Ghostbusters: Afterlife incelemesi sizlerle. Yönetmen koltuğunda Ivan Reitman’ın oğlu Jason Reitman’ın bulunduğu Hayalet Avcıları’nın yeni nesil hikâyesi geçmiş ve gelecek arasındaki bağı nasıl kurgulamış?
Yayınlanan ilk fragmanından bu yana beklenen Ghostbusters: Afterlife filmi sonunda izleyicisi ile buluştu. Koronavirüs pandemisi dolayısıyla birçok kez ertelenmek zorunda kalan yapım 80’li yılların efsane isimlerini yeniden beyaz perdeye taşıyor. Paranormal olayları ve hayalet hikâyelerini başarılı bir şekilde komedi unsurlarıyla birleştiren Hayalet Avcıları, yeni filmiyle eski günlerine geri dönmeyi arzuluyor gibi. 2016 yılında çekilen Kate McKinnon, Melissa McCarthy gibi isimlerin başrolünde bulunduğu Ghostbusters: Answer the Call gişede beklenen etkiyi yaratamamıştı. Bununla birlikte izleyiciler ve eleştirmenler tarafından da yüksek notlar alamamıştı. Ghostbusters: Afterlife ise 2016 filminden bağımsız olarak beyaz perdeye geldi.
Afterlife genel anlamda tanıdığımız Ghostbusters esintilerini devam ettirmeye çalışıyor gibi görünüyor. Elbette gelişen sinema teknolojisi filmde yer alsa bile, eski yapımların -doğal olarak- sahip olduğu 80’ler havasını da başarıyla yansıtıyor. Atmosfer ve set tasarımı orijinal filmlere paralel olarak seçilmiş. Bunlara ek olarak neredeyse tüm sahnelere sinmiş; tulumların, ekipmanların ve P.K.E. Meter’in ağır nostaljinin kokusunu almamak mümkün değil. Ancak ilk Ghostbusters yapımlarını bu kadar sevdiren korku ve komedi unsurlarını tam tadında verdiğini söylemek biraz güç. Politik hicivler ve ince durum şakaları yerini fıkralara ve kekremsi kelime şakalarına bırakmış. Yine de güldüğünüz ve gerildiğiniz anlarda gördüğünüz proton silahı ya da Ecto-1 ile bir Ghostbusters filmi izlediğinizi anlıyorsunuz.
Ancak daha iyi bir inceleme adına gelin filmi farklı açılardan ele alalım. Yazının bundan sonra kalan kısmının film hakkında spoiler içereceğini belirtelim. Basın gösterimi sonrası yaptığımız spoiler’sız inceleme için buraya tıklayabilirsiniz.
Ghostbusters: Afterlife Ne Anlatıyor?
Hiçbir Ghostbusters filmi izleyicisine yaşamı yeni baştan sorgulatıp salondan yeni bir insan olarak göndermeyi hedeflememişti. Afterlife da kendisinden önceki yapımların izinden yürüyor. Doğrusal anlatım üzerinden izleyiciyi rahat bir şekilde filmin içine dahil etmeyi başarıyor.
Öteki Dünya filminin açılışı oldukça karanlık ve korkutucu bir şekilde Egon Spengler’ın kendisine saldıran hayaleti yakalamaya çalışmasıyla başlıyor. Orijinal filmlere göre ciddi bir tonda ilerleyen sahneler sonrası Spengler kendisini feda ediyor. Açılış sahnesinden sonra diğer Ghostbusters yapımlardan çok daha farklı bir film izleyeceğiniz beklentisi içine giriyorsunuz.
Hikâye orijinal Ghostbusters ekibinin üyesi Spengler’ın kızı ve iki torununun ev kiralarını ödeyememesi sonucu Summerville kasabasına gelmesiyle devam ediyor. Bu noktadan sonra filmin tonu yumuşuyor ve neredeyse son sahnelere kadar da aynı şekilde devam ediyor. 1984 yılında New York şehrinde yaşadıkları başarı sonrası, ekibin azalan hayaletler ve bozulan ekonomiyle birlikte dağıldığını öğreniyoruz. Fakat Egon Spengler yaptığı işi bırakmıyor ve yaklaşan kıyameti durdurmak için çalışmaya devam ediyor. Ailesi Summerville kasabasına geldiğinde ise bir dahi olan torunu Phoebe ile ölümün ötesinden iletişim kurarak arkasında bıraktığı Ghostbusters mirasını gösteriyor. Dünyayı kıyametten kurtarma görevi de Phoebe önderliğinde ağabeyi Trevor, arkadaşı Podcast ve ağabeyinin kız arkadaşı Lucky’ye kalıyor. Böylece yeni, genç ve dinamik Hayalet Avcıları ekibi kurulmuş oluyor.
Hikaye ilerledikçe dünyaya kıyameti getirecek olan kötü karakterin Gozer olduğunu görüyoruz. Evet, ilk filmden tanıdığımız Anahtarcı ve Kapıcı’nın insan bedenlerinde birleşerek çağırabildiği, Sümer tanrısı Gozer. Çeşitli olaylar sonucunda yeni ekip Gozer’ın dünyaya gelmesini durduramıyor ve onunla birlikte yüzlerce hayalet serbest kalıyor. Yıkım ve felaketler yeryüzüne dağılıp işler tam da kötü giderken bir anda Peter Vinkman, Roy Stantz ve Winsten Zeddemore ekranda beliriveriyor. “Bill Murray ne kadar yaşlanmış!” diye düşünürken Murray’in tek cümle ile bütün sahneyi doldurduğunu da fark ediyorsunuz. Böylelikle ekip güçlerini birleştirerek Gozer’ı ve tüm hayaletleri tuzaklarına hapsetmeyi başarıyor.
Afterlife, hikâye olarak epik bir anlatı sunmuyor. Zaten öyle bir niyetinin olmadığını da en başından belli ediyor. Karakterler gitmesi gereken yerlere gidiyor ve kötü karakter çıkması gereken anda beliriyor. Film doğrusal bir şekilde ilerleyip sonuca ulaşıyor. Yine de süreç boyunca hikâyeyi takip ediyorsunuz. Bunun sebebi, büyük ihtimalle ağır bir nostaljiye bulanmış sahneler olsa da izleme keyfinizi baltalamıyor. Eh, daha ne olsun?
Senaryo önceki filmlerin devamı şeklinde değil. Aftelife’ın senaryosu eski karakterleri gördüğümüz yeni bir anlatı aslında. Bu rağmen klasik bir Ghostbusters hikâyesine eklediği herhangi bir şey yok. Olması gerekir mi, kim bilir?
Karakterler ve Gelişim
Afterlife anlatısını Egon Spengler’ın torunu Phoebe üzerinden ilerletmeyi tercih etmiş. Dolayısıyla film boyunca değişimine en çok şahit olduğumuz isim de o. Dahi bir genç olan Phoebe dedesinin evine geldiği andan sonra Ghostbusters mirasını devralıyor. Teknolojiye olan yatkınlığı sayesinde ilk önce ekipmanları tamir ediyor ardından hiç zorlanmadan onları kullanarak hayaletleri avlamaya başlıyor.
Egon Spengler’ın Ghostbusters kariyerinin ailesi ile olan ilişkilerini görmek filmde beklenmedik bir dramın oluşmasını sağlıyor. Spengler’ın kızı Callie’nin göremediği yaşantısını fotoğraflarla yaşamaya çalışması ve filmin sonunda ikilinin ölümün ötesinden bile olsa kavuşması dikkat çekiciydi. Eklenen dram Ghostbusters filmine yerinde bir dokunuş olmuş gibi duruyor.
Ancak filmde ana karakterleri bir noktadan diğerine götürmek dışında hiçbir şekilde hikâyeyi ilerletmeyen karakterler de bulunuyor. Bu konuda en göze çarpan isi Celeste O’Connor’ın canlandırdığı Lucky karakteri. İlk defa bir restoranda garsonluk yaptığını gördüğümüz Lucky, Pheobe’nin ağabeyi Trevor’un kendisine aşık olmasıyla hikâyeye dahil oluyor. Sahnelerde kısa anlarda birkaç küçük replikle görünmek dışında fazla bir etkisi yok. Ancak Trevor’u arkadaşlarıyla birlikte olmaları gereken yere götürmesiyle kendisini bir anda paranormal olayları incelerken buluyoruz. Garsonluktan Hayalet Avcısı olmaya giden yolculuğu kusursuzca atlattıktan sonra tulumunu giyiyor. Ardından dünyayı yok edecek kudretteki Gozer’a bir proton ışını da o atıyor.
Lucky dışında Trevor Spengler karakterinin de sorumsuz ergen ağabey noktasından sokaklarda Ecto-1 ile drift yapan hayalet avcısı noktasına çok hızlı geldiğini söylemek gerekiyor. Kısacık bir sahne, belki ufak bir arka plan ayarlaması ufak konuşmalarla karakteri tanıyabilirdik. Böylece sahnelerde aldığı aksiyonlar anlam kazanmış ve zihinlerde soru işareti olarak kalmamış olurdu.
Hayalet Avcıları Sinema Dili ve Görselliği
Jason Reitman’ın yönetmenliğini yaptığı Ghostbusters: Afterlife genel anlamda izlemesi oldukça keyifli bir görsellik sunuyor. Disney Plus üzerinden yayınlanacak Hawkeye dizisinden tanıdığımız Eric Steelberg ise görüntü yönetmeni koltuğunda bulunuyor. Filmin görsel dil konusunda başarılı olduğunu söylemek mümkün. Sahnelerde kullanılan renk paletleri filmin genel tonunu yansıtacak şekilde dikkatlice seçilmiş. Sadece odak değil aynı zamanda arka planlarda kullanılan ayrıntılar, filmi daha dikkatli izlemeye teşvik ediyor.
Özellikle proton silahlarının ateşlendiği sahnelerde renk patlamaları ve yansımalar gerçekten keyifli bir atmosfer sunuyor. Bütün bu incelemeden ayrı olarak, Stay Puft Marshmallow Man’in kusursuz ve inanılmaz tatlı animasyonları başlı başına ayrı bir incelemeyi hak ediyor. Hareketleri, gerçek karakterlerle olan etkileşimleri, mimikleri ve seslendirmeleri seyir keyfini tek başına artırıyor.
Yine de orijinal Ghostbusters filmlerinin 1984 yılında sinemaya getirdiği görsel yeniliği, Afterlife’ın 2021 yılında tekrar edebildiğini söylemek oldukça güç. Afterlife sinema teknolojisinin getirdiği imkanları sonuna kadar kullanan, grafik olarak tatmin edici bir yapım olarak karşımıza çıkıyor.
Kapatırken…
Ghostbusters: Afterlife orijinal filmlere göndermelerle dolu, zaman zaman korkutan, bazen tebessüm ettiren; Bill Murray, Dan Aykroyd, Ernie Hudson gibi isimleri yeniden beyaz perdede görebileceğiniz bir yapım. Sinema dünyasında tüm dengeleri değiştirecek, her şeyi yeni baştan yaratacak bir film değil. Kendisine de öyle bir misyon edinmemiş durumda. Ailenizle birlikte bir pazar günü sinemada “Ne izleyebiliriz?” diye düşündüğünüzde sizi yormayacak yapımlar arasında en iyi seçenek.
Ghostbusters çizgi filmleriyle büyümüş, filmlerin en ufak ayrıntılarını ezberlemiş olan kişiler için yoğun bir nostalji fırtınası estireceği kesin. Bill Murray’i sahnede gördüğünüz anlarda çığlıklar atmaya hazır olun. Ya da teknolojinin yardımıyla da olsa Harold Ramis’in son defa kızına sarıldığı anlarda gözyaşlarınızı silmek için peçete götürmek isteyebilirsiniz.
Birkaç eksiği dışında Hayalet Avcıları’nı sinemada izlemek kesinlikle kaçırmamanız gereken bir fırsat. Ghostbusters: Afterlife yorulmayacağınız, keyifle izleyeceğiniz ve sinemadan çıktıktan en az iki saat sonra bile müziğini söylemeye devam edeceğiniz bir film.
Son olarak, filmin iki jenerik sonrası sahnesine sahip olduğunu ve özellikle son sahne ile bu serinin yeni bir filme taçlandırılacağını da es geçmeyelim. Tabii eğer gişede istediği başarıyı elde ederse.
Sizler Ghostbusters: Afterlife hakkında ne düşünüyorsunuz? Yorumlarınızı Kayıp Rıhtım Forum üzerinden bizimle paylaşabilirsiniz.
Forum üzerinden yorum yapıp sohbete katılmak için tıkla!