in ,

Azlolanın Kutsal Kitabı: Azil

Elinde tuttuğun kitap açık bir suç davetiyesiyse, kapağı açıp bütün sırra ortak olmaya cesaret edebilir misin? Delilik midir bunun adı? Öyleyse varım! Hakan Günday’ın Azil adlı romanını inceledik.

Azil Hakan Günday inceleme
- Reklam -
- Reklam -

Zaman, her daim ancak tek bir ucundan tutabildiğimiz, ancak tek bir ucunu bilebildiğimiz bir mefhum. Bir hedef olarak belirlediği her noktaya ulaştığında, yalnızca bir sonraki adımın başlangıcına varmış olan insansa sonu asla gelmeyecek bir yolda. Hayat adı verilen, duvarları bilinmezlik ve olasılıklardan oluşan onlarca paralel yolla örülü karanlık mağaranın sonunda ışık var; fakat bu ışığın da bir başka mağaranın karanlığı olup olmadığını bilebilmek mümkün değil.

Her şey bu kadar belirsiz, tekinsiz ve güvensizse madem, iki uçlu bir zaman kurgulayalım biz de; sonunu tutabilelim, ortasından kıvırıp ayrı düzlemlerde aynı kişilere can verelim. Kesişsinler, ama çakışmasınlar; dokunsunlar, ama hissetmesinler. Sonra iç içe katlayıp yuvarlayalım, birbirlerini doğursunlar. Kimsenin haberi olmasın. Haberi olanlarsa görmesin, duymasın, bilmesin.

Henüz kapağını kaldırırken başına ne geleceğinden habersiz olan okuyucu, elinde tuttuğu kitapla aslında bir anlaşma yaptığının da farkında değildir. Ancak Hakan Günday olmak ile olmamak arasında, kendi deyimiyle “delilik ile dehâ arasında seyreden” bir hayatı kaleme aldığı romanının sonuna değil, ilk sayfasına atmıştır imzasını. Doğan Kitap’tan 2007 yılında çıkan ve insanlık tarihi nefes aldıkça sonu gelmeyecek bir öyküye koyduğu üç nokta niteliğindeki roman, okuyucuya bir mektupla, sözü dolandırmadan, dürüstçe ve doğrudan seslenerek başlar, ki biraz sonraki satırlarda işlenecek suçun ortaklığını başta kabul etmiş olsun gözler:

- Reklam -

“Bu cümle, yazmayı öğrendiğimin kanıtıdır. Bu cümleyse, okumaya devam ettiğinin kanıtı. Birlikte, iki kanıtı olan bir suç işleyeceğiz. Bir hayata son vereceğiz…. Ancak bizim ortaklığımızda rahat bir uyku için birinin diğerini öldürmesine gerek yok. Çünkü işlenen suç gerçekleştiğinde sayımız bire düşecek.” (Azil 15)

Bundan sonrası okuyucuya kalmıştır artık. Deliliğin kurguladığı gerçekliğe mi inanmalıdır, yoksa tutarlılık sınırlarını zorlayan bu satırları, bir dehânın kaleme almış olduğuna mı? Kelimelerle mühürlenmiş, bir sır gibi gizli tutulması gereken bu suç davetini kabul etmeli midir, yoksa henüz yolun başındayken sırrın kapağını kapatmalı mıdır? İşte Pandora’nın kutusunu okuyucunun eline bırakıp kenara çekilir Günday; devam etmek isteyenlerle Asil’i doğurur, yaşatır ve öldürür. Cesaret edemeyenler içinse Azil kelimesinin anlamı daima bir sır olarak kalır.

Azil İncelemesi – Sona Konan Başlık: Bir Yokmuş, Bir Varmış

Azil - Hakan GündayBirinci sayfanın, bir kitapta okunacak ilk sayfa olduğunu zikretmek elbette tuhaf gelebilir; ancak söz konusu Türk Edebiyatı’nın karanlık ve en özgün kalemlerinden Hakan Günday olunca sondan başlamak kuşkusuz, Azil romanını anlamakta okuyucuya bir kılavuz niteliğindedir. Zira Azil, “doğuranların” ve kabul görmüş kaderlerin değil; “azledilen”lerin, yani yazarın da son sayfada açıkladığı üzere “görevden alınanların”, bir nevi dışarıda bırakılanların hikâyesidir. Dolayısıyla “asıl” kabul edilen, insanların inanmak ve böylelikle kendilerini güvende hissetmek istedikleri için meşru kıldıkları bir gerçeklikken buna paralel ilerleyen bir “olası”lık, daima öteki olarak kalacaktır. Sonunda dile getirilen yalnızca ilkidir; aynadaki yansıması dahi olsa ‘öteki’ olası gerçeklik, üstü örtülmeye çalışılan, görmezden gelinen, yahut imkânsızlığın sınırlarına doğru itilen bir olguya dönecektir. Romanın her satırı, azledilenin bu hüzünlü kaderini hatırlayarak okunduğunda Asil’in başından geçen karmaşık hayat anlam kazanır.

Ne var ki romanın başlangıcıyla sonu arasında hangisine öncelik vermesi gerektiğine dair soru işaretleri içinde bırakılan okuyucuyu, ilerleyen satırlarda daha büyük bir bilinmezlik beklemektedir: Asil’in gerçek olup olmadığı. Tıpkı hikâyesi, sondan başlayınca manasına kavuşan bir adın kaderi gibi, romanın sonunda Asil’in yokluğu da varlığından daha anlamlı hâle gelir. Dahası, Asil yok oldukça kendi gibileri, yani dışarıda bırakılmışları da beraberinde götürerek yok eder. Bu yitişi “yokavar” durumu olarak tanımlayan Asil, hiçe dönüştükçe varlığın merkezine gelene dek daha da belirginleşir. Dolayısıyla Asil’in, içinde bulunduğu varoluşsal ikilemi anlamlandırmaya “bir yokmuş –böylelikle- bir varmış,” diyerek başlamak, Günday’ın bizi götürmek istediği yere işaret edecektir: Yokluğun muazzam hacmine.

Yokluğun Muazzam Hacmi

Kaleme aldığı her eserle adeta bir imza niteliğinde yeraltı edebiyatının karanlığına ışık tutan Günday, yok saydıklarımızın var ettiği dehşet verici bir gerçeği aydınlatmaya çalışır. Asil’in anlaşmasına göre ortada bir suç vardır ve bu suç, okuyucuyla kahramanımızın ortak eylemi olacaktır. Ancak Günday, satırları bir aynalar koridorundan yansıtarak karanlık sokaklar arasında gizlenen her köşeyi sahneye taşır. Farkında olduğu inanılmaz dehasını kullanarak içindeki sorulara yanıt arayan kahramanımız Asil’in “Ne Kadar Kötüsün?” adlı belgesel projesi, bu noktada önemli bir unsurdur.

Tecavüzden hırsızlığa, pek çok kötülüğü ve suçu bir kurgu içinde topluma sunan ve ne kadar sürede dikkat çekip insanları içine dâhil ettiğini ölçen projede her bir suç, özellikle gece karanlığının hüküm sürdüğü noktalarda gerçekleştirilir. Toplum tarafından karanlığa itilip yok sayılan bu noktalar aydınlığa kavuştuğunda suçun, aslında toplumun iliklerine dek işlemiş olduğu ortaya çıkar. İstenmeyen bir çocuk olarak yokluğu, henüz anne karnındayken ilan edilen Asil, bu belgeselle birlikte insanın “asıl” kimliğinin doğal bir kötülükle tanımlandığını iddia eder.

- Reklam -

Yani azlolan da asıl olan da kötülüktür bir bakıma. Ancak bu gerçek, insanın esas ölümünü getirecek denli dehşetlidir ve bu yüzden yanıltıcı isimlerin, vitrinde sergilenen başka kimliklerin ardına gizlenmiştir. Bunun farkında olan Asil’se bir insanın nasıl öldürülebileceğini, kiralık katil olarak tutulduğunda gösterir. Zira Gonca adındaki kurbanının hayatına son veren, Asil’in elleri değil; kadının bizzat kendisi olacaktır. Asil’in tek yapması gereken, kadına tüm hayatının ayrıntılı bir özetini sunan, bir de bu geçmişten hareketle geleceğine ilişkin olası felaket senaryoları kuran bir rapor vermektir. İlk defa kendi hayatıyla bir ayna dobralığında karşılaşan Gonca, zaten o noktadan sonra ilmiği boğazına kendi elleriyle geçirir.

Kitapta yer alan farklı pek çok örneğiyle kıyaslandığında en gerçek ölüm, Gonca’nınkidir nitekim. Zira insanı kurgulanmış bir hayat yahut ölüm senaryosu değil, ancak ve ancak kendi gerçekliği öldürebilir; ister fiziksel olsun ister zihinsel. Son nefesini verirken Asil’i öldüren de yalnızca zihinsel görevini tamamlamış oluşudur; özelliklerini bir başka cana, Yahya’ya aktardığı bedenininse bir önemi kalmamıştır artık.

Hakan Günday
Hakan Günday

Eğimli Doğruluk, Bükümlü Gerçeklik

Postmodern romanın en önemli özelliği olan metinsel kurgu bilinci; yani metnin, kendi kurmacalığını kabul edip yansıtması, Asil’i güvenilmez bir anlatıcı yaparken “asıl” olanın da ancak kendi kurguladığımız gerçeklikten ibaret olduğunu söyler. Asil’in dile getirdiklerinin hiçbiri doğru değildir belki; ancak tek bir kelime yalan da söylememiştir. Çünkü zihnini inandırdığı bir kurgunun içinde yer aldığının farkındadır ve doğru, söylediklerinin inşa ettiği gerçekten ibarettir. Nitekim romanda yer alan Kobo adlı kabile üyeleri, Linda Hutcheon’ın tarih yazıcılığı üzerine açıkladığı dil ile gerçeklik arasındaki kurgusal ilişkiyi kısa ve öz bir şekilde ifade eder:

“Biz Kobolular asla yalan söylemeyiz. Gerekirse gerçeği değiştiririz. Söylediklerimize uysun diye.” (Azil 201)

Esir aldığı anne ve babasından, kendi hayatına dair bambaşka senaryolar dinleyen, buna karşın oldu olası farklı bir kişi olduğuna inanan Asil’in durumu, Koboluların bu açıklamasıyla tarih yazıcılığının kurgusal niteliğine bir manifesto oluşturur. İsimlerin, kimliklerin, şahsiyetlerin bir önemi yoktur bu kurguda; zira hepsi bir başka ömre uyarlanabilir, değişebilir, söylenene “uygun” hâle getirilebilir. Bu durumda “asıl” olan nedir peki? Fakat bu sorunun yanıtını aramadan önce Günday’ın dikkat çekmek istediği nokta, zaten mutlak bir gerçeklik aramanın boşunalığıdır. Peşine düşülmesi gereken esas soru, kurgunun uygunluğu ve tutarlılığıdır. Nitekim Günday, kahramanımızı kutsal kitaplarda yer alan yaradılış hikâyesinin zincirine bir halka gibi ekleyerek bu tutarlılığı da başarıyla sağlamıştır.

Azil adlı romanın sonunda kelimeleri deli ile dâhininki arasında gidip gelen bir adamın öyküsü, tarihsel bir olgu kadar gerçek, kutsal kitapların yaradılış destanları kadar yücedir.

Rabia Elif Özcan

1995 yılında, dünyaya ilk defa dokunduğundan bu yana okuyor gözlerim, ellerim, kulaklarım ve hislerim. En çok doğayı okuyorum, sonra müziği, renkleri; ve edebiyat okuyup çeviriler yapıyorum, başka gözlerin bakışlarına dokunabilmek için. Dimağımın heybesinde biriktirdiğim kelimelerden masallar fısıldıyorum. Hayatı satır aralarına katık ediyorum; yağmurlu gökte vicdanı arıyor, mum ışığında güneşi buluyorum. Sabah günümü aydın eden kahve kokuları gece gözüme uyku sürüyor. Küçücük bir kutuda azıcık yaşıyorum, yetinmekle doyuyorum.

Henüz yorum yok. Forum'a gelip sohbete katıl.

2019 Televizyon Eleştirmenleri Birliği Ödülü

2019 Televizyon Eleştirmenleri Birliği Ödülleri Sahiplerini Buldu

Korku Edebiyatı - Alt Türleri

Korku Edebiyatının Alt Türleri