Dark Horse Comics tarafından 2007 yılında ilk cildi basılan (Apocalypse Suite / Kıyamet Senfonisi), yazarlığını eski My Chemical Romance solisti Gerard Way‘in, çizerliğini ise Güngezgini ile adından söz ettirmiş Gabriel Ba’nın yaptığı The Umbrella Academy (Şemsiye Akademisi), hepimizin bildiği üzere çizgi roman sayfalarından ekranlara taşındı.
15 Şubat 2019 itibariyle Netflix üzerinden tüm izleyicilerin beğenisine sunulan dizi, sosyal medya başta olmak üzere şimdiden çokça konuşuldu bile. Peki hem dünya çapında hem de ülkemizde reklamları bangır bangır yapılmış-yapılmakta olan bu yeni dizi nasıl olmuş, sanılanın aksine neyden bahsediyor, hikâyesi nedir, karakterleri kimlerdir, nasıl bir havaya sahiptir, izlemeye değer midir gelin hep birlikte bir inceleyelim.
Yazının diziden genel olarak bahseden ilk kısmı spoiler’sız olup, spoiler’ların başladığı inceleme kısmında uyarımı yapacağım ki izlemek isteyenlere kötülük yapmış olmayayım.
Sıradan bir süper kahraman hikâyesinden ziyade süper güçlerin sorunları çözme konusunda hiçbir işe yaramadığı, duygusal bağ ve iletişim kurmayı seçmemenin sonuçlarını görüp davranışlarımızın bedelini çok acı bir şekilde ödediğimiz hikâyemiz, 1 Ekim 1989 tarihinde saat 12.00’da dünyanın farklı köşelerinden 43 kadının o güne dek hamile olmamalarına karşın aniden doğum yapmalarıyla başlıyor ve dünyaca ünlü iş adamı, mucit, bilim adamı, maceraperest ve eksantrik milyarder Sir Reginald Hargreeves bu çocuklardan 7‘sini evlat ediniyor.
Her biri farklı özelliklere ve zıt karakterlere sahip bu yedi çocuktan beşinin devam eden dakikalarda kameranın günümüze çevrilmesiyle birlikte nerede ne yaptıklarını, hangi konumlara gelmiş olduklarını görüyoruz. Babalarının kendilerine seslendiği şekilde sıralayacak olursak:
Ekibin üstün fiziksel güçlere sahip üyesi, 1 Numara, Luther, bir astronot olarak aydaki bir uzay istasyonunda çıkıyor karşımıza. Kendisi ailenin sadık çocuğu. Kendisine o güne dek ne denirse densin hiç sorgulamadan itaat etmiş ve herkesten de bunu bekleyen kas yığını bir lider.
Bıçakları kullanmada ve dövüşmede usta olan 2 Numara, Diego, hırsızlarla başı belada olan bir aileyi kurtarıyorken görünüyor ilk kez. Kendisi büyükken de aynen çocukken olduğu gibi tam bir velet. Güçlü görünmek konusunda oldukça takıntılı. Zayıflık olarak gördüğü duygusal ‘saçmalık’lara hayatında yer yok.
Karşısındakilere “Bir söylenti duydum…” ile başlayan cümleler fısıldayarak onlara istediklerini yaptırabilen 3 Numara, Allison, kırmızı halıda boy gösterip kameralara gülümserken beliriyor ekranda. Her istediğini sadece söyleyerek yaptırmaya alışmış, bu yüzden iletişim yönünden eksik kalmış, babasının da deyimiyle ‘narsisizmin doruklarında’ bir karakter kendisi.
Ölülerle iletişim kurabilen 4 Numara, Klaus, rehabilitasyondan çıkarken ve çıkar çıkmaz yine uyuşturucu alıp ambulansı boylarken görülüyor. Bu adam kesinlikle ayık olmak istemiyor, peki acaba neden?
Tamamen sıradan hatta “süper sıradan” olan 7 Numara, Vanya ise tüm bunlar olurken harika bir keman ziyafeti çektiriyor bize, kendisinin medley şeklinde müthiş “The Phantom of The Opera,” “Angel of Music,” “Think of Me” ve “The Music of The Night” yorumlarıyla.
Özellikle benim gibi Phantom of The Opera müzikaline de romanına da hayran biriyseniz sırf bu bile diziye ilk andan tutulmanızı sağlıyor. Zaten dizinin bir diğer başrolü de müzikler.
Beşi de bambaşka dünyaların insanları olan bu beş kişinin hepsi hemen hemen aynı zaman dilimi içerisinde hayatlarını etkileyecek bir haber alıyorlar: Baba dedikleri ama aslında kendilerine hiçbir zaman bir baba sıcaklığıyla yaklaşmamış olan Sir Reginald Hargreeves’in gizemli ölüm haberi.
Yıllardır birbirini görmemiş olan, kendi hayatlarını kuran/kurmaya çalışmış/kuramamış bu beş insandan dördünün “cenaze” gerekçesiyle bir arada bulunmak zorunda kaldıklarını, daha bir araya geldikleri ilk dakikalarda bile aralarında başlayan yoğun sürtüşmelerden anlıyoruz. Bir tek ailenin sadık evladı Luther herkesin tekrar bir arada olmasından memnun ve bunun bozulmasını istemiyor. Henüz karşımıza çıkmamış kardeşlerinin, yani 5 Numara (Five) ve 6 Numara’nın (Ben) akıbetlerini ise bu süreçte öğreniyoruz: Five’ın 16 yıl 4 ay 14 gün önce kayıplara karışmış olduğunu, Ben’in ise maalesef yıllar önce hayatını kaybetmiş olduğunu.
Zaten dizinin fragmanlarında ve afişlerinde de bu ikiliyi “Süper Yaşlı,” ve “Süper Ölü” şeklinde tanıttıkları için bundan bahsetmenin spoiler’a girmediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Ama bu ifadelerin gerisinde yatan hikâyeleri, neyin nasıl gerçekleştiğini, olaylara nasıl dahil olacaklarını öğrenmek istiyorsanız sizleri izleyici koltuğuna alalım.
Şimdiye kadar olan kısım için “Ee, nerede süper kahramanlık?” diyebilirsiniz. Haklı da olursunuz. Şunu peşinen söyleyeyim ki diziyle ilgili yanlış beklentiye girmeyin, beklediğiniz türden bir süper kahramanlık dizinin devamında da yok. Çünkü bu dizi esasında bunun hakkında değil. Dünyayı mı kurtarmak istiyorsunuz çocuklar? Önce kendinizden ve ailenizden başlamalısınız. Çünkü onlarla iletişim kurmaktansa onları yenmeye veya görmezden gelmeye çalışmak hiçbir sorunu çözmeyecek.
Babalarının ölümüyle birlikte ilk kez gerçekten kendi başlarına ve aslında kendi seçimleriyle baş başa, tam anlamıyla özgür kalan çocukların bir yandan da acele etmeleri gerekiyor çünkü yine fragmanlardan görmüş olacağınız üzere Five’ın dönüşü her şeyi değiştiriyor. Sebebi bilinmeyen, kimseyi inandıramayacakları hatta kendilerinin bile inanmakta tereddüt ettiği kıyamet sadece birkaç gün ötelerinde ve çocukların birbirleriyle konuşmamak için her türlü sebepleri var.
The Umbrella Academy, adeta sorunların içine doğan insanların hikâyesi.
Gördükleri tek sevgi, o da eğer varsa, kendi aralarındaki sevgi. Çocuklar onları evlat edinen aksi adamdan göremedikleri sevgiyi, üstün meziyetlere ve gelişime sahip insansı bir şempanzeden ve yine olağanüstü bir titizlikle yapılmış olan robot anneden görmeye çalışıyorlar. Aile kavramı onlar birbirlerine ne kadar destek olurlarsa o kadar oluşuyor, onun dışında o güne kadar asla büyüme ya da kendi seçimlerini yapma fırsatları olmamış.
İşin bir başka üzücü yanı ise yine sevgi açlığının getirdiği ve güçlerinin hiç işe yaramadığı sorunlar. Ne kadar kendilerini yetenek bakımından geliştirmiş olurlarsa olsunlar, geçmişte dünyayı kaç kez çılgın tehditlerden kurtarmış olurlarsa olsunlar, kendilerine verilen amacı kaç kez de başarsalar, hayatta kendi elde etmek istedikleri her şeyde başarısız olmuşlar. Çünkü hepsi farklı farklı şekillerde nasıl gerçek bir iletişim kurulacağını hiç bilmiyorlar. Kimisi kendisine hep güçlü olması telkin edildiğinden sebep zayıflığını kapatmak için, kimisi ise o güne kadar hiç ihtiyacı olmadığı için. Süper güçleri gelişirken gelişmesi gereken insani yetenekleri gelişmediğinden, aslında hep çocuk kaldıklarının farkında olamayan kişiler bunlar. Fiziksel açıdan önemli güçlere sahip bu çocuklar zihinsel, psikolojik bağlamda gerçekten zayıf ve kırılganlar.
İşte Umbrella Academy bütün bu kırılgan karakterlerin kırılma hatta paramparça olma anlarını bize gösteriyor.
Bu noktada oyunculuklara değinmenin isabetli olacağını düşünüyorum çünkü her bir oyuncunun paramparça olan karakterlerini gerçekten çok başarılı bir şekilde giymiş oldukları kanısındayım.
Luther’a hayat veren Tom Hopper (Black Sails), Diego’muz David Castañeda (Sicario: Day of the Soldado), Allison olarak hayatlarımıza giren Emmy Raver-Lampman ve Vanya rolüyle de diğer pek çok yapımla da adından söz ettirmekte olan Ellen Page (Juno) harika işler çıkarmış dizide.
Ama özellikle iki kişi var ki, diziyi gerçek anlamda bu ikili götürüyor diyebiliriz: Klaus ve Five, yani Robert Sheehan ve Aidan Gallagher. Bu oyunculara her yazıda özel bir bölüm ayrılmalı. Robert Sheehan’ı kısa süre önce beyazperdede Mortal Engines’te görmüştük ancak en çok adından söz ettirdiği işi, BBC yapımı Misfits’teki efsanevi Nathan karakteridir. Zaten Nathan ile Klaus ilk bakışta da sonradan izlemeye devam edince de çok benzer karakterler gibi duruyorlar genel hatlarıyla. Ancak Klaus’un çok daha ağır travmalar yaşadığını ve bunların sonucunda da asla ayık kalmayacağı bir yaşam sürdüğünü görüyoruz. Bu da Klaus karakterinin Misfits’teki Nathan’a göre biraz daha uçlarda gezinen bir karakter olmasına neden oluyor. Yine de siz de Misfits’teki Nathan’ı çok özlediyseniz biraz Klaus ile hasret giderebilirsiniz.
Gelelim Aidan Gallagher’a. Kendisi kesinlikle çok büyük bir yetenek, bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Canlandırdığı karaktere ‘Süper Yaşlı’ denmesinin bir sebebi olduğu gibi Aidan yaşından büyük bir insanı büyük bir ustalıkla canlandırabilen ancak henüz 15-16 yaşlarında minik bir oyuncu! Şahsen çoğu zaman karşımızda gerçekten de çocuk görünümde kocaman bir adam olduğunu düşünmekten alamadım kendimi. “Hayır, bu çocuk 2003’lü olamaz!” Ucuz ve cıvık bir komedinin kurbanı olabilecek bu kısımlar öyle büyük bir ciddiyet ve incelikle ekrana aktarılmış ki, durumun absürtlüğü karşısında zaten gülmekten kendinizi alamıyorsunuz.
Dizinin ‘kötü’lerinden olan Hazel ve Cha-Cha ikilisini canlandıran Cameron Britton ve Mary J. Blige de nefis bir dinamiğe sahip. Bol bol süre ayrılmış, bol bol konuşan bu yan karakterlerin hikâyesini izlerken hangisinin nelerden şikâyet ettiğine dikkatinizi verin. Verili yaşamlardan bıkmış olmanın bir diğer yansıması da bu ikilinin ilişkisi. O kadar zaman konuşmalarına rağmen aslında birbirleriyle hiç gerçek bir iletişim kurmuyor olmaları başlarına gelen her şeyin müsebbibi… Bu yüzden kendilerinden bahsetmemek büyük bir haksızlık olur kesinlikle, hele de rollerini bu kadar iyi oynamışlarken. Hayatları kendilerine verilen görevler doğrultusunda yollarda ve motel odalarında geçen, zaman ajansının bu çok yetenekli ve azılı iki ajanının sahnelerini hep bir tebessümle, pür dikkat izliyorsunuz. İkisinin de zıt karakterlerde olmalarından ötürü zamanla gittikleri yönün de değişmesi ve onca konuşmaya rağmen aslında hiç iletişim kurmamaları dizinin dinamiğini ciddi derecede etkiliyor, sırf bunun ucu nereye, nasıl varıyor görmeniz için bile diziyi izlemenizi tavsiye etmek istiyorum. İkilinin arasındaki, dizinin temasıyla da çok uyuşan, “absürt tiyatro” göndermesini kaç kişi yakalayacak bunu da ayrıca merak ediyorum.
Küçük birer bilgi daha: Mary J. Blige asıl mesleği şarkıcılık olan bir oyuncu iken, Cameron Britton Mindhunter izleyenlerin yakından tanıdığı bir isim. Kendisi dizinin ilk sezonunda Ed Kemper’ı canlandırmıştı.
Diğer oyuncular Colm Feore (Sir Reginald Hargreeves), Jordan Claire Robbins (Grace, anne), Adam Godley (Pogo), Sheila McCarthy (Agnes), John Magaro (Leonard Peabody) ve Kate Walsh (Denetimci) da fazlasıyla güzel iş çıkarmışlar. Gerçekten de oyunculuklar bağlamında harika seçimler yapılmış bir dizi, bunun altını özellikle çizmek istiyorum.
Spoiler’lı kısma geçmeden önce üzerinde durmak istediğim son konular sinematografi ve müzik seçimleri. Batman: The Animated Series’ten özlemiş olabileceğiniz zamansız dünya estetiği burada da söz konusu. Hargreeveslerin varlıklı olmasından ötürü kolayca yapabildikleri Ay seyahatleri, insansı robotlar ve maymunları insana çevirebilen teknolojileri varken diğer yanda hem onlarda hem de genel anlamda günlük yaşamda telefonlar ve monitörler hala eski püsküler. Dizinin afişlerinde de görebileceğiniz bu stilize edilmiş gerçeklik için kullanılan renk paletlerinin zenginliği de göz doygunluğu sağlıyor izleyiciye. İzlerken bütün bu absürtlüğün gerçek olamayacağını bir an bile aklınızdan geçirmiyorsunuz, aksine bu düzeni hemencecik sahiplenebiliyorsunuz.
Dizinin müziklerini ise hem şarkı seçimi hem de orijinal soundtrack açısından değerlendirecek olursak kesinlikle ama kesinlikle 10 üzerinden 10’u hak ediyor. Müzik kullanımı ve durumlar için seçilen şarkılar şimdiden herkesin dilinde. Tek kelimeyle muazzam!
Orijinal soundtrack’te imzası olan Jeff Russo’yu Fargo, Altered Carbon, Lucifer ve Star Trek: Discovery’deki işlerinden de hatırlayabiliriz. Bu dizi için bestelenen müzikler hem dizinin içeriği hem de karakterlerin ruh halleri ile örtüşmesi açısından oldukça sağlam çalışmalar olmuş. Playlistlerinize ekleyebileceğiniz hayli yeni parça edinmiş oluyorsunuz dizinin sonunda. (Bu yazıyı hazırlarken de müzikleri kaç kez dinlediğimi inanın hatırlamıyorum.)
Bunların dışında dizinin durumlara uygun olması için seçtiği şarkıların oluşturduğu playlist de gerçek bir ziyafet sunuyor: Queen, The Doors, Radiohead, Nina Simone, Three Dog Night, Bay City Rollers, Tiffany, Toploader, Hooverphonic, Noel Gallagher’s High Flying Birds ve daha fazlası… Kimi zaman sahnelerin nabzına göre verilen, kimi zamansa temayla ilişkilendirilebilecek şarkıların seçilmesine özen gösteren dizi ekibi bu konuda büyük bir takdiri hak ediyor doğrusu.
Dizinin jenerik müziğine gelirsek: O da ne? Bu dizinin bir jeneriği yok ki! Ama dikkatinizi yeterince verdiğinizde, en az bir jenerik kadar yaratıcı logo yerleştirmeleri olduğunu fark ediyorsunuz.
Şahsen ben bu yaratıcı ögelerle dolu dizinin bu yönden de yaratıcı olmasına ba-yıl-dım!
Diziyi henüz izlememiş veya izleme konusunda tereddüde düşmüş herkesi bu diziye bir şans vermeleri veya vermemeleri konusunda umarım yeterince aydınlatabilmişimdir. Ben her dakikasından büyük keyif aldım ve dizi hakkında daha fazla konuşmak için sabırsızlanıyorum!
İlk bölümü seyrettim sonra da bıraktım. Pek açmadı beni ama seveni de vardır muhakkak.
Şöyle bir şans oldu benim adıma. Dün bu incelemeyi düzenleme aşamasında sezon finalinin son bölümünü de bitirmiştim, o heyecanla oturup yazıyı okumak ve bu kadar detaya bir kez daha göz atmak gerçekten harika oldu. Öncelike @Esme_G_G_Squalor’un ellerine sağlık bu detaylı analiz için
Açıkçası ben diziyi bayağı bir sevdim. Çizgi romanını yıllar önce okumuştum ama aklımda pek de bir şey kalmamış. Şimdi kısa süre içerisinde tekrar okumayı düşünüyorum. Ve heyecanla yeni sezonu bekliyorum.
Son olarak (spoiler’lı bir merak):
Ben’in tekrar geri gelip gelmeyeceği benim de merak ettiğim şeylerden biri bu arada
Aynen hocam bende ilk bölümden sonra devam edemedim niyeyse ilk bölümle dizi çok itici geldi zaten %80 çizgi roman uyarlama dizileri kötü oluyor,belki animasyon hali olsaydı bu halinden daha çok sevilirdi malum çok uçuk bir çizgi roman ve bu uçukluk çoğu kişiyi diziden uzaklaştırdı.
Çizgi romanda gelmiyor diye biliyorum. Hayalet olarak ekipte işlevini sürdürür diye düşünüyorum. Bence böylesi daha güzel
Ben beğenmiştim diziyi. Ara ara durağanlaşıyor ki o da karakterleri tanıtma amaçla yapılmış uzatmalar. Dizinin o karamsar havası hoşuma gitti. Karakterlerin anti kahraman tavırları bazen göze batsada 3 boyutlu olmaları güzeldi.