“… ve baş döndürücü bir hızda bugün yarın oldu, dün ise tarih öncesine gönderildi.”
– Eduardo Galeano
İnsanın, akışına hüküm ve müdahale edemeyeceği bir nehirdi zaman. Her bir an, durmaksızın, kıvrım kıvrım, usulca ilerliyordu suların akışında. Ezelî gövdeye rastlayıp içine karışan her yeni ırmakla “tarih” yazılıyordu anbean. Her yeni ırmak, yeni bir öyküyü sırtlıyordu kâğıttan kayıklarında ve her bir öykünün tadında, bambaşka bir toprağın tuzu kokuyordu.
Bir fotoğraf sergisinin kapılarıyla aralanıyor bizim toprağımızın öyküsü: Wim Wenders’ın, masa başına koyduğu ve her bakışında, ilk defa karşılaştığı ânın beraberinde getirdiği gözyaşları, ilk günkü tazeliğini koruyan o kadının fotoğrafına rastladığı gün. Bu karşılaşmayla, fotoğraftaki kadının görmeyen gözlerinde donup kalıyor Wenders. Ardından, derhal fotoğrafı çeken gözlerle tanışmak istiyor. Ve o an, yıllardır süren seyahatine biraz soluklanmak için verdiği arada sıcacık bir “merhaba” diyor, Sebastião Salgado. Sesinde yol yorgunluğu var; belli ki uzun, çok uzun öyküleri arşınlamış ayakları. Böyle söylüyor sergi duvarındaki fotoğraflar.
Dönüm Noktası
Kariyerine Fransa’da bir ekonomist olarak başlıyor Brezilyalı Salgado. Ancak zamanla mesleğinin, kendine uygun olmadığını düşünüyor. Çünkü zaman, anlatılması gereken öyküler fısıldıyor Salgado’nun gözlerine. İnsanın zaman karşısındaki hükümsüzlüğüne karşı kürek çekmek, dağların ardındaki hikâyeleri yakalamak istiyor o. Ve tam bu dönemde hayat arkadaşı Lelia’nın, iş gereği aldığı fotoğraf makinesi, onun için bir oyalanma aracı olmaktan çıkıp hayatının dönüm noktası haline geliyor.
Bu tutkuyla eşi ve ilk çocuğu Juliano Riberio’dan bir süreliğine ayrılıp 1973’te yolculuğunun ilk durağı olan Nijerya’ya gidiyor. Güney Amerika deneyimleriyle birlikte ilk projesi Diğer Amerikalar’ı (Other Americas) yayınlıyor. Tam on yıl ve altı ay süren bu gezinin ardından ailesiyle Brezilya’ya, doğdukları topraklara geri dönüyorlar. Fakat kısa süre içinde ruhundaki seyahat, Salgado’yu yolculuğuna geri çağırıyor. Tarih hızla 1984’e akarken, “Sahel: Yolun Sonu” adlı ikinci projesi geliyor. Ve Mali’de kuraklığın, Kuveyt’te kıtlığın izleri vuruyor gözlerine.
Kervanına katıldığı insan göçünden öte, kapitalizm kırbacı altında açlığın, hastalığın ve sefaletin dizginlendiği bir insanlık göçünü anlatıyor üçüncü projesinde: Göç (Exodus). Evine döndüğünde yorulan ayakları değil, ruhu oluyor; ama dinlenemiyor, çağrıya kulak veriyor: “Geri döndüm, çünkü hikâyem insanlarla ilgiliydi.” Ve bu kez Yugoslavya’da mülteci kampları dile geliyor Salgado’nun gözünden. Objektifinin ucundaki “insan”ı sadece göstermekle kalmıyor, aynı zamanda anlatıyor, uyandırıyor, bir şeylerin farkına varmamızı istiyor Salgado.
Yeşeren Orman
Ne var ki son yolculuğunda şahit olduğu manzaralar karşısında insanlık adına umudunu neredeyse yitirmiş olarak, ailesiyle birlikte babasının kurak çiftliğine yerleşiyor. Bu esnada, ona hayatının her ânında tüm varlığıyla destek olan eşi Lelia’dan, umutlarını yeniden yeşertecek olan fikir çıkıyor: Instituto Terra. Ömürlerinin geri kalanını adadıkları bu projede çift, çiftliklerinin etrafında kuraklıkla tamamen yok olmak üzere olan ormanı, takdire şayan bir emek ve sabırla yeniden canlandırıyor. Ve yıllarca süren çalışmalarının ardından Salgado, kurak bir topraktan yeşeren ormanın öyküsü karşısında, insanlığa olan umudunu yeniden kazanıyor:
“Benim de bir ağaç kabuğu, bir kaplumbağa kadar doğanın bir parçası olduğumu gördüm.”
Çünkü insan, toprağın tuzudur.
Yönetmenliğini, oğlu Juliano Riberio Salgado ve Wim Wenders’ın yaptığı eşsiz biyografik belgesel Salt of the Earth, objektifleri bu kez zamanın akıcılığına karşılık insanlık tarihinde unutulmayacak anları ölümsüzleştiren fotoğrafçı Sebastião Salgado’nun hikâyesine çeviriyor. 2014 Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü alan film, son zamanların en iyi doğa ve insan belgeseli olarak görülmesinin yanı sıra, kırk yıl süren bu yolculukta bir ailenin birbirine olan bağının ve dayanışmasının sıcak öyküsü hâline geliyor.
Forum üzerinden yorum yapıp sohbete katılmak için tıkla!