyorum.

Yıldızlar kutsaldır, zira yıldızlara bakarak yönünü, mevsimleri, mutad doğa olaylarını (fırtınalar vs.) tahmin edebileceğini keşfetmiştir insanoğlu. Gökyüzü kutsaldır zira yağmur gökten yağar, yerden ekin bitirir. Güneş kutsaldır zira ışık getirir. Ay da, aynı şekilde…

Kutsal olanla “korkulan” genelde iç içedir ki, vereceğim örneklerde daha iyi anlaşılacaktır. Ancak bunu irdelemeden önce “ses” ile “kutsal” arasındaki ilişkiye değinmek istiyorum. Zira “sihir ve büyü”nün kökleri, bu ilişkiden bağımsız araştırılamaz.

Karşılaştırmalı Mitoloji yazısında da, Tolkien Ne Yaptı yazı dizisinde de, “İsrafil”, “Heimdall” gibi motiflere değinerek, “kıyameti haber veren ses”e değinmiştim. Bana öyle geliyor ki (sadece bana değil, bu alanda çalışma yapmış birçok bilim adamına da) insanoğlu, “hayatta kalmak çabasında hayati öneme sahip olduğu için” gökyüzüne kutsallık atfettikten ve kendi kutsallarını yarattıktan sonra, “ses”e de önem vermeye başlamıştır. Öncelikle, gökyüzünün insan hayatına etkileri, kendisini “ses” ile belli eder. Gök gürlediğinde, bu bir şeylerin habercisidir. İnsanoğlunun hayatını ciddi anlamda etkileyebilecek şeylerin. Rüzgârın, denizin, ırmağın; hepsinin bir “ses”i vardır. “Ses”i yorumlamak, insanoğlunun hayatta kalma savaşında önemli bir enstrümandır.

Bunun ötesinde, “konuşma”yı icat eden insanoğlu, bu sayede “irfan”ı gelecek nesillere oldukça etkin bir şekilde aktarabilen bir araç keşfettiğinin farkına varmıştır. Araç-gereç yapımı, hayatta kalmayı kolaylaştıran bilgiler vs. gelecek nesillere hep “konuşma”, yani “ses” vasıtasıyla aktarılmıştır. Hele, yazının icadıyla, bu hayati öneme sahip “ses”leri biçime, şahsa bürüyen bir araç keşfedilmiştir, “ses” saydığım sebeplerden kutsaldır, “harf” ve “yazı” da, sesi “cismanileştirdiği” için kutsaldır. Druidlerin Ogham alfabesi kutsaldır, Latin alfabesi papazlar yoluyla yayılmıştır, Kril alfabesini rahipler icat etmiştir: Dünyanın her yerinde, hiç değilse bir dönemde, alfabe-yazı ile “rahip-din-kilise-mitoloji” ilişki içerisindedir.

Buradan Hurufiliğe değinebiliriz. Aynen anlattığım sebepten harfleri kutsal olarak gören bu Bâtıni İslami akıma: Tanrı, “kün” (Arapça “ol!”) diyerek yaratmıştır, yani “ses”le. Harfler de, “ses”in kıyafeti gibidir, bu yüzden kutsaldır. Geniş bir mesele, okuyucunun bu konuda şahsi okumalar yapması faydalı olacaktır.

Ünlü Hurufilerden İmadeddin Nesimi
Ünlü Hurufilerden İmadeddin Nesimi

İşte, “kutsal”, “ses”, “korkunç”, “bilinmez” dörtlemesinin özgün ilişkisinden dolayı, zamanla, evrim süreci içerisinde “büyü” ilk olarak sesle, ardından “yazı”yla ilişkilendirilmiştir. Büyülü sözcükler söylersiniz, büyülü bir muska yazarsınız, İncil’deki bir pasajı tersten yazarsınız (en meşhuru, Pater Noster duasının tersten yazımıdır. “Sed libera nos a malo, amen” diye biter bu dua: Bizi kötülükten kurtar, âmin. Yaygın inanışa göre satanistler, bunu tersten okurlar şeytanı çağırırken: “Nema, olam a son arebil des!”) ve zaman içerisinde birçok farklı “mutasyon”un da bu evrim birikimine katılmasıyla, müthiş bir örgü çıkar ortaya: çeşitli evrensel ve yerel tipler, motifler barındıran engin bir büyü külliyatı.

Bu “ana damar”ın yanında, değindiğim mutasyonlar, yine baktığım pencereden (özetle, pozitivist sayılabilecek bir pencere) çeşitli şekillerde karşımıza çıkıyor. Sözgelimi, “ses”in “yaratıcı”, “kutsal” ve “korkunç” çağrışımlarından başka bir şey olmayan “büyü mantalitesi”, “nesne” de kullanıyor, bu esas motifin yanında. Sözgelimi, beyin “benzerlikler, örüntüler bulmaya meyilli” olduğu için, büyü yapılacak şahsın benzeri bir bebek yapılarak, büyü onun üzerine gerçekleştiriliyor. Ya da şahsın tırnağı, kılları gibi parçaları sözler söylenerek karıştırılan bulamaçlara ekleniyor. Bütün bunlar, temelinde “sesin yaratıcı-ilahi gücü” olan büyü “külliyatı”na, bizzat “yaşamdan beslenerek” eklenmiş, anlaşılabilir, çoğu zaman alegorik ve sembolik değer taşıyan “gösterge”lerdir.

Madem “sihir ve büyüden korunmanın yolları” dedik, örnekler verelim. Eski Kelt dini Druidizm’de, havaya çizeceğiniz üç adet hayali çizgi sizi muhtemel büyü, nazar ve tılsımlardan korurdu. Bugün bu gelenek, bir kötülük erişmesinden korkan Hristiyanların “istavroz çıkarmak” tabir ettiğimiz kendi üstlerine farazi bir haç çizmek hareketinde yaşar.

Şamanizm’de ise, alakalı büyü, sihir, tılsım ya da nazarın sorumlu ruhunun (deity) çeşitli usullerce (kurban, kelime söylemek, sevdiği otu tütsü edip yakmak vs. ) gönlünün edilmesi ya da o ruhun düşman ruhunun yardımının çağırılması usulü kullanılırdı.

Ortaçağ Avrupasında ise insanlar vücut parçalarının kendilerine yapılacak kötü büyülerde kullanılmasını engellemek için, kesilen saç, sakal, tırnak gibi parçaları asla açıkta bırakmazlar, genellikle yakarlardı; bu yolla sihir ve büyüden korunurlardı.

İlk aklıma gelen sihir ve büyüden korunma yolları bunlar.

Hristiyanlık için, eski Kelt gelenekleri istavroz çıkarmak geleneğinde yaşıyor dedik. Türkiye’de, İslam bünyesinde de yaşayan kalıntılar bulunmaktadır.

Sözgelimi, “dağda gezen.” İç Anadolu’da “domuz” sözcüğü yerine kullanıldığına sık sık şahit olduğum söz öbeği. “Domuz tabusu”nun göstergelerindedir, adının anılmasından dahi bu derece kaçınılmasına benzer bir motif, tarihimizde biraz farklı da olsa vardır. Eski Türkçede kurda, “börü” denirdi. Ancak eski “şaman” geleneklerde, animist anlayış mevcut olduğu için her nesnenin bir ruhu, bir ıssı vs. vardır. Ad anıldığında, o ruhu ya da gücünü çağırmış olursunuz (invoke). O yüzden Türkler, bu kutsal ve korkulan hayvanın adını anmaktan imtina etmişler, onun yerine “kurt” demeyi tercih etmişlerdir ki kurt, elma kurdu gibi, zararsız, solucan nevi bir hayvandır, bu hayvanın ruhunun zararsız olduğu düşünülmüştür. Aynı şekilde Moğollar da, bu kutsal “börü”ye, “Tengrin Nogay” yani “tanrının köpeği, gökyüzünün köpeği” derler.

Yine, Anadolu’nun çoğu yerinde “cin” yerine “üç harfli”, “iyi saatte olsunlar” gibi doğrudan adını anmaktan kaçınıcı tabirler kullanılır, sebebi budur.

- Reklam -

O halde “domuz”, sebebi ve arkasında yatan süreç farklı ve tuhaf olmakla birlikte, çağımızda Türk kültürünün kutsallarından biridir tespiti yapıp keh keh gülebiliriz, en azından ben gülüyorum.

Demek ki, kimi “sözcük tabuları”nın kökeninde, “büyü” kavramının evirilmesini sağlayan tohumun “ses”le ilişkisi olması özelliği yatar.

Başka bir örneğe gelirsek, boyna cevşen asmak ile haç taşımak, sibernetik açıdan aynı şeydir. Ayrıca cevşenin ihtiva ettiği duadaki kudret inancı, ism-i azam inancıyla ilişkilidir. “Yazı”nın neden “büyüsel değer” taşıdığına değinmiştim.

Ki, “büyü” söz konusu olduğunda, genellikle “söz dizimi” önemlidir ve büyü ya anlaşılmaz bir dilde, ya da yabancı dildedir. Bunlar, “mutasyon” teşbihiyle değindiğim “ikincil özellikler”e giriyor: Yabancı bir dil, daha etkileyici olacaktır. “Haydi şimdi bu tozu savurduğum gibi savrulsun, paramparça olsun falanca kişi,” cümlesini anadilde çok da etkileyici değildir. Ancak bunu, Türkiye’de, Arapça ya da Latince söylerseniz, etkili gelebilir. Bu yazıyı yazmaya başlamadan az evvel Abdullah Türüt, daha önce dostum Onur Kontaş’tan duyduğum “Quidquid latine dictum sit, altum viditur” deyişini hatırlattı: Latince söylenen söz, kulağa derin gelir.

Söz dizimi de önemlidir. “Büyü” bir “pseudo-bilim”dir, kuralları vardır. Öyle ki, kimi dillerde bu kurallar “harf”lerin sayısal değer taşıması gibi geleneklerle birleşip oldukça karmaşık “büyü” tarzları ortaya çıkarmışlardır. Arapçanın “ebced değeri” kullanılarak yapılan büyüleri, vefk vs. gibi.

Vefk Örneği
Vefk Örneği

Büyülerde, aynı zamanda “relique” benzeri nesneler önem kazanır: Siegfried’in yüzüğü, Tepegöz’ün yüzüğü, Pan’ın kavalı gibi. Bu önem, kimi zaman yakın dönem dinleriyle de birleşerek farklı geleneklere yol açmıştır: Kutsal Emanetler.

Kutsal Emanetler, Hristiyanlıkta İslam’dan daha yaygın bir folklorik motiftir. İsa’nın çarmıh parçaları, azizlerin kemikleri, kutsal kâse falan filan. Bir ara sağlam ticareti dönmüştür, Bizans’ı ve Filistin civarını ellerinde bulunduran Müslümanlar (özellikle Türkler) Hristiyan tüccarlara “falancanın bilmemnesi, falanca yerde bulundu” diye ıvır zıvır satmışlar, normalde durumun farkında olan Hristiyan tüccarlar da bunları safdil köylülere, şov yapmak isteyen lordlara satıp köşe olmuşlardır.

Konu hakkında Bernard Cornwell’in bir kitabında bir karaktere söylettiği, aklımda kaldığı kadarıyla şöyle bir söz var: (söyleyen karakter bir piskopostu yanılmıyorsam. Cümle de aklımda kaldığı kadarıyla artık.)
“Peder Agustine bir defasında bana İsa efendimizin üç farklı sünnet derisini gördüğünü söylemişti. Onu her şeyin üstünde aziz tutan ben dahi bu kadar cömertçe donatılmış olduğunu sanmıyorum.”
Kutsal Emanetlerin koruyuculuğu ya da etki değeri, pagan dönemdeki “büyü” gelenekleriyle ilintilidir.

Peki ya İslam ve büyü? Bu konuda, “Harut ve Marut”a değinmemek olmaz.
“ sihr û efsun ile doluptur derûnun ey kalem
zülfü harut’un demek mümkîn ki nâl olmuş sana”

Harut ve Marut Tasviri
Harut ve Marut Tasviri

Evet efendim, Nedim’in kendi kaleminin sihirliymişçesine hünerli şiirler yaratmasını tarif ederken, “içindeki kıl, Harut’un zülfündendir” deyişi ile andığı iki “melek” ya da doğaüstü varlık, Harut ile Marut.

Bu ikisi hakkında bildiğim kadarıyla en ayrıntılı kaynak, Tarih-i Taberi’dir. Nişanyan’ın blogunda bir yazıda Taberi için “sağlam tarihçidir” dediğini görüp hayret etmiştim. Bu, Nişanyan’ın tarihten anlamadığını söyler bir laftır. Taberi tarihi, rivayetler, üfürükler, mitolojik ve mistik savlarla dolu bir kitaptır. Bir tarihçi için elbette “işaret”ler içerebilir ancak, Taberi tarihini “muteber bir kitap” ve Taberi’yi “muteber bir tarihçi” görüyorsa Nişanyan, sözgelimi tanrıyı ya da dinleri neden reddediyor anlamak mümkün değil. Tarih-i Taberi’ye sonra ayrıntılı değineceğim, sami dinler hakkında yazdığım bir gün.

Neyse efendim, hakkındaki rivayetler geniş bir örgü oluşturan bu iki varlığın kökenleri eski İran dinlerindedir ki, Ermenilerde Hawrot ve Mawrot adında iki varlığa rastlamamız tesadüf değildir.

Kuran’da sadece bu iki meleğin insanlara önce “bizi dinlersen yanlış yola sapmış olursun” anlamında bir uyarı yapıp büyü öğrettiklerine değinilir, geri kalanı yoktur. (bkz: Bakara 102)

Bu söylencelere göre bu iki melek, “bizde şehvet olsa insan gibi azmazdık” demişler, tanrıdan kendilerine şehvet verilmesini istemişler ve yeryüzüne indirilmişlerdir. Şeytan bunlara bir kadın suretinde gelir ve ikisini de yoldan azdırır. Sonunda tanrıyı inkâr ederler ve tanrı tarafından Mısır’daki bir kuyuya baş aşağı asılarak gelen herkese büyü öğretip, onların işleyeceği günahlarda pay sahibi olmakla cezalandırılırlar. (Bu kuyunun Mısır’da oluşu ve büyü vs. gibi ezoterik kaynakların çoğunun Mısır’da oluşu arasındaki paralellik, mitoloji yazılarımda değindiğim bakışımın haklı olduğunu gösterir.)

Kendimce “büyü”nün “söz” ile ilişkisine (ki “kelam ile din”, “logos” ile mitoloji tarih boyunca hep ilişkilidir. Logos hem söz, hem akıldır, bilgidir, uzunca bir düşünce mesaisini hak eder. Wittgenstein’ı bu konuda önerebilirim) değindim, örnekler verdim. Başta söylediğimi, sonda da tekrar edeyim, bu yazı “efradını cami ağyarını mani” bir yazı değildir, savruktur, eksiktir. Ama en azından bilimsel yönteme amatör bir sadakat gösteren bendenizin bildiği kadarıyla “yanlış” değildir. Sadece, devamını getirmek, eksiğini tamamlamak okuyucunun şahsi irfanına ve okumalarına kalmıştır.

Yazımı, “büyü”den tıbba geçişin ilk basamaklarından birini şahsen oluşturan Paracelsus’un sık sık alıntıladığı bir sözle bitireyim:
“Alterius non sit qui suus esse potest.”
Anlamını da okuyucu bulsun, biraz gizemli olsun.

Ezen bolsun karındaş kalık.


Oğuz Kağan Efsanesi Üzerine – Mitoloji Dizisi #1

Hayalet Süvariler Mitinin Peşinde – Mitoloji Dizisi #2

Karşılaştırmalı Mitoloji: Evrensel Şiir – Mitoloji Dizisi #3


NOT: Bu yazı dizisinde bulunan metinler, daha ayrıntılı ve toplu bir halde M. Bahadırhan Dinçaslan‘ın Aygan Yayıncılık’tan çıkan “Karşılaştırmalı Mitoloji: Tolkien Ne Yaptı?” adlı kitabında bir araya getirilmiştir.

M. Bahadırhan Dinçaslan

Gazeteci, çevirmen, yazar, şair. Günde iki paket sigara içer. Tolkien sever. Sebze yemez.

Henüz yorum yok. Forum'a gelip sohbete katıl.

stephen king egelnce parki

Eğlence Parkı: Korku Tüneline Girmeye Kim Cesaret Edebilir?

J.R.R. Tolkien Şiirleri

J.R.R. Tolkien Şiirleri