Körleşme incelemesi: Elias Canetti’nin tek boyutlu insanın hicvi olarak kurguladığı 1935 tarihli kült romanına detaylı bir bakış atıyoruz.
Edebiyat tarihinde pek çok kitap kendi tarihin ötesine geçmeyi, zamanını aşmayı başarabilmişse de bir kehaneti çok öncesinden haber verenlerin sayısı görece çok daha azdır. Kendi zamanın coğrafyasını aşan ve kuşkusuz bir dünya yazarı olan Canetti’nin 1935 yılında yayımlanan romanı Die Blendung da ardından gelecek dehşet dönemini önceden haber verir bir kehanet niteliği taşır.
İçine girilmesi nispeten zor dünyası ve bildiğimiz zamansallık ve mekansallıktan kopuşuyla kolayca bir kenara bırakılmaya müsait yapısı, alışıldıktan ve bir kez içinde kaybolmayı göze aldıktan sonra, okurunu da kendi gerçekliğinin en uç sınırlarına taşır. Romanın zorluğu da sonrasında gelecek olan o dehşet dönemini hazırlayan zihinsel ve pratik mekanizmaları, olabilecek en yoğun varoluş hâlleriyle sergileyen karakterler arasında özgün bir biçimde örülen olayların bilerek kırılmış halkasıdır.
Olaylar öylesine kırık döküktür ki çekingen bir okurun gözünü korkutur ve elini korkak alıştırırsa kendi dünyasına onu kolay kolay kabul etmez. Fakat okur bir kere yeterli zaman bulur da olan bitene kendini bıraktığında, zincirin süreksiz art ardalığının cazibesiyle büyülenip teslim olur. Asıl demek istediklerini ve gizli sürekliliğini en derinlerindeki gizli bir köşede sunar. Yine de bir oturuşta yüzlerce sayfanın yutulacağı bir serüven değil, parça parça mideye indirilmesi gereken bir eser olduğunu en savunmasız okura bile yavaş yavaş kendini açışından anlaşılırdır.
Onun da yaşamında, sözcüğün tam anlamıyla birer ürün olan çalışmalarından yorgun düştüğü ve gizliden gizliye kişiliğinin hoş gördüğünden daha uzun bir süre insanların arasına karışmanın özlemini duyduğu anlar olurdu. İçindeki bu gibi kıpırdanışlarla açıktan açığa savaşmaya kalkıştığında, çok zaman yitiriyordu. Sözü geçen kıpırdanışlar ise bu çarpışma sonucunda daha da güç kazanıyorlardı. Bu nedenle sonunda daha akıllıca bir yöntem bulup içinde uyanan eğilimleri yenmişti. Başını yazı masasına koyup kendini yorgun bir durumda isteklere kaptırmıyordu. Sokağa fırlayıp herhangi bir budala ile önemsiz konuşmalara girişmiyordu.
Elias Canetti / Körleşme
Körleşme, 1905 doğumlu Avusturyalı Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Elias Canetti’nin 1930–1931 yılları arasında yazdığı, bu kısa zaman zarfına rağmen oldukça hacimli ve pahada da ağır modern bir başyapıttır. Yayımlanmasından çok kısa bir süre sonra yaşanacak olan korkunç yıkımı haber veren son kitaplardandır.
James Joyce’un Ulysses’i, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’iyle birlikte anılan Körleşme, başlı başına bir yanlış anlaşılmalar parodisi olarak ve esasen Canetti tarafından sekiz cilt olarak tasarlanan bir “insanlık komedisi” projesinin ilk taslaklarındandır. Zamanla karakterler birleşmiş ve söz konusu romanda toplanıp bize ulaşan son hâlini almıştır.
Yatakların altına saklanan kuşlar, aynaların yasaklandığı ülkeler, kamburuna gizlenen bir cüce…
Körleşme: Bilimsel Materyalizmin Tek Boyutlu İnsanı Olarak Kien
Körleşme, Batı’nın bilim yapma geleneğinin ete kemiğe bürünmüş hâli olarak karşımıza çıkan Peter Kien’in, kendisine benzer bir çocuk veya tam da kendisinin çocuk hâliyle gerçekleştirdiği bir konuşmayla başlar. Başta evine çağırıp sonradan onu misafir etmekten vazgeçtiği bu çocuğun reddedilişinin cezasını Kien’in varoluşunu tanımayarak ödetecektir ona dünya. Çocukluğundan beri körlük meselesi üzerine düşünen Profesör Kien, on binlerce kitabın bir arada yaşadığı bir kitaplığın sahibidir. Bu kitaplıklar tüm duvarları örttüğü için evin tavanında, hepsini güzelce aydınlatacak bir pencere açtırmıştır. Bu pencere meselesine daha sonra döneceğiz fakat bu noktada dünyanın en ünlü sinoloğu olan karakterimiz Kien, uzak doğu kültürüne yoğun bir ilgisinin de olduğunu not etmek önemli. Çünkü Batı kültürünü belli şeyleri görürken belli şeyleri görememekle suçlarken, aslında kendisi bahsettiği o körlüğün en radikal örneklerinden birine dönüşecektir. Entelektüel bir etkinlik olarak bu merak, hakim bakış açısından uzakta kalan konuları merak edilecek, öğrenilecek ve bu yolla zamanı geldiğinde müdahale edilerek egemen olunacak egzotik bir nesneye dönüştürme eğilimi, Körleşme romanı boyunca karşımıza çıkan tek boyutlu insan figürünün tahakkümcü yapısını açık eden onlarca özellikten yalnızca biridir.
Devinim, toplumsal bağlamından ve insani amacından soyutlanınca, sadece bir devinim yanılsaması haline, mekanik yinelemenin kötü sonsuzluğu haline gelir. İlerleme en yüksek ideal olarak yüceltilirken, her türlü ilerlemenin, hatta dinamik bir toplumdaki ilerlemenin bile çelişkili bir nitelik taşıdığı gözden kaçırılır.
Max Horkheimer / Akıl Tutulması
Profesör Kien’in, sırf bu kendi mutlak tahakkümünü ilan ederek kurduğu krallığın düzenini en iyi bilen kişi olduğundan hizmetçisi Therese’yle evlenmesi, dış dünyaya açılışının ilk hamlesidir. İzole yaşamında açılan bu çatlağın ardından yaşananlar, özetlenmeye elverişsiz trajikomik bir olaylar dizisini oluşturur. Bu kesik kesik ama genele bakıldığında da dünyayı korkunç bir tutarlılıklar biraradalığı olarak sunan roman, saf aklın karşısına aldığı saf farkın kaotik bir yansımasıdır. Farklı biçimlerde ortaya çıkan aynılığın ilan edilemeyen beyanı. Therese ile olan evliliği Kien’in yıllarca ilmek ilmek işlediği körlüğü bir anda tehlikeli bir üst sınıra taşır. Bu durumu, Platon’un mağara insanının yaşadığı körlüğe de benzetmek mümkün (burada kitabın özgün adının da bir çeşit parlaklığı imlediğini belirtelim) fakat belki de tersine bir yerden. Kendini kitaplarıyla zincirlemiş bir modern zaman biliminsanının seçilmiş körlüğünün, kurguladığı, sistematikleştirdiği gibi olmayan bir dünyaya adım atması ve teorilerden, kuramlardan oluşmayan o saf deneyimin sınırlarına adım attığı daha o ilk temasında tökezlemesinin yarattığı yeni bir çeşit körlükle birleşmesidir. Kuşkusuz bu yalnızca tek bir katmanda karşılaşılabilecek türden bir körlük değildir, profesörün çocukluğunda geçirdiği kabakulağa dek uzanan belirleyici anlar üst üste binerek Kien’i bu güne getirmiştir. Ancak öylesine bir izolasyondur ki bu, yalnız profesöre özgü de değildir. Romanda herkes kendi biricik dünyasında kendi bakış açısına zincirlidir.
Therese’nin eninde sonunda evden kovmasıyla Kien, ona tamamen yabancı bir dünyada yeni doğmuş bir bebeğinkinden daha da yıkıcı olan bir yabancıya dönüşür. Bu dünya bilinenden, sığınılandan ya da kaçılandan öylesine farklı bir dünyadır ki dışarıdan bakan bir gözlemci olmadıkça içerisindeki her şey herkes için aynılaşmıştır. Bu durumu, profesörün insanlarla kurduğu iletişimde de gözlemlemek mümkün; diyaloğa girdiği hiç kimseyle, asgari bir iletişimin gerektirdiği ortak varsayımların hiçbiri bulunmaz. Roman, bu beyhude iletişimler üzerinden çözülmesi giderek imkânsızlaşan koca bir yumağa dönüşür. Tıpkı dönemin siyasi atmosferi gibi.
Stephan Zweig, Walter Benjamin gibi pek çok düşünür ve yazarın kendini öldürmesinin yanı sıra on binlerce yaşama dehşet verici bir zihniyetle kasteden Nazi dönemi Almanyası da kuşkusuz tek bir anda vuku bulmuş bir hadise değildi, yüzyıllar boyu sürmüş düşmanlıkların uygun çıkar zemini sağlandığında politik zeminde pratiğe dökülmesiydi. Pek çok düşünürün nelere yol açacağını bilmeden geliştirdiği düşünme biçimleri, modern bireyi kurarken aslında bir ilk örnek olarak kabul edip uygarlığı ona mal edecekleri bir modern akıl da inşa etmekteydi. Bazı sistemlerin bilim dışına taşan uygulamaları bugün Canetti’nin de inkâr ettiği bilim-sanat ayrımının aslında bir çeşit sınamasını geçememiş ve asla tahmin edemeyecekleri bir yıkım için gerekçe gösterilecekti. Fazla derine girmeden bahsetmek gerekirse bugün Nietzsche’nin eserlerinin, kendi akıl sağlığının yitiminden sonra Nazileri destekleyen kız kardeşi ve onun eşi tarafından bu uygulamalara meşru bir zemin oluşturacak biçimde açıkça oynandığını biliyoruz. Yahut Fichte’nin Almanya’nın durumuyla ilgili söylediklerinin Hitler tarafından yapılacak zulmü meşru bir zemine oturtmak için gerekçe gösterildiğini.
Zararsız hiçbir şey kalmadı. Küçük zevkler, düşünme yükümlülüğünden vareste tutulduğunu sandığımız bütün o yaşam belirtileri, artık yalnız dikkafalı bir bönlüğü, inatçı bir körlüğü yansıtmakla kalmıyor, kendi karşıtlarına da hizmet ediyorlar. Çiçeklerin üzerine düşen dehşet gölgesi algılanmadığı anda bahar dalı bile yalana dönüşür; ‘ne kadar hoş!’ gibi masum bir ünlem bile mide bulandıracak kadar nahoş bir varoluşun mazereti olur. Artık güzellik ve avunu yoktur — korkunç olanı gören, ona dayanabilen ve olumsuzluğun avunusuz bilinci içinde yine de daha iyi bir dünya olasılığına bağlı kalan bakıştan başka.
Theodor W. Adorno / Minima Moralia
Aklın bu pozitif, Frankfurt Okulu’nun deyimiyle araçsal kullanımının ve düşünmenin ıskalanmış izleğinin nelere mal olabileceğini yine tarih gösterecektir. Fakat sanat, ondan çok daha önce bunu sezmiş ve çığlıklar atmıştır. Yine de kehanet kendini gerçekleştirmiş ve yıkımdan kaçılamamıştır. Bu yıkıma sebep olan aklın en radikal hâliyle sembolleştiği Kien’in ile ortak bir kaderi paylaştığı tartışılmaz. Aklın bu belirli kullanımı dışında her şey saçma, abuk subuk ve tuhaftır. Teorize edilmeye direnen bu dünyayla tüm karşılaşmalar hayal kırıklığıdır. En mühim anlarda, misal ustalıkla sergilenen bir mahkeme oyununda, sözcüklerin hakikati belirleyeceği böylesi bir anda bile kimsenin kimseyi anlamadığı kafkaesk bir dünya okuruz. Romanda herhangi iki karakterin birbirlerini anladığı anlar neredeyse yok denecek kadar azdır. Bu yüzden de romanda biraz ilerledikten sonra karşımıza çıkacak olan “…birbirlerini ilk kez doğru anladılar” sözüne kanmamamız, kendimizi giderek büyüyecek bir karmaşaya ve düşüncenin sinsi hareketine hazırlamamız gerekir. Üstelik bu karmaşa hiçbir zaman da çözülmeyecektir. Bu karmaşık karakterler ve olay örgüsü, aslında hiçbir şeyin sahip olamayacağı kadar basit varsayımlardan meydana çıkmıştır. Bu ufak tefek doğru anlamalar da ya diğer yanlış anlamaları bir biçimde sürdürmeye ve yenilerinin doğumuna hizmet eder.
Dünyasız bir Kafa, Kafasız bir Dünya ve Kafadaki Dünya bölümlerinden oluşan romanın başkarakterinin dayandığı bu akılla biçimlenen eser, sağduyunun mutlak bir biçimde reddini talep eder ve belki de romana kendi kaptırmak isteyen okurun belki de bir süreliğine birtakım sağduyuları askıya alması gerekebilir. Aksi takdirde “Yahudi nereli?” diye soran Canetti’nin bir kadın düşmanı veya Yahudi karşıtı olduğu düşünülebilir. Fakat o Kien’e atadığı akıl biçimiyle bu konuları öyle sıkı bir şekilde işlemiştir ki, çoğu teorisyenden daha takdire şayandır yöntemi. Kien’de karşımıza çıkan bu akıl gerçekten de kendi meseleleri dışına pencerelerini öyle sıkı kapatmıştır ki kendi dışında ne olup bittiğiyle ilgilenmemek şöyle dursun, onun kendi hükümdarlığına mutlak hizmete koşulmasında da bir maraz görmez. Yine de bu sömürü dolaysız maddi bir alışveriş manasına gelmez. Bu anlamda Kien tıpkı Leibniz’in monadlarına benzer. Onun kütüphane odalarının da “herhangi bir şeyin içine girebileceği veya ayrılabileceği bir pencereleri yoktur.” (Leibniz / Monadology)
Adına yaşama kavgası denen kavgayı, karnımızı doyurmak ve sevebilmek uğruna olduğu kadar, içimizdeki kitleyi öldürmek uğruna da veririz. Kimi koşullar altında bu kitle, bireyi bencillikten tümüyle uzak, dahası kendi yararlarına aykırı davranışlara dek götürebilir. ‘İnsanlık,’ bir kavram olarak bulunmazdan ve sulandırılmazdan çok önce, kitle olarak vardı. Bu kitle vahşi, coşkun, kocaman ve sımsıcak bir hayvan gibi hepimizin içinde, anasal etkilerin uzanabildiğinden çok, çok daha derinlerde bir anafor gibi kaynar. Kitle, yaşına karşın, dünyanın en genç hayvanı, en öz yaratığı, ereği ve geleceğidir. Onun üzerine hiçbir bilgimiz yok; hâlâ birer birey olduğumuz varsayımıyla yaşamaklayız. Kimi zaman kitle, gök gürültülerinden örülü bir fırtına, içinde her damlanın yaşadığı ve aynı şeyi istediği coşkun bir okyanus gibi saldırır üzerimize. Bu saldırının hemen ardından parçalanıp gitme alışkanlığını henüz koruduğu için, fırtına geçince yine biz olarak, zavallı ve bırakılmış şeytancıklar olarak kalırız. Bir zamanlar bu denli çok, bu denli büyük ve bu denli bütün olduğumuzu anılanınıza sığdıramayız bir türlü. İş bu noktaya vardığında, aklın boyunduruğunda yaşayanlar, sorunu ‘hastalık’ sözcüğüyle açıklarlar; alçakgönüllülüğün bayraktarlığını yapmak isteyen ise, yanılgısının gerçeğe ne denli yaklaştığının bilincine varmaksızın, havayı “insanın içindeki hayvan” diyerek yumuşatır. Kitle ise bu arada yeni bir saldırı için hazırlanır. Bir gün gelecek, kitle artık parçalanmaz olacak; belki önce bir ülkede başlayacak bu gelişme, sonra orayı çıkış noktası yapıp çevresinde ne varsa yutarak ilerleyecek; ta ki artık Ben, Sen, O kavramları değil, ama yalnızca kitle var olacağından, kitlenin varlığına ilişkin tüm kuşkular ortadan kalkana dek.
Elias Canetti / Körleşme
Kambur cüce Fischercik’ten hiç bahsedemedik. Fischerle gerçekten de kitlenin amansız bir temsilcisidir. Yanlış anlama demek yetmez onunkine, bu cüce de resmen gerçekleri yalnız kendi çıkarına çarpıtmak ve paragöz planlarına alet etmek için her yolu mübah gören yığının birey olamayan bir parçasıdır. Kitabın sonlarına doğru profesörün kardeşi Georg Kien ile karşılaşırız.
Georg ise Peter’ın tam aksine kendini yalnız başkaları üzerinden inşa edebilen eski jinekolog, yeni ruhbilimcidir. O da başında olduğu, hiyerarşiden muaf kliniğinden kendine özgü bir set çekmiştir dışarıdaki dünyayla etrafına ya da beriki Kien’in çizdiği sınırın öbür tarafına düşmüştür. Bir gün karşılaştığı, kendi dilini geliştiren bir insan onu mesleğini değiştirmesine karar vermesine yol açmıştır. Georg’un romandaki kuşkulu rolü sanki bu pozitif aklın karşısına belki de Adorno’nun da önerdiği o saf negatif aklı koymanın da çare olmayacağını göstermek adınadır.
Hem soykırımdan hem de bahsi geçen düşüncelerden önce yazılmış bir eseri olarak sonrasında geliştirilen kavramlarla değerlendirmenin meşruluğu ile ilgili şüpheciliği elden bırakmadan şu çıkarımı yapabiliriz herhalde: Bir pozisyonun yıkıcılığına karşı durmanın tek yolu her zaman onun tam karşıtı değerleri savunmak yaratıcı ya da yapıcı bir çözüm olmayabilir. Üstelik yaratıcı olmadığı gibi romanda da gördüğümüz üzere bir çözüm bile değildir çoğu zaman, çünkü benzer bir zulmün tam da karşıt pozisyonundan yeniden kurulan başka bir biçimine dönüşmesi yalnızca an meselesidir.
Tuhaf kurgunun belki de en politik yorumlarından biri olan Körleşme, kullandığımız kavramlardan biri olan modern bireyin meselelerini yerli edebiyatta en iyi işleyenlerden biri olan Oğuz Atay’ın Ahmet Cemal’e yaptığı ısrarlar sonucunda dilimize kazandırıldığı anekdotu da pek mühimdir. Roman, Hamlet’ten Açlık Sanatçısı’na uzanan geniş bir yelpazeye işaret eden göndermelerin yanı sıra tam da sonlara doğru okuduğumuz Homeros odağında gelişen genel mitoloji değerlendirmesinden de Canetti’nin daha bu ilk eseri olmasına rağmen ne denli ince bir kurgu yeteneği olduğunun açık bir kanıtıdır.
Romanın uzunluğunun gerektirdiği sürekli dikkatin takibi yer yer zorlaştırmasının yanı sıra Canetti’nin dünyası derinliği olmayan karakterleriyle de eleştirilebilir ancak Körleşme, yoğun deneyimlerin zaten karikatürize edilmiş bir dünyadaki tek boyutlu insanlar üzerinden kurulduğu hacimli bir roman. Ancak alegorik bir anlatı olması sebebiyle de bu eleştiriyi ustalıkla göğüslüyor gibi.
Hatta benzer bir yerden kadınların ve kadınlığın sorunlu temsillerini de açıklayabiliriz. Kitaptaki tek başarılı temsil, takıntılı entelektüel etkinliğin yarattığı o canavarımsı mahlûkat olarak Kien. Bu romanın tek bir hikâyesi var, o da düşüncenin hadım edilmiş özgürlüğü. Yalnızca sembolik düzlemde de olsa bizim dünyamızda karşılığı olan tek varoluş hâli onun her bakımdan yıkıcı bu gezintisi.
Sizler Körleşme romanı hakkında ne düşünüyorsunuz? Tartışmak için Kayıp Rıhtım Forum’da aramıza katılabilir ve daha fazlasından haberdar olmak için Google News’ten bizleri takip edebilirsiniz.
Beş koca sene olmuş, yeniden burada olmak aşırı tatlı bir nostalji. Eskilerden birileri kalmış mıdır acaba? Körleşme ne kadar okunmuş, ne kadar sevilmiştir? Rıhtım bu kadar güzel bir topluluk kurmayı nereden öğrendi?
Hem eskilere hem yenilere kocaman selamlar…