Sen ne güzel bir kelime oyunusun.
Adalet (Ancillary Justice), pek çoğumuzun dikkatini çekmişti. Bir anda ilk kitabını yazmış bir yazar bilimkurgu camiasına bomba gibi düşmüş, dengeleri yerinden oynatmıştı.
Ann Leckie’yi bir süredir yakından takip ediyordum. Kayıp Rıhtım’da yer alan ödül haberlerini hazırlayan kişi olarak sürekli karşıma çıkıyordu. Ve kazanıyordu. En büyük ödülleri ardı ardına heybesine atıyor, yolunda emin adımlarla ilerliyordu. Onu da kazandı, bunu da kazandı… Peki kimdi bu kadın? Ne yazmıştı da Hugo, Nebula ve Arthur C. Clarke gibi ödülleri aynı anda kazanacak başarıyı göstermişti?
Size yalan söylemeyeceğim. Kitap nihayet Türkçeye geldiğinde içimde bir şüphe vardı. Son zamanlarda bol ödüllü kitaplar beni hayal kırıklığına uğratıyor, övüle övüle bitirelemeyen eserlerde aradığımı bulamıyordum. Hepsi bir şekilde özgünlük engelini aşamıyordu. Sonra çıktığı gibi Adalet’i aldım. Kapağını açarken “beklentilerim yine boş çıkacak” diyordum. Ama…
Breq her şeyi değiştirdi. Gerentate’ten Breq. Onu muhtemelen hiç duymadınız. Onun nasıl biri olduğundan bir türlü emin olamayacaksınız. Onu aslında herkes duydu ve aynı zamanda hiç kimse duymadı. Breq, imparatorluğu adalet getirecek. Hem de ne adalet!
Kitabın derinlerine daldıkça gördüğüm şeyler beni büyüledi ve yazarın zekasına bir kez daha hayranlık duymamı sağladı. Ben de o derinlerde gördüklerimi şu başlıklar altında topladım:
- Bütünden Parçaya
- Kolektif Bilinç
- Kolektif Bilinçaltı
- Dualite
- Bilinçli Muallaklık
Size bu kitabın konusuyla ilgili anlatacağım bir dolu şey var ve ben bunları anlatmak istemiyorum. Ann Leckie’nin bilimkurguya yepyeni, taptaze bir soluk getiren bu romanında ortaya attığı kurgusal fikirleri biz Türkçeye çevrilmiş kitaplarda daha önce görmedik. İşte tam da bu yüzden anlatmak istemiyor ve okuyup kendinizin görmesini diliyorum. Yine de, konuyu merak edenler için bir özet geçeceğim.
Kişisel tavsiyem aşağıdaki ilk bölümü atlayıp incelemeye öyle devam etmeniz yönünde. Ama çok merak ediyorsanız, eh, risk size ait.
Adaletin Bağıl Yüzü
Galaktik imparatorluk fikrine Asimov’dan beri oldukça aşinayız. Ann Leckie’nin kurduğu düzendeyse böyle bir imparatorluğun genişlemesinin son demlerini görüyoruz. Ama neden durdular? Eh, bunun ardında sandığınızdan daha derin bir kurgu var.
Sadece insanların yaşadığı gezegenleri bir bir bünyesine katan Radchaai, bu kültürlere “medeniyet” getirdiği iddiasındadır. Burada durup bir titriyoruz aslında. Medeniyet getirmek. Bu söze biz 2000’lerin insanları çok acı biçimde aşinayız. Her neyse. Radch toprağındaki herkes vatandaş ve “insan”, vatandaş olmayanlar ise “insan değildir”. Bu ayrım bir hayli açıktır. Radch gelip topraklarına bir başka kültürü daha kattığında artık onlar da “insan” statüsüne yüklemiş sayılır.
Radch’ın Efendisi Anaander Mianaai’ın yayılmacı politikası pek çok kan dökmüş ve medeniyet yaymıştır. Ama biz kitapta Radchaai’ın iki evresini görüyoruz. Çünkü anlatcımız olan Breq, bize yaşadığı iki farklı zaman dilimini anlatıyor. Toren’ın Adaleti adlı devasa gemiden geriye kalan tek şey olan Breq… Evet, başkarakterimiz bir uzay gemisi!
Yazının ilerisinde değineceğim ve kitabın özünde yer alan dualite kavramının ilk örneğini de eserin bu iki farklı zamanı ele alışından görüyoruz aslında.
Radchaai uygarlığı bağıl denilen korkunç bir köleleştirmenin de sorumlusudur. Yayılma dönemleri boyunca ele geçirdikleri direnişçileri, uzay gemilerinin ya da istasyonlarının yapay zekasının birer uzantısı haline getirir. Ölümden farksız bir dönüşümdür bu. Bir bağıl belki binlerce yıl için dondurularak gemilerde sırasını bekleyebilir. Gemiler milyonlarca hazırda bekleyen bağıllaştırılmış insanlarla doludur. Bir yapay zekaya bağlandıklarındaysa, artık o yapay zekanın bir uzantısı, bir uzvu haline gelirler.
Hemen burada durup bir parantez açalım. Ann Leckie, robot ve android kavramlarını bir kenara atıp bağıl olgusunu önümüze sunuyor. Bağılları bu iki kategoriye sokmak zor, çünkü o belki de hibrit bir tür.
Kitap boyunca Gerentate’ten Breq ile birlikteyiz. Breq bize 20 yıllık bir çabayı anlatacak. 20 yıl önceki Breq ve şimdiki Breq’i de görme şansına erişeceğiz. Kah şu anki zamanı, kah 20 yıl önce onu tüm bu intikam planını kurmasına yol açan dönemi gözler önüne serecek. Ama daha da ilginci, Breq kitabın güncel zamanında ta 1000 sene önce (yanlış duymadınız) tanıştığı bir askerle karşılaşacak. Dahasını anlatmayayım. Gerisini Breq size çok güzel biçimde aktaracak zaten.
Ama Breq kim? Toren’ın Adaleti’ne ne oldu? Breq’in intikam planı neyi kapsıyor? Radch genişlemeyi neden durdurdu? Anaander Mianaai da kimin nesi?
14. sayfada ilk aydınlanmayı yaşayacak ve Scalzi’nin aşağıdaki sözlerinde ne kadar haklı olduğunu anlayacasınız:
“Breq gibi bir kahramanla ilk kez karşılaşıyorum. Bunun ne kadar hoşuma gittiğini anlatamam.”
Sonrasındaysa hemen 16. sayfada, bu üçlemenin kitaplarının adlarının ne anlama geldiğine dair (Ancillary Justice, Ancillary Sword, Ancillary Mercy) güzel bir fikir sahibi oluyoruz. Hemen küçük bir uyarı, kitap ilerlerken fazla kesin konuşmamaya çalışın. Çünkü tahminlerinizi tek tek yıkmakta gayet başarılı.
Ama ne diyordum? Dualite. İşte kitabın asıl özü bu. O zaman gelin, şimdi en derinlere dalalım.
Bütünden Parçaya, Kolektif Bilinç ve Kolektif Bilinçdışı
Kadın bilimkurgu yazarlarının büyük kısmında Jungcu düşünce tarzının izlerini görmek mümkündür. Ann Leckie de bu ekolden kopmamış, ancak bunu daha somut bir örnekle ortaya çıkarmıştır. Somut derken bunun altını çizelim. Olay tam da burada başlıyor.
Peki Leckie ne yaptı? “Kolektif bilinçdışı”nı, ve dahası, “kolektif bilinci” kitabının ana konusu haline getirdi. Bunu yapan tek yazar kendisi değil, yukarıda da söylediğim gibi. Le Guin buna en büyük örneklerden biridi. Ancak Le Guin’in bunu yapışı daha dolaylıdır. Daha dikkatli bakmayı gerektirir. Yerdeniz buna harika bir örnektir, ancak üzerinde düşünmediğiniz sürece sizden bunu pekala gizleyebilir.
Gelelim Leckie’ye. Gelelim Adalet’e. Toren’ın Adaleti ve daha birçok gemi kolektif bilinç ve kolektif bilinçdışının harika birer somut örneği. En kaba haliyle aktarmak gerekirse, nasıl ki (bu teoriye göre) her bir insan, her birey toplumun bir alt kümesiyse bağıl formuna sokulmuş insanlar da gemilerinin birer alt kümesi. Bizler önce kendi toplumlarımızın, sonra kendi dünyamızın birer minik alt kümesi olarak, o devasa bilincin parçasıyız. Aynı zamanda, yüzyıllar boyu süren tecrübelerimizin üst üste inşasıyla birlikte oluşturduğumuz kolektif bilinçdışının da bir noktasıyız.
Kolektif bilinçdışı bizi etkiler. Düşüncelerimizi, hareketlerimizi dahi yönlendirir. Her tür yaratıcılığın kökeninde de bu bilinçdışı yatar diyebiliriz. Hem unutmamak gerek, pek çok eserde insanlığın ilk eserlerine kadar dayanan örnekler ve benzerlikler görmüyor muyuz?
Hadi şimdi konuya dönelim. Tüm bunların Adalet ile alakası ne, değil mi?
Toren’ın Adaleti ve onun yapay zekası ana beyin olarak tam karşınızda. Ana bilinç. Kolektifliğin toplandığı merkez. Tüm o bağılları ve içindeki askerleriyle savaşçı bir anne o. Tıpkı diğer gemiler gibi. Toren’ın Adaleti ve onun alt kümeleri olan tüm bağılları, Toren’ın Adaleti’nin 2000 yıllık tecrübelerini paylaşıyor. Bir bağıl zarar gördüğünde yerine bağlanan bağıl da bu 2000 yıllık devasa deneyimin bir parçası haline geliyor.
Şimdi burada durup bir “ama” demek gerek. Çünkü kitabın asıl olayı büyük resimden yola çıkıp detaylara inmek. Bütünden parçaya gidişle en küçük parçaya ulaşmak. Başka bir deyişle, kolektif bilinçdışının özü olan kolektif bilinç, buradaki asıl etmen. Ama bununla da bitmiyor. Çünkü o dev bilincin her bir parçası, o malum alt kümeleri ona ait olduğu kadar, “aynı benliğe” de aittir. Benlik dediğimiz şeyin tüm bu topluluğun ortak özü olduğunu unutmayın. Jungcu düşüncede benlik, egodan çok daha büyük ve aşkındır. Bu toplumun kendine has bir bilinçdışı olduğu gibi, bilinçaltı da mevcut haliyle. O zaman, küçük parça sevdiğinde, küçük parça bilincinin derinliklerinde kıpırdandığında dev bütünde de bir hareketlenme olur.
İşte Ann Leckie bunu yapıyor. Bunu muazzam bir şekilde yapıyor hem de. Kitap boyunca birkaç kez laf arasında geçen bir anlatı var. Kaptanları ölen gemilerin bir zamanlar delirip (insan gibi düşünürsek depresyona girip) kendilerini yok ettiği söyleniyor. Yo, bu dediğim spoiler değil. Peki benim küçük parçadan bahsettiğim olay bunun neresinde? İşte orası spoiler.
–Spoiler Uyarısı Başı–
Toren’ın Adaleti nasıl ki Radch’ın Efendisi’nin Teğmen Awn ile ilgili kararını uyguladıysa, aynı şekilde Radch’ın Efendisi’ni de vuran yine kendisi olmuştur. Esk Bir’in Awn’a olan düşkünlüğü tartışılmaz bir gerçek. Ayrıca bağıllar arasında ona en düşkün olan da o. Onu öldürebilen kişi bir Var birimi olsa da, kolektivite sayesinde Esk bunu hissettmiştir. Aynı şekilde de Eski Bir’in Teğmen Awn’a olan sevgisi Toren’ın Adaleti’ni hiç düşünmeden Radch’ın Efendisi’ne ateş etmesini sağlamıştır.
Esk Bir Awn’ı sever. Toren’ın Adaleti de aynı şekilde. Sonuçta asıl beyin Toren’ın Adaleti olsa da, Eskler ve diğerleri birer bağıl olsa da, her biri en derinde birer bireydir ve birinin telleri titreştiğinde bütün sistem sallanır. Müthiş biçimde bağıllaştırma kişinin özünü tam olarak öldürememiştir. Sonrasını zaten biliyorsunuz. Toren’ın Adaleti’ne neler olduğu ve Esk Bir’in kaçışı vs.
–Spoiler Uyarısı Sonu–
Bu bölümü tamamlarken beylik bir laf edeyim: Arthur C. Clarke Ödülü jürisini bu fikrin tavladığına inanıyorum. Tamamen şahsi düşüncemdir.
Dualite: Bir Ben Var Benden İçeri
Ann Leckie eşliğinden bütünden parçaya ulaşmaya devam ediyoruz. Çünkü gemiler ve bağıllarıyla bitmiyor bu iş. Daha da derinlere inip her bireyin içinde “ötekileri” de keşfetmek gerek. O da tam olarak bunu yapıyor.
Gelin ben kendi gözlemime değinmeden önce Leckie’nin verdiği bir demeçte konu hakkında neler dediğine bakalım:
“I can’t say I’m an expert in that, but I came away with an unsettling sense of just how fragile our identities are, and the possibility that we’re all of us in some way more than just one person.”
Yani diyor ki:
“Bu konuda uzman olduğumu iddia edemem, ama kimliklerimizin ne kadar kırılgan olduğuna dair sarsıcı bir histen ve bir şekilde hepimizin içinde tek bir insandan daha fazlası olma ihtimalinden yola çıktım.”
Böylelikle dualite başlıyor. Hatta çoğulluk desek daha doğru olabilir. Çünkü gemileri adeta birçok duyargaya sahip, çok kollu bir ahtapot yapmasının yanı sıra, onların dışında kalan her karakterin de derinlerde aynı “çoğulluğu” görüyoruz.
Nasıl mı? Buraları elimden geldiğince spoiler vermeden geçmeye çalışacağım.
Esk Bir’in diğer tüm bağıllardan, paylaştığı kolektif bilinçten koptuğu anları görürüz. Esk Bir, şarkı söylemeyi sever. Bağılların arasında çok ama çok ayrıksıdır, fakat yine de bir bağıldır. Hem bütünün parçasıdır, hem de değildir. Fakat unutmamak gerek, bütün de zaman zaman ona göre şekil alır.
Bir zamanlar insan olan varlığı korkunç biçimde köleleştirilmiş ve bir yapay zekanın uzantısı haline getirilmiştir. Eskiden herhangi bir kişi olan bu birey, şimdi Esk Bir kimliğine bürünmüştür. Ama durun, o şarkı söylüyor! O şarkıları biriktiriyor. İçinde ölmeyen bir yan. Orada, en derinde önceden olduğu kişi var. Fakat aynı zamanda Esk Bir birimi olarak da bir bağılın sahip olduğu her şeye sahip.
Radch’ın Efendisi’ni keşfettiğimizde işler iyice ilginç bir hale gelir. Bir kere kurgu bizi büyülüyor. Çünkü Anaander Mianaai, nam-ı diğer Radchaai hakimiyetinin beden bulmuş hali de dualiteden muzdarip. Muzdarip diyorum, çünkü onunkisi (zekice işlenmiş bir şekilde) bir kişilik çatışmasının somut örneği. Burayı özellikle detaylandırmıyorum, ama şunu demeden geçmeyeceğim: Zihnimizde dönüp duran, zaman zaman birbiriyle çarpışan düşünceler ve sesler eğer dışarı taşsaydı biz de birer Anaander Mianaai olurduk.
Bu arada Anaander Mianaai insanın aklına Italo Calvino’nun bir eserini akla getiriyor ki, bu beni fazlasıyla keyiflendiriyor. Yine kendimi tutamayıp spoiler içine bir şey sıkıştırmak istiyorum.
–Spoiler Uyarısı Başı–
Anaander Mianaai’ın tüm o parçalanmışlığına rağmen, bence onun bu durumu aslında onun özünden başka bir şey değil. Preseger’ların silahı onu bu hale getirmiş olabilir, ama her iki parçanın da gerçek Mianaai olduğunu düşünüyorum. Onun iç çelişkilerinin yazar tarafından somutlaştırılması bu aslında.
Öte yandan, Italo Calvino’nun bahsettiğim eserinin adı İkiye Bölünen Vikont’tu. Savaş sırasında ortadan ikiye bölünen bir vikontu ele alan kitapta vücudun tek parçası saf kötülük, diğeri saf iyilik olarak kalır.
–Spoiler Uyarısı Sonu–
Son adımsa Teğmen Awn. Oldukça tutarlı bir karakter olan Awn da bu dualiteden nasibini alıyor. Onun gibi kararlı ve sarsılmaz bir yapıya sahip olan biri bile bu kitabın özünde yatan “kişi içindeki birden çok kişilik” öğesini karşılamış oluyor. Nasıl mı? Anaander Mianaai ile yaşadığı bir sahnede bunu tüm çıplaklığıyla göreceksiniz. Kitabı okumuş olanlar için konuyu daha çok açmak adına mecburen spoiler’a başvuruyorum.
–Spoiler Uyarısı Başı–
Toren’ın Adaleti’nin içinde Teğmen Awn ve Anaader Mianaai’ın karşı karşıya geldiği sahneyi bir düşünün. Teğmen Awn’ın ne olursa olsun Mianaai’ın emirlerini uygulamaya yönelik itaati ve tam da bu itaatine karşı duran bir inancı vardı. Mianaai’ın malum tapınak sahnesinde verdiği emir Awn tarafından uygulanır. Eğer yapmasaydı hem kendisi ölecek, hem de zaten ondan başka biri (bağıllar) bu emri uygulayacaktır. Sonra onları karşı karşıya gördüğümüzde Awn’ın tam da bu ikilemini uyguladığını görüyoruz. Teğmen Skaaiat’ın müşterisi olması konusunda Mianaai ona talimat verdiğinde yine aynı ikilemle karşı karşıyadır. Ancak sonuç farklı olur. O yapmasa bile yapacak biri illa ki bulunacaktır ve yapmaması takdirinde ölecektir. Ne olur peki? Teğmen Awn bu defa ölümü seçer. İçindeki ikilemi tek bedende, iki aynı olayda yaşar ve benliğindeki iki farklı kısım bu benzer olaylara farklı seçimlerle cevap verir.
–Spoiler Uyarısı Sonu–
Böylelikle bütünden parçaya giden yolun seyrinde bireyin en derinine göz atan Leckie, karakterlerini de tek bir seçimle bırakmıyor.
Bilinçli Muallaklık: Cinsiyet Kavramı
Adalet’in en dikkat çeken yanı kesinlikle cinsiyet kavramına getirdiği bakış açısı. Kitabın orijinalinde her karakter (her şey hatta) she olarak adlandırılıyor. Hatta Eski Bir de kitap boyunca she olarak tanımlanıyor. Sadece iki karakterin cinsiyeti kesin bir netlik taşıyor desek yanlış olmaz. Ancak bu she olayı bir kasıtlı muallaklığın göstergesi. Kitap ödülden ödüle koşarken onun için feminist bilimkurgu demişlerdi. Oysa burada she hitabı bir belirsizliğin temsili. Hatta asıl bu yüzden feminist bilimkurgu denmeli bence. Çünkü karakterlerin cinsiyetlerini merak etseniz bile, bir yerden sonra onların kadın ya da erkek oluşunun hiçbir önemi kalmıyor. Ann Leckie “eşitliği” yazarın zihninde ilginç ama etkili bir yolla sağlıyor.
Hemen söylemekte fayda var, Türkçe bu kitap için biçilmiş kaftan. Dilimizdeki hitaplarda kadın-erkek belirteçleri kullanmıyor oluşumuz aslında Ann Leckie’nin kurgusuna tam oturan bir etmen. Müthiş bir tesadüf de aynı zamanda. Çünkü, Radchaai’ın kendisi de dilinde cinsiyet belirteçlerini kullanmıyor. Yani kitabın egemen toplumunun dilinde de cinsiyet belirten öğeler yok.
Şimdi gelelim yazarın tasarısına. Gemileri she diye tanımlanması, onların mürettebatlarıyla olan ilişkileri ve üstlendiği görevler düşünüldüğünde anaçlıkla ilişkilendirilebilir. Böyle düşünmek kaçınılmaz hatta. Fakat tam bu noktada durup yazarın kendisine söz hakkı vermek gerek. Ardından da (yine) Le Guin’in vakti zamanında yaptığı benzer bir şeyden bahseceğiz.
Ann Leckie, öncelikle Breq’in kendisini kitapta she diye tanımlamasına rağmen, Breq’in kendisinin kendi varlığını cinsiyetsiz olarak kabul ettiğinden bahsediyor. Karakteri düşününce bu oldukça mantıklı. Peki ya diğerleri? Şöyle diyor:
“The other characters—some of them I’ve assigned a gender to in my mind, and some I haven’t. Even the ones who began with a particular gender ended up being a bit…slippery by the time I was done writing. And I kind of like that there’s discussion around that, too, so for both those reasons, I think I’ll decline to give genders for the characters who began with them.”
Yani:
“Diğer karakter – bazılarına zihnimde bir cinsiyet atadım bazılarına ise atamadım. Belli bir cinsiyetle başlayanlar bile yazarken zamanla… kaymaya başladılar. Ve bununla ilgili tartışma olması da hoşuma gitti, böylece, her iki nedenden de, cinsiyet atamış olduğum karakterlerin de cinsiyetlerini belirtmeyi reddettim.”
Ann Leckie’ye hayranları tarafından “şu karakterin cinsiyeti nedir?” sorusu sıkça soruluyor. Bu da ona verdiği cevaplardan biriydi. Biz Türkçede bunu pek fazla hissetmiyor olsak da, okur olarak okuma esnasında karakterlerin cinsiyetlerini merak ediyoruz. Sadece Seivarden’ın cinsiyetlerinden kesin biçimde haberdarız ve yazar da bunu doğruluyor. O da kitabn orijinalinde hep “she” olarak tanımlansa da, kitabın başında Breq onun bir erkek olduğundan emin şekilde konuşuyor ve Leckie de aynı röportajda bunu doğruluyor.
Ann Leckie’nın she terimini kullanışı – onun deyimiyle- bir standart. Kitapta cinsiyetlere dair olan muallaklığı korumanın yolu. Yukarıda buna benzer bir durumu Le Guin’in de yaptığından bahsetmiştim. Kraliçenin, daha sonra Karanlığın Sol Eli’ni doğuracak olan, bir hikayesi buna harika bir örnektir. Kış Kralı adlı bu öyküdeki halk androjendir. Karanlığın Sol Eli’nde de yer alan aynı androjen halk için kraliçe “he” hitabını kullanmış olsa da, sonradan gözden geçirdiği ve Rüzgârın On İki Köşesi adlı geçmişe dönük öykülerini derlediği yapıtında, Kış Kralı öyküsünde bunu değiştirmiştir. Hem “he” diyerek onları kesin bir erillikten kurtarmıştır, hem de yeni bir zamir türetmek yerine “she” ile muallaklığı sağlamıştır. (bkz. Rüzgârın On İki Köşesi, sayfa 111, Ayrıntı Yayınları)
Bu tür muallak durumlara alışık değiliz ve bu gerçekten sıra dışı bir şey. Başka bir canlı türünden değil de, insanlardan bahsederken cinsiyet kavramı hep önümüze çıkan bir olgudur. Günlük hayatımızda olumlu ve olumsuz olarak etkisi büyüktür. Ve unutmamak gerek, kurgu öyle bir güçtür ki bir yerden sonra yazarın ellerinden kayar ve kontrolü ele geçirir. İşte cinsiyet atayarak gittiği karakterler bile sonradan kurgunun egemenliğinde bu belirsiz hali almışlardır. Ann Leckie, yazarın kurguyla olan organik ilişkisine güzel bir örnek sunuyor bizlere.
Bu konudaki son sözüm de Breq üzerine olsun. Kendisinin insanların cinsiyetlerini tahmin edemeyen yapısı, anlatıcının o olmasından dolayı bu belirsiz durumu sağlamlaştırır ve mantıklı kılar halde.
Kültür, Din, Şarkılar ve Çay: Ben Hanımefendiyle Bir Çay İçmek İstiyorum
Şimdi yeniden kitabın kurgusunun yüzeysel kısımlarına geri dönelim. Dibe daldık, derinleri eşeledik. Şimdiyse ayağı dibe vurup yüzeye çıkma vakti.
Ann Leckie, kitabında kültürlere de belli bir önem vermiş. Elbette bir Dune beklemeyin bu kitaptan. Sonuçta türü bir uzay operası. Ancak Breq’in planı boyunca gittiği yerlerdeki ya da geçmişe dönük anlatılarında gördüklerinin hepsinde kendine has birer kültür gizli.
Radch, çok tanrılı bir dine sahip ve Radchaai ulusu oldukça dindar. Gemilerine ve askeri birimlerine verdikleri isimlerin hepsinin ardında tanrılarının isimleri yatıyor. Tesadüf diye bir kavram bilmiyorlar ve dillerindeki tesadüf kelimesi de mucizevi bir anlama sahip. Yani her şeyin bir nedeni, bir anlamı var onlar için.
Yazar dindar biri olmadığını söylüyor. Ama söylediğine göre, dini inançlar ve kültürlere göre değişen inanç sistemleri onun hep çok ilgisini çekmiş. Böylelikle Roma ve Yunan mitolojisinin yanı sıra, Mısır mitolojisini de işin içine katarak seri boyunca göreceğimiz din sistemleri ve tanrılarını oluşturmuş.
Şarkılar da kitabın yer tutan önemli bir etmeni. Esk Bir’in söylediği şarkıların bir kısmı da gerçek eserlerden alınma. L’homme Arme, Clamanda ve Bunker Hill adlı şarkılar, Esk Bir’in söylediği şarkılardan birkaçının orijinal formları olarak karşımıza çıkıyor.
Giyim kuşam konusunda da Leckie’nin eklediği küçük ama güzel detaylarla ziyaret ettiğimiz milletleri bir nebze daha yakından tanıyoruz. Ancak bence ülkemizin okurlarını tavlayacak asıl şey bambaşka: Çay.
Hadi kabul edin, ülke olarak çaykolik insanlarız. Ann Leckie’nin Radchaai ulusu da en az bizim kadar çaykolik. Gidilen yerlerde hasreti çekilen çaylar, çay evleri ve bu bağlamdaki nicesi sizlere çok tanıdık gelecek. İddia ediyorum.
Çeviri ve Editörlük
Biliyorsunuz, biz hem site olarak, hem de ben şahsım adına editörlük ve çeviri konularında hassas kimseleriz. Kadromuzda bulunan çevirmen ve editörler sayesinde de nerelere bakmamız gerektiğini günden güne daha çok öğreniyor ve her incelememizde (forum yorumlarımızda bile) bu konuya değiniyoruz.
Adalet’in çevirisi Yaprak Onur’un özenli ellerine emanetti. Editör Alican Saygı Ortanca kitabın çıkmasına çok kısa bir zaman kala Facebook hesabından şöyle demişti:
“Bu kitap bir harika dostum! Yaprak’ın ellerine sağlık, ne kusursuz çeviriydi o. Şimdiye kadar çalıştığım en temiz metinlerdendi. Kitap zaten şahane. Okuna!”
İnsan bunu görünce bir heyecanlanıyor ve daha çok meraklanıyor tabii. Kitabı aldığımda en merak ettiğim şeylerden biri de kitabın kendisi kadar bu konu oldu. Sonra ne oldu? Yaprak Onur gerçekten harika bir iş çıkarmıştı. Kelime seçimleri ve kullandığı ifadeler beni ziyadesiyle tatmin etti. Kitabın çeviri süreci anlamındaki çevirmen ve editör emeğine diyecek söz yok doğrusu. Piyasada böyle temiz çalışmalar bulmak gerçekten zor. Her ikisinin de ellerine sağlık.
Fakat ben tam burada bir “ama” açmak istiyorum. Her şey çok güzel, ama daha önce bir İthaki kitabında görmediğim kadar çok yazım hatası mevcut bu kitapta. Böyle bir eserin bir son okuma aşamasından geçmiş olmasını çok isterdim. Sonradan öğrendim ki kitabı bizlere yetiştirmek için son okuma adımı gerçekleşmemiş. Gönül isterdi ki biz biraz daha bekleseydik de o adım gerçekleşseydi. Her zaman yazım hataları olabilir. İnsanlık hali en nihayetinde. Ancak bu eserdekilerin sayısı beni üzdü doğrusu. Hem de kitabı bu kadar sevmişken.
Bu konuya dair eklemek istediğim bir şey daha var aslında. Kitabın orijinal adı olan Ancillary Justice’ı Bağıl Adalet olarak çevirmeyi tercih etseler diye içimden geçirip duruyorum. Adalet adıyla sanki kitap biraz çıplak kalmış gibi. Kapağındaki ödüller ilgi çekici, ama isim tek başına vuruculuğundan arınmış gibi bir his veriyor bana. Ama neyse ki Yaprak Onur ile yaptığım röportajda bunun cevabını doğrudan almış oldum.
Son Söz: İmparatorluğa Adalet Gelecek
Ian M.Banks’in Culture serisine benzetilen eserin ülkemizde çevrilmiş bilimkurgu eserleriyle herhangi bir benzerliği mevcut değil. Bu bakımdan bizler için bilimkurguda yepyeni bir soluk olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Başta da dediğim gibi, solsuksuz aksiyon bekliyor ya da kitapta geçen uzay gemilerini savaşta görmek istiyorsanız bu aradığınız eser değil. Adalet, kolektivite ve bireysellik üzerine çarpıcı bir bilimkurgu. Yalın anlatımı ve sıra dışılık konusunda oldukça iddialı olan başkarakteriyle sizlere daha başka kapılar açıyor.
Yeni şeylere açsanız, son zamanlarda büyük hayal kırıklıkları yaşadıysanız bu kitaba bir şans verin. Kimileri onun ağır ağır okunması gerektiğini savunuyor. Ben çok kısa sürede bitirdim doğrusu, ama neden böyle dediklerini anlayabiliyorum. Hem eserin doğasındaki o kasıtlı muallaklığı ve kurguda her düğüm çözüldüğünde her daim ardında daha fazlası oluşu gibi etmenler sizi peşin hükümlü yapmamalı. Yoksa kurguda ipin ucunu kaçırabilirsiniz.
İmparatorluğa Adalet Gelecek. Siz de göreceksiniz. Buradaki çift anlamı kavradığınızdaysa yüzünüzde hafif bir tebessüm oluşacak.
Eh, ne diyelim? Toren’ın Adaleti’nin askerleriyiz.