in ,

İki Dünya Arasında: Kurgu İçinde Kurgu İçinde Kurgu

Nihan Sarı’nın üç farklı zaman diliminde geçen üç farklı kurguyu başarıyla harmanlayıp tek bir olay örgüsü altında birleştirdiği “İki Dünya Arasında” adlı bilimkurgu romanını inceledik.

iki dunya arasinda inceleme
- Reklam -
- Reklam -

Son yıllarda yerli spekülatif kurgu örneklerindeki yoğunluk sevindirici. Yazarların kaleminden çıkan her hikâyeyle beraber bu türde verilen eserlerde belli bir birikim oluşuyor. Daha önce çocuklara yönelik Benek’in Masalı serisini yazmış olan Nihan Sarı da bilimkurgu türündeki son kitabı “İki Dünya Arasında”yla bu birikime katkı sağlayan isimlerden.

Farklı Zamanlar, Farklı Karakterler ve Kesişen Yollar

Roman, farklı zaman aralıklarında geçen üç hikâyeden oluşuyor. İlk hikâye, Osmanlı döneminde yaşayan Yeniçeri Mehmet’i ve sırılsıklam âşık olduğu Kehribar Sultan’a ulaşma çabasını anlatıyor. İkinci hikâye, insanlığın farklı çağlarından gelen üyeleriyle Dünya’yı korumaya çalışan gizli bir topluluğun Mavi, Toe ve DestroyerM adlı üç üyesinin kaostaki sıra dışı artışı araştırmasını konu ediniyor. Üçüncü ve son hikâyeyse geçmişini hatırlamayan Hayalet Flû’yu ve Dünya’daki kötü gidişata tanıklık edişini aktarıyor.

Hikâyeler, özetlerinden de anlaşılacağı üzere, farklı türlere sahip. Birinci hikâye bir tarihi romantizm. İkinci hikâye zamanda yolculuk, olası gelecekler, aşırı teknolojikleşme ve okuma keyfini baltalamamak adına bahsedemediğim pek çok temaya ucundan kıyısından değinen bir bilimkurgu serüveni. Üçüncü hikâyeyse tuhaf kurgu türüne girebilecek bir fantazya.

- Reklam -

Farklılaşmalar bu türlerle de sınırlı değil. Anlatıcı ve anlatım tarzlarında da kendini hissettiren bariz ayrışmalar mevcut. Hikâyelerin anlatım tarzları, ait oldukları türe ve karakterlerinin durumuna göre şekillenmiş. İlk hikâye Osmanlı döneminden gelme, görmüş geçirmiş bir romantiğin ağzından aktarılan, mazide kalmış bir aşk hikâyesi gibi. İkinci hikâye, o an yaşanan ne varsa onu aktarmaya odaklanmış bir anlatıcıya sahip; önem arz etmedikçe karakterlerin duygu ve düşüncelerinden bahsedilmiyor bile. Üçüncü hikâyedeyse anlatıcı ana karakterin ta kendisi; melankoliyle yüklü düşünce ve deneyimlerinin hepsini kendi ağzından nakletmekte.

İki Dünya Arasında, paralel hikâyelere ayrılmış çoğu romanda olduğu gibi ilerlemekte. Bağımsız hikâye parçalarının er geç anlamlı bir bütün oluşturacaklarına duyulan güvene dayanan bir yapıya sahip.

Tür ve anlatım tarzıyla ayrışan bu üç hikâyenin kendi olay örgüleri çerçevesinde ilerlerken roman çatısı altında birleşip kaynaşmaları ise şöyle gerçekleşiyor: 63 bölümden oluşan romanın her bölümü farklı bir hikâyenin farklı bir aşamasına ait; birine ayrılan bölüm bitince, bir diğerinin bölümü başlıyor. Bölümler okuru sıkmayacak uzunluklarıyla temponun düşmesini engelliyor. Bu, teknik açıdan önemli bir ayrıntı. Çünkü bölüm kısalığı okuma sürecini serileştirir. Ve bu serilik türler ve tarzlar arası geçişteki “Ne okuyorum?” hissiyatının önünü alır. Akışın belli bir tempoda sürmesini sağlayan bir diğer unsursa ikinci hikâye. Birinci ve üçüncü hikâyeler, türleri ve tarzları gereği düşük tempoda ilerlerken, ikinci hikâye hızla gelişen olay örgüsü ve vadettiği serüven neticesinde daha yüksek bir tempoda seyrediyor.

Buna karşılık, birinci ve üçüncü hikâyeler de kendi tempolarıyla ikinci hikayeye destek çıkıyor. İkinci hikâyenin hızlı temposundan kaynaklanabilecek “Ne oluyor?” hissiyatının uyanarak okuru yormasının önüne geçiliyor. Anlaşılacağı üzere, iki sakin bölüm arasına bir aktif bölüm sıralaması, bir tür bölümler arası yardımlaşma oluşturuyor gibi. Okuma sürecinde belli bir ritim tutturulmasına ve bir önceki bölümde yaşananların sindirilmesine, olan bitenin daha iyi kavramasına imkân tanıyor. Birinci ve üçüncünün ikinciyle ilişkisi bununla da sınırlı kalmıyor; ikilinin olay örgüleri, adım adım, ikincinin olay örgüsüne bağlanacak yönde gelişim gösteriyor.

Elbette bu kurgu anlayışı yeni sayılmaz. Farklı zamanlarda ve mekânlarda geçen bağımsız hikâyelerin, adım adım ortak bir hikâye çatısı altında birleşip sonlandığı pek çok roman var. Yazar Nihan Sarı’da kullanışlılığını ispatlamış bu klasik anlatıdan faydalanıyor haliyle. Ayrıca dünyayı algılama mekanizmalarımızdan birine olabildiğince uyararak, merak ve sürükleyiciliği diri tutmaya yönelik hamlelerde bulunuyor. Bu mekanizmanın adını bilmediğim için ancak işleviyle onu tarif edebilirim; bağımsız parçalardan anlamlı bütünler elde etme eğilimi. Evet. Hani şu, bulutlardan pofuduk tavşan imgeleri çıkarttırabileceği gibi, en paranoyak komplo teorilerini bile inanılır bulmamızı sağlayan doğal yeteneğimiz.

Bu ayrıca kurguyla ilişkimiz açısından da hayati öneme sahip. Anlatım tekniklerinin uyarıp cezbetmeye çalıştığı bir mekanizma bu. İşleyiş mantığı şöyle: Belli başlı sınırlar çerçevesinde sunulan bilgiler, kişi için anlamlı bir bütün oluşturuncaya dek çaprazlanıp aralarında bağlantılar kurmaya zorla. Kurgunun sürükleyiciliği, ritmi, anlamsal derinliği, içerdiği mesajları ve hepsinin toplamında bütünselliğini sağlaması gibi pek çok kilit noktada rol oynayan bir şey bu. Örneğin “Çehov’un Silahı” adıyla da bilinen “Önceden İma Etme” kavramı, bu mekanizmanın bir yansıması. Bu kurama göre, birinci perdede bir silah varsa, sonraki perdelerde o silahın kullanılması ya da akıbeti hakkında bilgi verilmesi gerekir; çünkü seyirciye tanıtılmasıyla hikâyedeki yeri ve önemi merak konusu olmuştur artık. Kurmaca da bu ve bunun gibi tekniklerle her şeyi anlamlandırma mekanizmamıza oynar.

Nihan Sarı’nın uyarım mekanizması, okurunu önce şüphelendirip, sonra da şüphesi için onu ödüllendirme üzerine kurulu. Mekanizmanın devreye girebilmesi için, öncelikle romanın cüzi sayıda bölümünün bitirilmiş olması gerek. (Önceden bahsettiğim üzere bu süreç zaten hızlı biçimde gerçekleşiyor.) Ondan sonraysa her hikâyede bir başka hikâyenin öncesi ve sonrasına dair bilgiler içerdiği fark edilmeye başlanıyor. Sanki yazarın değil, okurun kendisi oraya koymuşçasına bulunan bu bilgicikler, önceden gelen birikimlerle birleşince, konunun nereye bağlanacağı hakkında kesin tahminler yapılmasına olanak tanıyor. Fakat bu, okumaya devam etme isteğini baltalamıyor; aksine, sonraki bölümleri meraklandırıyor. Şüphelenilen şeyin nasıl gerçekleşeceği ve ondan bir sonraki bölüm hakkında ne gibi ipuçlarına ulaşılacağı merak konusu oluyor. Bu da sürükleyiciliği diri tutmaya yarıyor. Ayrıca, okurun kişisel tercihleri nezdinde, tarzından ve türünden ötürü cezbedici bulunmayabilecek bölümlerin bile belli bir ilgi seviyesinde takip edilebilmesine olanak tanınıyor. Ait olduğu hikâyenin olay örgüsünü ilerletmekten başka meziyeti olmayan bölümler, bu vesileyle genel ilgiden payını alıyor.

- Reklam -

Kurmacayı sürükleyici kılan anlatım teknikleri iyi ayarlamış. Tabii bu yapıda belli başlı kusurlar da yok değil. Bölümler hikâye hakkında okura yansıtılmak istenen ne varsa sadece ona odaklı. Anlatım dili bu sebeple olabildiğince ekonomikleştirilmiş. Haliyle de betimleme yönünden anlatım zayıf kalmış. Betimlemeyle oluşturulabilecek atmosferin yükünü anlatıcı faktörü üstlenmiş; bu yüzden anlatımda hareket ve duygu durumları üzerine yoğunlaşılmış.

İki Dünya Arasında‘nın evreni, içerdiği pek çok tema ve bunları sunum tarzıyla ünlü İngiliz bilimkurgu dizi Doctor Who‘nun evrenini anımsatıyor. Roman için Doctor Who’umsu bir serüven demek yanlış olmaz herhalde. Zaman ve mekân arasında kolayca seyahat, insanlığın farklı çağlarını ziyaret, kökeni ve amacı bilinmeyen bir düşmanın Dünya’yı tehdidi gibi temalar akla hemen Doctor Who’yu getiriyor. İşin içine Sandman evrenindeki Sonsuzlar’ı anımsatan mitsel varlıklar da girince kafalar birazcık karışmaya başlıyor.

Ama…

Kişisel olarak roman hakkındaki şikâyetlerimin büyük kısmında başı anlatım sisteminin üstüne inşa edilen evren ve o evrenin aktarımı çekiyor. Yazar hikâyesinin ihtiyaçları için kalemini olabildiğince özgür oynatabilmek istemiş olacak ki evreni buna göre kurmuş. Burada bir sıkıntı yok. Alternatif evrenlerde geçen veya kendi evrenimiz içerindeki kuralları esneterek kendi varlığına olanak tanıyan hikâyeler yazılagelmiş ve gelmeye devam eden bir kurgu türü. Belli başlı kurallara ve sınırlamalara sahip oldukları, kendi kıstaslarına göre tutarlı oldukları sürece bunda hiçbir sıkıntı yok. İki Dünya Arasında evreninin sorunu, serüvenin ihtiyaçlarını karşılamanın ötesine geçememesinde.

iki dunya arasindaKurgu evrenler hikâyeleriyle şekillenen yerlerdir. Ve bu sebeple romanın evreniyle ilişkisini sorunlu bulmam ilk başta çelişkili gelebilir. Burada kasıt evren yapısının hikâyenin temposuna, serüvenlere ait klasikleşmiş durumlara ve satır aralarına yerleştirmek istenen mesaja göre devamlı eğilip bükülmesi; kurgunun kurgu olduğunu bir şekilde hatırlatması. Örneğin, ana hikâyenin umut ve umutsuzluk çatışmasını sunabilmek adına evrene dâhil edilmiş karakterler mevcut. Karakterlerin doğaüstülüğü, bilimkurgunun ağır bastığı düzlemde eğreti duruyor. Roman ilerledikçe içerdiği evren, hemen hemen her şeyin gerçekleşebileceği sürprizlerle dolu bir yer haline geliyor. Okurken akla karakterlerin kabiliyetleri, yapıp yapamayacakları ve olayların gelişimine dair “Öyle oluyorsa…”yla başlayan alternatifler üşüşüyor ister istemez. Serüveni takip ederken, dikkatiniz ara sıra olayın daha başka nasıl gerçekleşebileceğine kayabiliyor. Kurgunun heyecanını ve temposunu ayarlamak ve ayrıca romandaki umut-umutsuzluk temasını işlemek için gerekli müdahalelerde bulunmasına olanak tanıyan esneklik, okurun evren algısını zayıflatıyor. Üstelik kullanılan bazı bilimsel ve bilimkurgusal tema ve terimler bu zayıflatmaya küçük katkılar yapıyor. Evcil hayvan muamelesi gören minik kara delik ya da kişilerin yetersiz korumayla ışık hızında seyahati, o evren için normal karşılanması beklenen, lakin bu kavramlara aşinaların zihninde “Hata!” uyarısı verdirecek cinsten. Romanın sonunda, tüm serüvenin alternatif bir evrende geçtiğinin altı çizilerek durum biraz toparlanıyor olsa da, kendi gerçekliğinden kaynaklı “acaba”ların etkisi geçmiyor.

Bu yüzden, durumların daha da ciddiye bindiği kısımlarda bile yaşananlara karşı bir mesafelilik oluşuyor. Normalde olaylar karşısında gerilim, şüphe veya merak yerine, “serüven gereği, durum böyle aksettirilmiş/işlenmiş,” fikrinin yarattığı “aşinalık” hissiyatı daha baskınlaşıyor. Buradaki “aşinalık”, kurmacayla haşır neşir ola ola anlatıma heyecan veya gerilim katmayı sağlayan yöntemleri anında fark etme durumu. Olayların nasıl gerçekleşeceği tahmin edilemese bile hikâyenin temposu için neyin, hangi sebeple sunulduğu anında sezilebiliyor. Bir yerde, karakterin kafa karışıklığından bahsediliyorsa bir sonraki bölümde sorun çıkartacağı kesin. Bu beklentinin anında gerçekleşmesi de “beklenileni karşılama” ve “aşinalık” haricinde herhangi bir hissiyat uyandırmıyor. Paralel giden hikayelerin kesişmesi ve art arda gelen hızlı gelişmeler, okurken bu hissizleşmeyi derinleştirip kalıcılaştırıyor. Fark edileceği üzere, yazının başlarında değindiğim romanı akıcılaştırıp sürükleyici kılan bu yapı, anlatılana karşı giderek artan bir hissizleşme yaratıyor.

Romanın olumsuz yönlerinden sonuncusuysa kitabın pek editör yüzü görmemiş gibi basılmış olması. Bölümler paragraflara, konuşma kısımlarına ayrılmadan, düz biçimde basılmış. Ayrıca bölümler ardı ardına sıralanmış; biri bitince hemen diğeri başlıyor. Bu elbette yazar Nihan Sarı’nın kontrolü dışında gerçekleşen bir şey. Burada kabahati yayınevinin kitabı basmak için uyguladığı politikada aramak gerek.

Bitirirken

İki Dünya Arasında, ortaya konan anlatım teknikleri bakımından iyi başlıyor. Hikâyesinin daha iyi anlatılabilmesi adına esnekleştirilmiş evreniyse zincirleme bir reaksiyon gibi anlatımın etkileyiciliği ve dolayısıyla serüveni olumsuz etkiliyor. Romanı, tek çatı altında farklı türlere ve farklı anlatım tarzlarını ev sahipliği edebilmesiyle takdir ettim. Başlangıcında fena gitmeyen sürecin kendi yapısından kaynaklanan, minik ama etkisi büyük ihanetçiklere maruz kalmasıysa büyük talihsizlik olmuş. Dileriz yazarımız sonraki romanlarında hem bu sorunları hem de yayınevi problemlerini aşar ve karşımıza yine sürükleyici bir eserle çıkar. Kalemi zamanla nice başarılı esere imza atabileceğinin sinyallerini ziyadesiyle veriyor zira…

Cemalettin Sipahioğlu

1986 İstanbul doğumlu. Bilimkurgu, korku ve fantastiği uzun süre televizyondan takip edebilmiştir. Ailesinden habersiz aldığı ucuz VCD oynatıcıyı saklayıp, onlar yokken kullanarak, bu konularda film açıklarını kapatmaya çalışmıştır. Edebiyata sonradan bulaşması; bilgisizliği; bilgisizlik de, "Raftaydı ve ben onu alıp okumadım zamanında." pişmanlıkları getirmiştir. Lem ile Küvette Bulunan Günce'yle tanışması; okumaya yeni başlayan biri için hem talih, hem de talihsizlik olmuştur. Film, kitap, animasyon, çizgi roman olsun; kendi sınırlı bilgisiyle, eserleri iç dinamikleri içinde değerlendirmeye çalışır.

Henüz yorum yok. Forum'a gelip sohbete katıl.

wattpad yayinevi

Hikâye Paylaşım Uygulaması Wattpad Kendi Yayınevini Kuruyor

ods cekilis

Çekiliş: Onur Selamet’ten “Ölü Dalgıcın Sonbaharı” (İmzalı)