“Ben, Efsane!”, Richard Matheson’ın 1954 yılında yayınladığı ve bilimkurgu edebiyatına “korku” öğesini katarak türe yeni bir yol açan önemli bir eser sayılmaktadır. “Korku” öğesinin yanında, yazıldığı döneme göre yenilikçi bir bakışla fantastik ve gotik olgulara bilimsel açıklamalar getirerek modern vampir olgusuna olmasa da zombi olgusuna önemli katkılarda bulunmuştur.
Ülkemizde eser pek bilinmese de 2007 yapımı “Ben Efsaneyim” (I am Legend) filmiyle yeniden anılmaya başlanmış ve bilimkurgu hayranları için bulunamayan bir eser haline dönüşmüştü. Özellikle 2003 yılında İthaki Yayınları etiketiyle yayınlanmış olan baskısı (ki bu yazı bu baskı üzerinedir) yüksek meblağlara satılmak üzere acımasız sahafların ellerinde çürümekteydi. Bu hasret yıllarca sürdü. Ta ki bu yıl Artemis Yayınları kitabı Beril T. Uğur çevirisiyle yayınlayana dek.
Kitap yeniden yayınlandı ve okurların hasreti bitti. Peki bu kitap bunca yıl beklemeye değer miydi? Richard Matheson’ın bu eseri gerçekten o kadar iyi bir kitap mı? Aynı yıllarda yayınlanan “Mars Yıllıkları” (Ray Bradbury), “Triffidlerin Günü” (John Wyndham), “Uzay Tacirleri” (Frederik Pohl ve C.M. Kornbluth) veya “Kaplan! Kaplan!” (Alfred Bester) gibi sürekli yeni baskılarını görmek istediğimiz kült bir eser mi “Ben, Efsane!”? Yoksa yıllarca erişilemediği için Türk okurları tarafından haksız bir önem mi yüklendi üzerine?
Dünya edebiyatında önemli bir yere sahip bu eser için bu sözler çok acımasız olabilir ama bir okur olarak onu beğenmeme hakkımız da var ve ben bu hakkımı kullanmak istedim. Hakkımı savunurken sunacağım gerekçeler kimi okurlar tarafından yerinde bulunmayabilir ama niyetim de böyle bir tartışma ortamı yaratmak.
Ben, Efsane: Filmden Kitaba
“Ben Efsaneyim” filmini izlemiş, kitabı okuma aşkıyla yananlardan biri de ben olmuştum. Lakin kitapla film arasındaki farklılıkları öğrendiğim anda kitabın o kadar da iyi olmayacağını sezmiştim. Beyazperde yerine basılı sözcüklerin hayranı olarak, bu sezgiyi boşa çıkarmak için kitabı aramaya koyuldum. Fellik fellik olmasa da kitapçı ve sahaf dolaşırken aklımın bir köşesinde “Ben, Efsane” de vardı. Bu gezintiler sırasında bir Richard Matheson eserine denk geldim: “Gecenin Konukları.” Kitabın ilk sayfasındaki künyeden özgün ismine (I am Legend) bakınca arayışımın sona erdiğini anladım. “Ben, Efsane”yi (İthaki, 2003) bulamamıştım ama “Gecenin Konukları” (Beyaz Balina Yayınları, 2000) gibi garip bir adla da olsa eseri okuyabilecektim.
Baskısı bulunmayan bir kitabı okumaya başlamadan önce ister istemez yüksek bir beklentiye girersiniz. Kutsal bir hazine sandığı bulmuş gibi özenle kapağını açar hayran hayran ilk sözcükleri okursunuz. Benim için durum farklıydı. Her ne kadar eseri bulduğuma çok sevinsem de Will Smith’li o muhteşem uyarlama sebebiyle kitaptan çok şey beklemiyordum.
Bu arada güzel bir sürprizle İthaki baskısının PDF halini de buldum, iki farklı baskıyı karşılaştırarak okumaya başladım ve büyük bir bölümünü İthaki baskısından okuyarak kitabı bitirdim. Ve… Sevmedim.
Sevmedim… Ama Neden?
Kitabı özetleyerek başlayayım.
Bilinmeyen bir virüs yüzünden yeryüzündeki her insan vampire dönüşmüştür (evet doğru okudunuz, vampir) ve Robert Neville bir şekilde bağışıklık kazandığı için yeryüzündeki tek normal insandır. Korunaklı evinde oturup yeni yaşamına alışmaya çalışırken dışarıda ona seslenen vampirlere karşı hem fiziksel hem psikolojik bir mücadele içindedir. Günler, yıllar böyle geçip giderken ona umut verecek kimi olaylar gerçekleşir ve hikâyenin seyri bir anda değişir.
Bu ilginç olay örgüsünü okurken kitabın başından itibaren beni kitaptan soğutan bazı öğeler ortaya çıktı.
Robert Neville hikaye boyunca sadece yalnızlık acısı ve yalnız ölme korkusu çekiyor. Vampirlerden korkmuyor. Çünkü vampirler çok zeki ve hızlı değiller. Neville’in evinin nerede olduğunu bildikleri halde bir türlü içeri giremiyorlar. Neville de hayatta kalan insanları bulmak yerine yaşadığı yerin çevresini vampirlerden temizlemek için her gün ava gidiyor. Örneğin, kendisini sürekli rahatsız eden eski komşusu, vampirleşmiş Ben Cortman‘ı her yerde arıyor ama bulamıyor. Kitabın sonunda, vampirleri kolayca bulup öldüren korkusuz Neville’in, Cortman’ı neden bulamadığını akılcı olmayan ama bir hayli duygusal bir açıklamayla anlıyorsunuz. Bu denli korkusuz oluşu bir bakıma kitabın gerilimini ve hızını düşürüyor ama daha psikolojik bir kitap okuyacağınız için heyecanlanıyorsunuz.
Derken, bakıyorsunuz kitap Neville’in iç dünyasına da gerektiği kadar odaklanmıyor. Gördüğünüz tek şey eşi ve çocuğunu hatırladıkça içki şişesine sarılan bir Neville. birkaç sahnede eşi ve çocuğuna dair bazı hüzünlü anlar var ama çok sönük. Eşiyle ilgili yaşadığı bir olay bir hayli etkileyici olabilecekken, ne derler… Grotesk kalıyor. Çocuğuyla ilgili önemli bir sahne var ve gerçekten etkileyici. “Virginia” ismiyle “içki” sözcüğü her zaman aynı sayfaya denk düşüyor.
Günlerce, elinde içki, koltuğunda oturup kadını düşündü. Ayrıca, ne kadar çok içerse içsin, ne kadar düşünmemeye çalışırsa çalışsın, Virginia’yı de düşünmekten alıkoyamadı kendisini. Gözlerinin önüne mezar odasına girişi, tabutun kapağını açışı geliyordu. (8. Bölüm)
Sırf ailesi değil tabii onu içkiye sürükleyen. Vampirlerin neden sarımsaktan, haçtan, güneş ışığından, aynadan korktuğunu; kurşunla değil kazıkla neden öldüğünü, neden kan emdiklerini merak ediyor Neville ve bunlar üzerine araştırma yaparken en ufak sorunda morali bozuluyor ve soluğu şişenin yanında alıyor.
Sarmısak, sarmısak. Mikrobu etkiliyor olması gerekiyor, fakat nasıl? Sağ taraftaki sütuna yazmaya başladı, fakat daha bitiremeden öfkesi bir volkandan fışkırırmışçasına derinlerden bir yerden patladı.
Lanet olsun!
…
Viskinin bardağa boşalırken çıkardığı ses onu kızdırmıştı. Şişeyi baş aşağı çevirdi ve viski guruldayarak aşağı boşaldı, bardağın kenarlarından dışarı, maun barın üzerine taştı. Koca bardağı bir dikişte bitirdi; başını geriye atmış, viski ağzının kenarlarından dökülmüştü.
Ben bir hayvanım, dedi coşkuyla.
Ben aptal, salak bir hayvanım ve içeceğim! (12. Bölüm)
Sürekli içip etrafa bardak şişe fırlatan, arada bir içmediği için kendisini kutlayan Neville, yavaş yavaş olayların sonuçlarından ziyade sebeplerini araştırmaya başlayınca virüsün yayılması ve gelişimi üzerine bazı mantıklı sonuçlara varıyor lakin bunlarla ne yapacağını bilmiyor. Zaten okuyucu olarak bu sonuçları kitabın bitişine yakın bir yerde pat diye öğreniyoruz ve şaşırıyoruz. Daha doğru dürüst mikroskop kullanmayı bile bilmeyen Neville ne ara Viroloji ihtisası yaptı? İki kütüphane dolaştı birkaç lam, lamel kırdı diye nasıl uzman oldu? Kitap boyunca bir hayli bön olan Neville’in bir anda zekâ küpü olmasına bir hayli şaşırıyorsunuz. Halbuki başlarda vampir kitaplarından faydalanıp hayatta kalan Neville ne hikmetse vampirlerin gündüz ortaya çıkamamalarının sebebinin güneş olduğunu çok sonra fark etmişti. Vampir bir kadının tamamen öldüğünü “bedeninin soğumasından” anlayıp başka bir yerde kendisine saldıran buz kesmiş ellerden bahsetmişti. Lakin bir anda dahi kesildi.
“Bu bir basil, silindir şeklinde bir bakteri. Kanda izotonik bir çözelti oluşturuyor, dolaşımını yavaşlatıyor, tüm vücut fonksiyonlarını aktive ediyor, taze kanla besleniyor, kendi kendini yok eden bakteriofajlar üretiyor ya da sporlaşıyor. … Sporlaşmak … Taze kan bulamadığında mikropların yaptığı şey bu. Bu durumda konak vampir bozunuyor, sporlar etrafa dağılarak başka konaklar arıyor. Eğer bulurlarsa filizleniyorlar ve bir sistem daha enfekte olmuş oluyor. … Bakteriofajlar sistem artık kan alamadığında üretilen hareketsiz proteinler. Sporların aksine bu durumda anormal metabolizma, hücreleri yok ediyor. … İçeri hava girdiğinde, işler bir anda değişiveriyor. Mikrop oksijenli yaşama geçiyor ve simbiyoz yerine öldürücü bir şekilde asalak haline geliyor. Konağı yiyor.”
Vampir mitine dair peşinen kabul ettiğimiz ve arkasındaki mantığı sorgulamadığımız her şeyi bilimle açıklamaya çalışıyor Neville (ya da Matheson). Bunun nedeni bir virüs yüzünden herkesin vampir olması. Lakin efsanevi ve kurgusal olan bir olguyu bilimle açıklamaya çalışması ama bir yandan da vampirleri efsanedeki gibi yok etmeye çabalaması sağduyuya hakaret.
Kabul, bu açıklamalardan bir kısmı gerçekten akla yatkın. Vampirlerin kan ihtiyacı ve yoksunluk halinde yaşadıkları, güneş ışığının etkisi ve kazıkla öldürülme gibi öğeler zekice aydınlatılmış ama bununla birlikte sarımsak, ayna ve haç konusunda doyurucu açıklamalarda bulunamıyor.
Yazarın neden böyle bir girişimde bulunduğunu anlamıyorum aslında. Buradan bilim ve kör inancın arasındaki savaşa dair ciddi cümleler söylenebilirdi ama bunu da yapmamış. Sadece zorlama açıklamalar. Buna gerek var mıydı? Vampir miti kullanışlı bir klişe olarak yazarlara zaman kazandırıyor, böylece okuyucu bu ön bilgiyle hikâyeye odaklanabiliyor. Ama bu kitapta bu miti alıp ayrıntılı bir şekilde bilimle açıklamaya çalışmak zaman kaybı oluyor ve zaten bu yüzden kitabın en mühim kısmı bir-iki bölümde geçiştiriliyor.
Bu en önemli kısmı okuma zevkinizi bozmadan nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama yazarın heba ettiği konu şu: Dışlanmışlık, farklı olandan nefret etme, ötekileştirme, yabancılaşma. Kitapta bir vampir türünün bir araya toplanıp farklı bir toplum oluşturduğunu görüyorsunuz ama bunun üzerinde çok az duruluyor.
Yazar, bu konuyu kitabın en başından işlemeye başlasaydı bu kitap gerçekten “efsanevi” bir kitap olurdu. Ama kitabın isminden itibaren böyle bir niyeti olduğunu gösterse de bu konulara “öylesine” dokunabiliyor ancak. Kitabın ismi muhteşem şeyler başardığı için efsane olan bir adama gönderme yapmıyor; farklı olduğu için korkulan, dışlanan ve zamanla mitolojik bir varlığa dönüşen, efsaneleşen bir adamı işaret ediyor:
“…sonsuzluğun ele geçmez kalesine yerleşen yeni bir batıl inanç. Ben … Efsane!..” (kitabın son satırı)
Sanırım bu hikâyeden ötekileştirmeye dair etkileyici bir kitabı ancak Ulu Ursula çıkarabilirdi.
Çeviri ve Düzelti
İthaki kitaplarında son dönemlerde alışkın olduğumuz düzelti hataları bu eski baskıda hiç yok. Her sözcük doğru basılmış. Demek ki İthaki eskiden bu konuda daha özenliymiş.
Çevirisi önemli bir bilim insanına ait. 2007 yılında çok genç yaşta hayatını kaybeden Özgen Berkol Doğan. Dünya çapında bir fizikçi olma yolundaydı ve bilimkurguyla yakından ilgiliydi. Kendisi adına bir Bilimkurgu Kütüphanesi kurulan Doğan, “Ben, Efsane” dışında Margaret Weis ve Tracy Hickman’ın yazdığı “Gezginin Buyruğu” (Kahinin Gülü 1.Kitap) ve Robert Silverberg’den “Gece Kanatları” adlı kitapları Türkçeye kazandırmış. Ömrü vefa etseydi daha birçok kitabı başarıyla çevirecekti muhtemelen.
“Ben, Efsane!”yi de layıkıyla çevirmiş Özgen Berkol Doğan, İngilizcesiyle karşılaştırdığım kısımlarda pürüzsüz bir çeviri yaptığını gördüm. Kitabın tamamını karşılaştırmalı inceleyemesem de Türkçesinin akıcılığı dolayısıyla tüm kitabın iyi çevrildiğine kâniyim.
Çeviriyle ilgili tek ve önemli soru şu: Kitabın 11. bölümü yok. Tabii bu konuda yayınevini suçlamak gerek ama bunu yapmadan önce kitabı, baskısı olmadığı için PDF dosyası olarak okuduğumu hatırlatayım. Belki de PDF dosyasına aktarılırken böyle bir kayıp yaşanmıştır. Her ne kadar sayfa numaraları tutsa da böyle bir sebebi olabilir bendeki kitabın eksik olmasının. Kitaba matbu halde sahip olan arkadaşlar 11. Bölüm’e dair beni bilgilendirirse çok sevinirim.
(Güncelleme: İncelemeyi okuyan Özgen Berkol Doğan Bilimkurgu Kütüphanesi’nin bize ilettiği bilgiye göre kitabın 11. Bölüm’ü gerçekten yokmuş. Yayınevi o bölümü eklemeyi unutmuş. Kitabın, koca bir bölüm olmadan basılmasına dair çok şey söylenebilir ama ben yorumu size bırakıyorum.)
Bu kitabın Türkçede iki baskısı daha var, ikisinin de çevirisi Afif Yesari’ye ait: Hepimiz Vampiriz (Milliyet Yayınları, 1972), Gecenin Konukları (Beyaz Balina Yayınları, 2000)
Bu iki baskıdan Gecenin Konukları’nı elimdeki İthaki baskısı (PDF) ile karşılaştırarak okudum ve şunu gördüm ki Beyaz Balina Yayınları kitabı bir hayli kısaltmış. Sadece mühim olaylar ve diyalogların kaldığı, sadeleştirilmiş bir baskı yapmışlar. Çeviri çok iyi ama sanırım yayınevi kaynaklı bir “küçültmeye” gidilmiş.
Aslında eserlerin özgün hallerine duyduğum saygı olmasa bu kısaltmayı mazur göreceğim, çünkü Neville’in hezeyanlarını okumaktan gına geldi bir süre sonra. O hezeyanların kısaltıldığı ve olayların hızla aktığı bir baskı “Gecenin Konukları.” Bu yüzden tercih edilebilir.
Kitaptan Filme
Şimdiye kadar yapılmış tüm uyarlamaların (evet, Marc Dacascos’lu 2007 yapımı “I am Omega” da dahil) hikâyeye çok güzel katkılarda bulunduğuna inanıyorum. Hepsini izledim ve her birinin kitaptan daha iyi olduğunu düşünüyorum.
The Last Man on Earth (1964): Neville bu filmde telsiz kullanarak, yaşayan insanlarla iletişim kurmaya çalışıyor. Kitaptaki gibi sokak sokak vampir arayıp öldürmekten daha mantıklı (gerçi filmde de öyle yapıyor ama). Ve bu filmde kendi kanından serum yapma fikri ortaya çıkıyor. Bağışıklığını aktarma fikri.
The Omega Man (1971): Vampirlerin farklı bir topluma dönüşmesi ve yeni bir uygarlık ortaya koyma çabaları harika işleniyor. Neville’in yalnızlığı, çaresizliği kitaptakinden kat kat daha iyi işlenmiş. Özellikle sinema ve market sahneleri.
I Am Legend (2007): İşte bu film efsane. O kadar yanlışı düzeltiyor ki hikâyeyi eli ayağı düzgün, işleyen heyecanlı bir hale dönüştürüyor. Vampir yerine zombiye benzer bir varlığı koyarak bir sürü saçmalığın önüne geçiyor. Neville’in bu yaratıklardan aşırı korkması ve yaratıkların gittikçe zeki hale gelmesi gerilimi ve heyecanı sürekli diri tutuyor. Neville’in eğitimi (askeri, bilim insanı) kendini savunması ve bilimsel araştırmalar yapması adına birçok mantıksızlığı ortadan kaldırıyor. Neville’in korkusu, yalnızlığı ve umutsuzluğu öyle iyi aktarılıyor ki insanın nefesi kesiliyor. Film, dönüşen varlıkların birlik olması ve bir toplum oluşturması konusuna çok büyük yer vermiyor ama kitaba nazaran daha mantıklı ve etkileyici dokunuşlar yapıyor.
Son Söz
Okumak için yıllarca beklediğim bir kitabın beklentimin altında kalması eserin suçu değil tabii ki. Benim ona yüklediğim öneme erişememesi eseri kötü yapmaz. Kitabın mantık açıklarını kapatan filmlerin de etkisi büyük beğenim üzerinde.
Diğer yandan sanatın güzel yanı da bu. Onu deneyimleyen herkes için farklı duygular yaratması ve o insanların zihninde genişleyip değer kazanması. Benim düşüncelerim üzerinden başka bir okur bu kitabı neden çok sevdiğini yeniden keşfedebilir ya da esere dair yanlış algıladığım bir çok şeyi bana açıklayabilir.
Ne olursa olsun bir eserin zor bulunması onu çok değerli kılmamalı. Eserin kendi değeri, deneyimleyerek ona teslim edilmeli.
Richard Matheson’ın kitabı olduğunu ilk defa duyuyorum 🙁
Film uyarlamaları konusunda şöyle bir ek de ben yapayım:
Yine 2007 yılına ait ve video piyasası için çekilmiş serbest bir uyarlama var. Baş rolde Samurayın Gözyaşları’ndan (Crying Freeman) tanıyabileceğimiz Mark Dacascos bulunuyor. Will Smith’in oynadığı filmin rüzgarından yararlanılmaya çalışıldığı belli olan, kendi kafasında takılan ve video piyasası için bile oldukca ucuza kaçılmış bir prodüksiyon.
Evet Cemalettin Bey, kesinlikle berbat bir film, o yüzden sadece bir espriyle geçiştirdim o yapımı:
“Şimdiye kadar yapılmış tüm uyarlamaların (evet, Marc Dacascos’lu 2007 yapımı “I am Omega” da dahil) hikâyeye çok güzel katkılarda bulunduğuna inanıyorum.”
İzlemek zorunda olmak işkenceydi.
Olamaz! Aynı filmlerden bahsetmişiz! Marc/Mark karışıklığıma (Oyuncu değil, yönetmen sandım) verin. Tabii bir de filmi “I, Omega” olarak bilmemin etkiside var.
Şükürler olsun, Ben Efsane’nin iki değil bir kötü uyarlaması varmış.