Beterböcek 2 inceleme yazımızda 1988 tarihli Beetlejuice’un devam filmine detaylı bir bakış atıyoruz.
İlk yapımdan tam 36 yıl sonra, oyuncu kadrosundan birçok ismi tekrar bir araya getiren devam filmi Beetlejuice Beetlejuice (Beterböcek 2) hayranlarını yoğun bir nostalji hissiyle baş başa bırakmayı başarıyor.
Sevilen yapımlara bir devam filmi çekmek, hazır hayran kitlelerinin varlığı ve beğeni kazanmış bir formülün sağladığı kolaylık dolayısıyla ilk bakışta son derece cazip bir seçenek. Fakat bu, önceki film veya filmlerin sunduğu atmosferin yakalanamaması ve izleyicinin salondan mutlu ayrılmaması hâlinde eleştirilerin de bir o kadar şiddetli ve acımasız olacağı gösteriyor.
Beterböcek 2, sinema sektörünün izleyicileri heyecanlandıracak yeni markalar üretmekte zorlandığı bir dönemde karşımıza çıkıyor. Çözüm olarak devam filmlerine yönelen sektör bu politikanın ne kadar doğru olduğunun tartışıldığı bir süreçten geçiyor. Peki Beetlejuice 2 iyi bir devam filmi olmayı ve seriye artı puan kazandırmayı başarıyor mu?
Beterböcek 2 İncelemesi: Yıldızlar Geçidi Oyuncu Kadrosu
Beterböcek 2’nin arkasında; Ölü Gelin, Edward Makaseller, Alis Harikalar Diyarında gibi bilindik yapımların da mucidi olan ve kendine has tarzıyla ünlü yönetmen Tim Burton’ın imzası var.
On parmağında on marifet olan, kural tanımaz ve bir o kadar da kaçık şeytanımıza bu yeni macerasında ilk yapımdan tanıdık isimlerin yanı sıra seride ilk defa rol alan yıldızlar da eşlik ediyor.
Yapımın başrolleri diyebileceğimiz oyunculardan Michael Keaton (Beetlejuice), Winona Ryder (Lydia Deetz) ve Catherine O’hara (Delia Deetz) ilk filmdeki rollerine bir kez daha bürünürken Jenna Ortega (Astrid Deetz), Monica Belluci (Delores) ve Willem Dafoe (Wolf Jackson) gibi isimler ise maceraya katılan yeni yüzler arasında yer alıyor.
Beterböcek 2 Filminin Konusu Ne? Ne Anlatıyor?
Bir aile üyesinin kaybı üzerine bir araya gelen ve Winter River kasabasındaki perili eve geri dönen Deetz Ailesi, genç Astrid’in hâlâ içinde bir yerlerde Beetlejuice’un hayaleti gezinen Maitland çiftine ait kasaba maketini keşfetmesi ve yanlışlıkla diğer tarafında ölüler diyarı bulunan kapıyı çalmasıyla yaşanacak son derece dramatik bir kaderle karşı karşıya kalıyor. Tüm bu kargaşanın ortasında Deetzlerin yolu eski karısı tarafından intikam için aranan ve aklı hâlâ Lydia ile evlenmekte olan Beetlejuice ile bir kez daha kesişiyor.
Filmde Deetzlerin, insanlara iradeleri dışında şarkılar söyletip dans ettirebilen kural tanımaz şeytanımızın da dahil olmasıyla tam bir delilik halini alacak bu olaylar zincirinden kurtulma çabalarına şahit oluyoruz.
Dünyasını şaşırmış ölüler ve dirilerin dahil olduğu bu mücadele, Lydia ve Astrid’e hayatta kalmanın yanı sıra bir başka sorunu daha düzeltme imkânı tanıyor: Bozuk aile ilişkilerini.
Winter River’da Neler Oluyor?
Öncelikle her ne kadar bir devam filmi olsa da Beetlejuice 2’nun kendi başına da oldukça iyi bir iş çıkaran ve ilk filmi izlemeyenlerin dahi keyifle deneyimleyebileceği bir yapım olduğunu söyleyebilirim. Her ne kadar ilk filmi izlemiş olmak rolünü yineleyen karakterlere dair daha geniş bir bakış açısı sunsa ve filmden alınacak keyfi artıracak olsa da yapım, muhtemelen ilk maceradan 36 yıl sonra vizyona girdiğinin yapım sürecinde göz önünde bulundurulması sayesinde kendi kendisini buna ihtiyaç duymadan da ifade edebilen ve seyirciye “neler oluyor burada?” sorusunu sordurmayan bir senaryoya sahip.
Seride ilk defa yer alan karakterlere gerekli ekran süresini tanıyarak seyircinin onlarla da bağ kurmasını sağlayan yapım, bir iki noktada senaryonun ritmini tutturamadığı söylenebilirse de tutarlı ve etkileyici bir hikâye ortaya koymayı biliyor. Tim Burton, inşa ettiği çılgın dünyayı ilk filmi aratmayacak bir işçilikle tekrar sahneye taşıyor. Ayrıca ters köşelerle izleyiciyi şaşırtmanın yanı sıra iyi kurgulanmış mizahıyla da sık sık kahkahalara boğmaktan geri kalmıyor.
Tüm bunlar göz önüne alındığında kum solucanlarını tekrar ziyaret ettiğimiz, ruh trenine bindiğimiz, Bob’la tanıştığımız ve Beetlejuice’un ofisine misafir olduğumuz (hatta ofisini biraz da dağıttığımız) yapım; göndermelerle eski hayranlara nostaljik dakikalar yaşatırken doğru ölçülüp iyi biçilmiş ve başarılı bir biçimde hayata geçirilmiş anlatısıyla seriye yeni hayranlar kazandırmaktan ve yeni nesilleri de bu deliliğin normal hâline geldiği dünyayla tanıştırmaktan geri kalmayacaktır.
Son olarak oyunculuklar konusunda bir şeyler söylemek ihtiyacı duyuyorum. Michael Keaton, Winona Ryder ve Catherine O’hara karakterlerini sanki Beetlejuice dünyasından hiç çıkmamışlar da aradan onlarca yıl geçmemişçesine bir başarıyla canlandırıyorlar.
Seriye yeni katılan isimlerde de bu durumu görüyoruz. Dünyaya o kadar iyi uyum sağlamış ve kendi büyülerini katmışlar ki her birini izlemek ayrı ayrı keyifliydi. Burada özellikle 2 karaktere parantez açmak isterim: İlki Dafoe’nun canlandırdığı gerçekle kurguyu birbirine karıştırmış ölüler dünyasından dedektif Wolf Jackson. Dublör kullanmamakla övünen bu karakter, film boyunca bir yandan kendi gerçekliğini çarpıtırken bir yandan da izleyiciye tüm bu izlediklerinin bir film olduğunu hatırlatıyor. Ve bunu olabilecek en komik şekilde yapıyor.
İkincisi ise Bellucci’nin canlandırdığı Delores karakteri. Filmin iki ana geriliminden birine yol açan bu karakterin ekranla buluştuğu ilk sahneyi oldukça etkileyici ve estetik buldum.
Gotik – Absürt Bir Film
Filmin görsel anlamda bir şölen havasında olduğu su götürmez. Tim Burton’ın kendine has dokunuşlarının her anında hissedildiği yapım, bu dokunuşların gelişen teknolojiyle buluşması sayesinde ilk filmi aşan bir seviye yakalıyor ve bunu ilk filmle görsel bağını koparmadan başarıyor olması ve o dönemin hissiyatını bugüne taşıması ile ikinci bir takdiri hak ediyor.
Son derece absürt ve yaratıcı karakter tasarımları sıradanın sınırlarını yerle bir ederken efektlerin yanı sıra hiç beklemezken ekranda beliren animasyon sahnelerin varlığı da yapıma farklı bir çeşni ve özgünlük katıyor. Ayrıca sırf oraya buraya korku denince akla gelen ögeleri serpiştirme sığlığına düşmeyen yapısıyla da türdeşlerinden ayrılmayı başarıyor.
Banana Boat (Day-o) gibi ilk filmi izleyenlerin aşina olduğu parçaların yanı sıra Beetlejuice’un söylediği şarkılar ve Ruh Treni’ni (Soul Train) bekleyenlerin durmak bilmeden dans ettiği istasyonda çalan şarkılar (Tragedy – Bee Gees akılda ciddi bir yer ediniyor) göz önünde bulundurulduğunda müziğin bir arka plan ögesi olmanın ötesine geçtiği ve kurgunun bir parçası hâline getirildiğini söylemek mümkün.
Hayatın Anlamını ve Evrenin Sırlarını Öğretmeyen Bir Film
Beetlejuice 2 size dünyanın en anlamlı ve karşılaşacağınız engelleri aşmanızı sağlayacak sırları öğreneceğiniz bir anlatı sunmuyor. Böyle bir iddiası da yok zaten. Sadece hem ilk hem de ikinci filmiyle seyirciye yalnızca zengin bir hayal gücü, çılgın bir dünya ve dibine kadar eğlenceli vakit geçirmesini sağlamayı vaat ediyor. İyi haber şu ki, bunu başarıyor da.
Uzun lafın kısası, ayakları yere basan (bu her ne kadar hayaletlerin etrafta uçuştuğu, dirilerle ölülerin birbirine karıştığı ve ölümden sonra bile bürokrasinin pençesinden kaçılamayan bir film için ilginç bir tanım olsa da) senaryosu, son derece başarılı oyuncu performansları ve kendine has dokusunu koruyan harikulade sinematografisiyle Beterböcek 2, kesinlikle tadına bakmanız gereken bir lezzete sahip.
Film hakkındaki yorum ve eleştirilerinizi Kayıp Rıhtım Forum’da bizlerle paylaşabilirsiniz.
Daha fazlası için bizleri Google News’ten takibe alabilirsiniz.
Film ilk filmin gerisinde kalmış gibi, gotik öğeler yerine çok fazla korku öğesi var. Filmin kötüsü çok kolay def edildi, halbuki çok korkulan bir karakterdi. Oldu bittiye gelmiş gibi sanki. Tek beğendiğim tabi ki Beterböcek. Adam efsane.