in ,

Diriliş: Kararlı Bir Tövbekârın Yıllar Sonra Filizlenen Vicdan Azabı!

Lev Nikolayeviç Tolstoy’un üç büyük eserinden biri kabul edilen hukuk ve bürokrasi hicvini Rıhtım okurları için ayrıntılı olarak inceledik.

Diriliş - İnceleme - Lev Tolstoy
- Reklam -
- Reklam -

“Devlet, sadece yurttaşları sömürmek için değil, aynı zamanda onların maneviyatını bozmak için oluşturulmuş bir kumpastır.”

Tolstoy, Botkin’e mektup, 1857

Tolstoy kuşkusuz ki Rus Edebiyatı denilince akla gelen birkaç isimden biridir. Görece hacimli sayılabilecek bu derin eseri daha iyi anlamlandırabilmek adına önce Tolstoy’un hayatına ve paralelinde dünyaya dair görüşlerine değinmek yerinde bir davranış olur.

- Reklam -

Dostoyevski’den yedi sene sonra, 1828’de dünyaya geldi Lev Nikolayeviç Tolstoy. Ne onun gibi sıkıntılı bir aileye sahip olacaktı ne de Turgenyev gibi yoksul bir yaşama doğacaktı. Bir eylül gününde Yasyana Polyana Malikanesi’nde doğdu ve babası da oldukça varlıklı bir toprak sahibiydi. Ancak Tolstoy, doğumundan çok kısa bir süre sonra annesini, birkaç sene sonra da babasını kaybetti. Bu kayıplarından sonra bakımını halası üstlendiği için onun yanında geçirdi çocukluğunu. Burada Dickens, Pascal ve Platon gibi klasikleri okuyarak büyüdü. Hatta öyle ki, Devlet‘in başındaki tartışmaya, doğrulukla eğriliğin ezelden beri şairler veya düşünürler tarafından keskin bir şekilde ayırt edilmiş olsaydı, insanların birbirlerine değil, yalnızca kendilerine bekçilik edecekleri sözlerinin geçtiği bölüme, kitabın sonlarına doğru minik bir atıf da vardır. Sanki Platon’a, Sokrates‘e ithafen oluşturulmuş bir diyalog ve bir karakterle bu konunun en derinine şöyle bir değinir Tolstoy. Hatta bu satırlar kuşkusuz bazılarımızı kraliçenin Karanlığın Sol Eli kitabındaki “Kimsenin hizmetçisi değilim. İnsan kendi gölgesini taşımalı.” alıntısına götürüp, tanıdık bir gülümseme kendine yer açabilir suratımızda.

Üniversite çağına geldiğinde Doğu Dilleri okumak üzere gittiği Kazan Üniversitesi’nde eğitimini yarıda bırakarak Hukuk Fakültesi’ne geçiş yaptı fakat bu öğrenimini de tamamlayamadı. Bu noktadan sonra ya babasından kalan toprakları işleyecek ya da memurluğa başlayacaktı, ancak o Tatarların isyanını bastırmak için Rus Ordusu’na gönüllü katılma kararı verdi. Gerçekliği sorguluyor, gördüğü acıları unutmuyor, din adı altında insanların nasıl sömürüldükleriniyse açıkça görüyordu. Bu yıllarda Kazaklar(1863) adlı ilk romanını yayımladı. Daha önce savaş sırasında yaptığı çalışma olan Sivastopol’u ve otobiyografik eseri Çocukluğum’u da göz önünde bulundurduğumuzda ilk eseri bu değildi elbette. Mutlu bir evliliğin ardından Savaş ve Barış(1863) ve Dostoyevski’nin hiç de masum bulmadığı Anna Karenina(1877) gibi diğer iki başyapıtını da yayımladı.

Soylu bir hayatın ardından savaşın gerçekleriyle yüzleşmek onu hayatın anlamını sorgulamaya itti. En rahat yıllarında bile yüzünde hüzünlü ve sert ifade, insanların insanlara neler yapabileceğini en hazin şekliyle görmesinden kaynaklanıyordu. Askerlikte tanık olduğu olaylar sonrasında oldukça mutsuz bir ruh haliyle soylu hayatına istemeye istemeye geri döndü ve Avrupa’yı gezerek orada uygulanan eğitim şekillerini inceledi. Varlık ve sefa içerisindeki yıllarından sonra kendini topluma yararlı işlere adamaya karar vermişyi. Yeni bir din ve Hristiyanlık hayalini kurdu her zaman, fakat kendini buna adaması yıllarını alacaktı. İtiraflarım(1880), Tolstoy’un o buhranlı zamanlarında, iç dünyasında yaşadığı gerginlikleri apaçık gözler önüne seren bir çalışmadır mesela. Gezilerinden edindiği izlenimlerle, Avrupa’da gördüğü yapay uygarlığın insanların ve insanlığın üzerinde hiç de olumlu etkilerinin olmadığını düşünmeye başladı. Yine de yararlı bulduğu taraflarını uygulayarak köy çocukları için bir okul açtı. Ne var ki sağlık sebeplerinden ötürü burada çok aktif olamadı.

Bakışlarının bir köylünün bakışlarından hiçbir farkı olmadığını söylese de peşinden koştuğu o yoksulluğu tam anlamıyla hiçbir zaman tadamadı. Yazıldıktan dört sene sonra İtiraflarım, Rusya’da yasaklandı ve kilise tabanlı muhafazakar çevrenin sert eleştirilerine maruz kaldı. Hristiyanlık düşüncesinin insan anlayışını anarşizm fikriyle kendine özgü bir şekilde harmanlayarak, siyasal otoritelerin de her şeklini reddettiği görüşlerini cesurca belirttiği “Dogmatik Teolojinin Eleştirisi” ve “Tanrının Hükümdarlığı İçimizdedir” gibi makalelerinden sonra epeyce tepki çekerek 1901 yılında kilise tarafından aforoz edildi. Yıllar önce kurduğu yeni bir din hayalini ise çocuklarından birkaçını kaybettiği ve aristokrat çevrelerce yalnızlaştığı bu dönemlerde, eserlerinde yaşatarak hayata geçirdi. Bunlardan biri olan ve 1899’da yayımlanan Diriliş adlı romanı da bunlardan biri olma özelliğini taşıyor.

“Kendine inanmayı bırakıp başkalarına inanmaya başlamasının nedeni, kişinin kendine inanarak yaşamasının son derece güç olmasıydı: Kendine inanarak yaşayabilmesi için kişinin bütün sorunları, küçük hazlar peşindeki yaşayan ‘ben’in istediği gibi değil, hatta çoğunlukla onun isteğinin tam tersine çözümlemesi gerekir. Öte yandan başkalarına inanırsa çözümleyeceği hiçbir şey yoktur. Her şey çözümlenmiştir. Hem de yaşayan ‘ben’in istediği gibi. Dahası var, kendine inanarak yaşarken çevresindeki insanların eleştirileriyle karşı karşıya kalıyordu hep. Oysa başkalarına inanmaya başlayalı beri herkes övüyordu onu.”

Bir mahkeme salonunda başlıyor roman. Sanıklar; bir pansiyonun çalışanları Simon Petrov Kartinkin, Yevfimiya İvanovna Boçkova ve seks işçisi Katerina Maslova’dır. Katerina, yani namı diğer Katyuşa öyle bir yoksulluğa doğmuştur ki, hayatta kalmış olması bile neredeyse bir mucizedir. Annesi, doğumdan çok kısa bir sonra vefat etmiştir ve kadının bakımını, aynı zamanda onu ölmekten kurtarmış olan iki hanımefendi üstlenmiştir. Katyuşa bu evde yarı besleme yarı soylu bir şekilde yetiştirilmiş, kâh Fransızca dersleri almış kâh evin tüm işlerine koşturmuştur.

dirilis tolstoyDimitri İvanoviç Nehlüdof ise, tüm roman boyunca gözlerinden Rusya’nın gerek kaymak tabakasını gerekse kürek mahkumlarının Sibirya’ya sürüldüğü o uzun, kanlı yolculuğu izleyeceğimiz baş karakteridir kitabın. Katyuşa’yla bir yaz, halalarına gittiğinde tanışır. Annesi henüz ölmüştür ve toprakta sahiplik hakkı diye bir şeye inanmadığından ona kalan tüm mirası köylüye dağıtmıştır. İkisinin yakınlaşması üzerine gerilen halalarına ve Nehlüdof’un annesine rağmen aralarında birbirlerine dokunmaya bile kıyamadıkları bir sevgi başlar ve bu şey aslında öyle naziktir ki… Yaz sonu Nehlüdof şehre geri döner. Bir sonraki yaz, askere gitmeden önce tekrar dönecektir. Bu kez geldiğinde yepyeni biriyle karşılaşırız. Hayattaki tüm değerleri değişmiş, önceden kınadığı tüm öğretileri benimsemiştir sanki. Kendi olmak uğruna karşısına aldığı her şeye yenilmiştir. Kolay olanı, başkalarına göre yaşamayı seçmiştir. Babasının vefatından ona kalanla geçiniyor, o an onu mutlu edecek ne varsa onun peşinden koşuyordur artık.

Yine de Katyuşa’yı görünce, ona karşı beslediği o saf duyguları yeniden hatırlar. Kadının da yanakları onu gördükçe pembeleşmeye devam ediyordur onca zaman sonra. Gidişini birkaç gün daha erteleyip Paskalya Bayramı’na kadar kalmaya karar verir Nehlüdof. Birlikte hazırlanır, kiliseye ayine giderler. Bu sürede de halalarının gözleri üzerindedir ikisinin tabii. Nehlüdof son gece içine düşen ateşe teslim olur ve Katyuşa’ya tecavüz eder. Ertesi gün de eline 100 ruble sıkıştırıp hiçbir şey olmamış gibi çıkar yola. Bu olay da bir gençlik kaçamağı olarak kalır zihninde ve geçen yıllarla giderek silikleşir.

O sabah, kendisinin de bir mensubu olduğu soylu sınıftan yakınlaştığı bir kadından, Missi’den jürilik görevini unutmaması için aldığı bir mektup üzerine hazırlanıp çıkar evden. Aynı sırada evli bir kadınla da ilişkisi vardır. Missi’yle daha çok yakınlaşmadan bu kadını hayatından çıkarması gerektiği düşüncesi kafasını kurcalamaktadır o sıralar. Ta ki, mahkeme salonuna girip, yıllar önce zorla birlikte olduğu kadının sanık bölmesinde görene kadar. Onu tekrar gördüğü andan itibaren tarifi imkânsız bir vicdan azabına gömülerek bu kadına yaptıklarının telafisi için yollar aramaya başlar. İş bu ya, jürilerin dikkatsizliği ve hukuk sisteminin ihmalkârlığı yüzünden kürek mahkûmu olur Katyuşa. Ancak Nehlüdof tüm bağlantılarını kullanarak bu yanlış anlaşılmayı düzeltmeye çalışır tüm roman boyunca.

“Kendi alçaklığını kabul edişten doğan bu duyguda, insana acı ile birlikte haz da rahatlık da veren bir şey vardı.”

Tüm cesaretini topladıktan sonra bir şekilde izin alıp görüşme ayarlayıp konuşur Katyuşa’yla, gerekirse evlenecektir onunla. Ancak kadın yıllar önce 100 rubleyi kabul ederek, Nehlüdof’un kendini maddi anlamda rahatlatmasına izin verdiyse de, onunla evlenip manevi olarak da rahatlatmasına izin vermek istemez. Utanmıyordur elbette ne işinden ne de hayatından. Çünkü insan, kendi yaşayışını onaylayacak insanları tutar çevresinde ve toplum tarafından aşağı görülse de çevresindekilerle aynı görüşü paylaştığı için önemli bir iş yapıyordur hatta görece. Erkekler ona iyi davranıyor, onunla birlikte olmak istiyorlardır ve Katyuşa, ataerkil bir toplumda, bunu bir güç olarak görmektedir. Hem yaşadığı hayatın, kurtulmak için çabalayacak bir hayat olmadığını düşündüğünden hem de Nehlüdof’un kendini bir kürek mahkûmuyla evlenmek zorunda hissetmesini kendine yediremeyip çok kez reddeder onu. Onun kendini manen rahatlamasına izin vermemenin yanında “Affedecek bir şey yok” deyip, kendini suçlu hissetmesine de gerek olmadığını söyler.

Nehlüdof, içinde tekrar uyanmaya başlayan duygulardan ve aldığı evlenme kararından kendini nasıl da mutlu hissetmeye başlar, sanki tüm günahları affedilmiştir şimdiden. Tolstoy, okurunu tüm hikakeye Nehlüdof üzerinden tanıklık ettireceği için, iç dünyasını da sorgulamalarını da en yakından gördüğümüz karakter o olur. Bir yandan mahkemedeki yanlış anlaşılmayı düzeltmeye çalışır, bir yandan da şayet evlenecekse, eskiden olduğu gibi toprağını köylülere vermesi, eşyalarını toplaması gerekir. Çünkü eğer savaşını zaferle tamamlayamazsa o da gidecektir Sibirya’ya. Oradan oraya koşturur durur sayfalarca. Yeri gelir, aslında tüm bir sistemin onların üzerinden döndüğü köylülerin yoksulluğuna şaşar; yeri gelir, parmaklıklar ardındaki sayıları hiç de azımsanamayacak olan masum insanlara. Onca şeyi gördükten sonra da tıpkı ilk gençlik yıllarındaki gibi, samimiyetten yoksun ve abartılı bulmaya başlar yaşadığı çevreyi. Eskiden onlardan biri olduğunu, nasıl da onlara benzediğini hatırladıkça yakınır, hatta iğrenir kendi kendinden. Katyuşa’yla evlenme kararını da kimseden saklamaz, soran herkese anlatır durumu en ince ayrıntılarına kadar. Kimse desteklemese de onu dönmez ve dönmeyecektir yolundan. Bu kararlılığıdır belki de onu gördüğü onca şeyin ardından ayakta tutan. Fakat ilginçtir ki, Katyuşa’nın iç dünyasına sızdırmaz okurunu Tolstoy. Yer yer çeşitli karakterlerle hemhal olmasına izin verdiği kadar bile yaklaştırmaz onu bu kadına.

- Reklam -

“Suçlu mu kim? Hiç kimse, savcıya sorun, suçlu validir diyecektir; valiye sorun, savcıya yükleyecektir suçu. Hiç kimsenin suçu yoktur.”

dirilis tolstoy isbankasiMahkeme için yazdığı dilekçeyi Çar’a ulaştırmak için, o tiksindiği dünyanın samimiyetsiz insanlarına da tamah etmek zorunda kalır. Birilerini tanıyor olmanın işleri ne kadar kolaylaştırdığını fark etmesiyle, kitap boyunca devam eden bir adalet sorgulaması da başlar. Herkes onca insanın hayatını yalnızca yapılacak bir olarak görüp bir an önce üzerindeki sorumluluğu bir şekilde atmanın yolunu arıyordur, ne şekilde olursa olsun. Suçsuz insanların küreğe gitmesi, içeriye girip özgürlüğünden belki yıllarca mahrum bırakılması, üstelik de bunun yalnızca basit yanlış anlamalar veya hatalar yüzünden olması değil, yalnızca kanunların uygulanıp uygulanmamasıdır insanların derdi. Gerçeğin ne olduğu veya kimin suçsuz olup kimin gerçekten topluma veya tekil bireylere karşı bir hata işlediği ilgilendirmez hiç kimseyi. Başlarını ağartacak bir aksaklık çıkmasın yeter.

Nehlüdof ziyaretleri sırasında cezaevine gidip geldikçe işler biraz daha değişmiştir, ceza sisteminde düzeltilmesi gereken tek yanlışın onun uğraştığı olmadığını fark etmiştir. İçeriye, olur olmadık sebeplere giren yığınla insan vardır. Bunlardan bazıları kendisine ulaşır, bazıları içinse Katyuşa ondan ricalarda bulunur. Hepsi için bir şeyler yapmak ister elbette. İşte o noktadan sonra yıllar sonra tesadüfî bir şekilde onu çeken günahının bireysel vicdan azabının yanında bir de toplumsal bir vicdan azabı çekmeye başlar Nehlüdof. Adeta yel değirmenlerine karşı savaş açmıştır çünkü. Birilerinin haksız yere başkalarını ezdiği gerçeğini bilmekle, buna uzunca bir süre, çok yakından tanıklık etmenin çok farklı şeyler olduğunu fark eder.

“Mahkemelerin tek amacı toplumun bugünkü durumunun sürdürülmesini sağlamaktır. Bunun için toplumda önde olan, onu yükseltmek isteyen, siyasi suçlular dediğiniz insanları olduğu gibi; ondan geride olan, suç işleyebilir diye nitelendirilen insanları da cezalandırır.”

Nehlüdof sanki hepimizin üstlenmesi gereken bir sorumluluğu tek başına sırtlamıştır artık. Tanrı adına yapılan şeylerin aslında birer ona asıl küfür olduğunu, adalet sistemininse yalnızca bireylerden gerçek suçlular yarattığını ve suçun topluma hapishanelerde bulaştığını görür. Hepsi için bir şeyler yapmak ister bu sistemin kurbanı olanların. Onun bu koşuşturmalarını okurken hem vizdan azabını paylaşırız-çünkü aslında bu bizim de içten içe çektiğimizdir- hem de acırız bazen ona, yıllar önce Katyuşa’ya yaptıklarını unutup. Tıpkı Vladimir Nabokov’un Humbert Humbert‘ına acıdığımız gibi acırız.

Şu çok açıktır ki onun düzeltmeleriyle iyileşemeyecek kadar büyük aksaklıklar vardır sistemde. Nehlüdof’la koştururken hissettiğim duyguyu, ancak kitabın sonlarına yaklaştıkça tanımlayabildim ben. Hani dışarıda yürürken, yerde bir çöp görüp çöpe atarız ve tam yolumuza devam edecekken bir yenisini ve bir yenisini daha görürüz ya. Her birini alıp atmak isteriz ama gideceğimiz yere gitmekten vazgeçsek bile yolu çöplerden tamamen arındırmak imkânsızdır hani. İşte Nehlüdof, bizim tertemiz yapmayı hayal bile edemediğimiz sokak için uğraşıyor yüzlerce sayfa boyunca.

Diriliş, Tolstoy’un kendinin de bir parçası olduğu, adalet sistemini enine boyuna sorgulatırken, yine yazarın da yaşadığı cinsel ve dini sorgulamaları da çeşitli karakterler üzerinden okuruna yaşatan ve bu yüzden de onu yer yer terleten yer yer aydınlanmasını sağlayan bir eser. Mülkiyet nedir, toprak nedir; kadın meselesi, aşk, sevgi, günah, suç, masumiyet, güç nelerdir? Klasikleri, üzerinden geçen onlarca seneden sonra hâlâ ilk günkü tazeliği ve şüpheciliğiyle aynı kavramları tekrar tekrar sorgulatıyor olması klasik yapıyor sanırım. Yazılabilecek tonlarca şey, üzerinde tartışılacak sayısız satır var Diriliş’te ve hepsi de bize dair, maalesef ki bizden.

“Papazların dediğine, kitapların yazdığına göre içeri tıkıyorlar. Birkaç kez de tımarhaneye attılar, yine de bir şey yapamıyorlar bana. Özgürüm çünkü. Adın nedir senin diye soruyorlar, bir adım olduğunu sanıyorlar. Oysa yoktur adım. Hepsini attım; ne adım vardır ne yurdum. Ben varım yalnız. Adın nedir? İnsan. Kaç yaşındasın? Saymadım. İstesem de sayamazdım zaten. Her zaman vardım, her zaman da var olacağım çünkü.”

dirilis tolstoy canBir bilgeyle karşılaşırız kitap nihayete ererken. Çizmeleri delik deşik, eski püskü bir şapkayla bize yalnızca birkaç sayfa görünen bu ermişte saklıdır aslında Tolstoy’un da dünya görüşü. Okurların aklına gerek söyledikleri gerekse dış görünüşüyle Sokrates’i getirir bu bölüm. Yüzlerce sayfanın neden anlatıldığını birkaç cümleyle fısıldar kulağımıza. Diriliş, onunla beraber gerçekten de son sayfasını kapattığınızda sizi kökten sarsacak kitaplardan biri haline gelir. Yalnız sizi sorgulamaya itmesiyle değil, o zamanın insanlığının soğukkanlılığınına yazılmış sıcacık ama ateş püsküren bir hicivdir çünkü. Neyse ki o dönemde yaşamıyoruz!

Çeviri ve Editörlük

Ben, kitabı İletişim Yayınları etiketiyle çıkan Engin Altay çevirisinden okudum. Ancak çevirmenin de yayınevinin de hak ettiği özeni esere göstermediği kanaatindeyim ne yazık ki. Şunu da belirtmek gerekir ki bendeki 2009 baskısıydı, sıkıntıların bundan kaynaklandığını umuyorum. Muhtemelen çeşitli düzeltmelere tabii tutulmuştur geçen süre zarfı içerisinde. Can Yayınları, Timaş Yayınları ve İş Bankası Kültür Yayınları’nın da okurlarla buluşturduğu daha pek çok çeviri mevcut. Hangisini seçerseniz seçin sonrasında birlikte yaşamaya devam edeceğiniz derin izlere de hazırlayın kendinizi kitaba başlarken.

Unutmadan, kitaba “Acaba sonunda ne olacak?”, “Evlenecekler mi?”, “Katyuşa ne yapacak?” sorularıyla devam eden okurların hayal kırıklığına uğrayacağını söylemeden de geçmeyelim. Zira kitap boyunca Tolstoy’un anlatmak istediği şeyleri olay örgüsü değil, o olaylar üzerinden irdelediği olgular, kavramlar ve eleştiriler şekillendiriyor. Muhakkak es geçmemenizi öneriyor ve hatta daha da ileri giderek Tolstoy’a başlamak için de yanlış bir kitap olmadığını düşünüyoruz. Nehlüdof’la Sibirya yoluna düşeceklere şimdiden iyi yolculuklar!

“Kişi her zaman, sonsuz kez bağışlamalıydı; çünkü suçsuz insan, başkalarını cezalandırmaya, düzeltmeye hakkı olan insan yoktu yeryüzünde.”

Seray Soysal

Okumayı ve yazmayı öğrendiğimden beri bir şeyler yazıyorum. Daha çok da okuyorum. Sosyoloji okuduğum için inceleme alanım bu dünyanın insanları olsa da ilgi alanım başka dünyalar olduğu için artık MSGSÜ Felsefe Bölümü'nde yüksek lisans öğrencisiyim. Bir Bellatrix, Auri kadar olmasa da ben de pek buralardan sayılmam zaten.

3 Yorum BULUNUYOR


  1. Avatar for okanakinci okanakinci dedi ki:

    Hayranlıkla okuduğum bir kitaptı. Okumamış olanlara şiddetle tavsiye ederim.

  2. Avatar for alper alper dedi ki:

    İnceleme bende Dirilişi yeniden okuma hissi uyandırdı. Anlaşılan Tolstoy’un kendi yolculuğunu bilerek kitaplarını okumak Tolstoy’un kitaplarını daha anlaşılır kılacak.

  3. Avatar for bookdilemma bookdilemma dedi ki:

    Kesinlikle öyle. Dünya görüşünden biraz olsun haberdar olunca, onu karakterler arasında nasıl pay ettiğini görmek hayranlık uyandırıyor. Benim ikinci okuyuşumdu ancak ilki lise birde olduğu için muhtemelen çoğu noktayı kacırmışımdır. Belirli aralıklarla okunması gereken kitaplardan biri kesinlikle, insanlığa dair unuttuklarımızı hatırlamak adına…

Henüz yorum yok. Forum'a gelip sohbete katıl.

kisa bir cehennem ziyareti ust

Steven L. Peck’in “Kısa Bir Cehennem Ziyareti” Adlı Romanı Raflarda

mima ust

Yerli Distopya “Mima” Raflarda