Öncelikle The Wire’ı sevgili okurlar adına çok uzatmamaya çalışarak bir özetleyelim. The Wire, David Simon isminde eski bir Baltimore Sun gazetecisi tarafından yaratılmış bir HBO suç dramasıdır. Dizi, doksanlardan günümüze kadar neredeyse her sene Amerika’nın suç oranı en fazla olan şehri Baltimore’da geçiyor.
Peki dizi, böyle bir şehirde nasıl bir konuya odaklanıyor diye sorarken duyabiliyorum sizleri, açıklayalım hemen. The Wire, “iyi polis”lik yapmayı unutmamış bir avuç cinayet ve narkotik polisi üzerinden her sezon şehrin yozlaşmış veya yozlaşmaya yüz tutmuş farklı bir parçasını anlatıyor. Bu iyi polislerin bir şekilde bir araya gelip, Büyük Suçlar adında bir birim kurulmasına sebep oluyorlar. Her sezon dallanmış tek bir dava üzerinden giden The Wire klasik bir dizinin size gösterdiği şeyleri göstermiyor. Herhangi bir karakteri merkeze almıyor, davalar her zaman çözülemiyor. Adalet gerçek hayatta olduğu gibi her zaman etrafta olmuyor.
The Wire, gerek anlattığı ve anlatmaya korkmadığı konular olsun, gerek televizyonun neredeyse hiç görmediği kadar karmaşık ve gerçekçi karakterler yaratmasıyla olsun, gerek de bulunduğumuz sistem hakkında yaptığı çıkarım ve sonuçlar olsun, televizyon açısından aşırı önemli bir yapıma sahip. Televizyon açısından bir Rönesans’ın başlangıcı The Wire. Öncesinde gelen OZ ve The Sopranos gibi klasiklerin aksine daha sert ve oturaklı hareket edişi bu pozisyona yerleştiriyor belki de onu… Günün sonunda da, The Wire; Breaking Bad’lerin, Mindhunter’ların, The Leftovers’ların var oluşlarındaki en önemli sebep haline geliyor.
Bunları söyledikten sonra, The Wire’ın televizyon tarihindeki önemini, televizyon kültürüne kattıklarını konuşalım biraz. Burada sizleri uyarmakta fayda var, dizi hakkında final sezonu dahil olmak üzere sürprizbozan (spoiler) içeren bir yazı geliyor.
The Wire Dizi İncelemesi – Rönesans’ın Başlangıcı
The Wire, istisna yaratmayarak her karaktere kendine has bir adalet algısı veriyor. Bu adalet algıları onları seneler içerisinde çok farklı yollara iteliyor ve bu yollar sırasında hemen hemen herkes önünde bir seçimle kalıyor. İnandığı değerler uğruna her şeyi feda ederek, adalet algılarını takip etmek veya kariyere doğru bir adım atmak, bir şeyleri orada değiştirmek adına bazı değerleri arkada bırakmak.
David Simon bir gazeteci olmasından gelen yazı yeteneğiyle ve Baltimore’da senelerini harcamış olmasıyla diziyi yazarken klasikleşmiş, günümüzde bile gördüğümüz tek boyut ile sınırlı kalacak bir hikaye anlatmıyor bizlere. Sözde uyuşturucu savaşını tonlarca farklı bakış açılarından, farklı konumlardan ve farklı olaylardan yorumlatıyor.
İlk sezonda bu yorumumuzu Polis Teşkilatı üzerinden yapıyoruz. Elimizde Jimmy McNulty (Dominic West) gibi adalet algılarına bağımlı olan, doğru olanı görmek için her şeyi yapacak bakış açıları yer alıyor. Daha sonradan, yetki listesinde yükselmenin ve kendi çıkarlarını gözetlemenin adalet algısını şiddetli bir şekilde bastırdığı William Rawls (John Doman) gibi patron bakış açıları geliyor gözümüze, günümüzün klasikleşmiş yozlaşmış polislerini izliyormuşsunuz gibi gelmiyor Rawls’ı izlerken, daha karmaşık daha insan bir karakteri izliyormuşsunuz gibi geliyor.
İlk sezonda bahsetmeye değer son bakış açısı olarak da suçlunun bakış açısını getiriyor bizlere The Wire. Şehrin varoşlarından ayağa kalkmak adına her şeyini harcamış, kendisine bir gelecek yaratmak adına yemin etmiş; eğitimli, mantıklı, zeki Stringer Bell (Idris Elba)… Stringer dizi tarihinde kötüye ve suçluya duyulan sempatiyi Tony Soprano ve Walter White’tan iyi bir şekilde başaran tek karakter olarak isim yapmış bir karakter. Kültüre Soprano’nun getirdiğini katlayarak belki de üstüne bir şeyler ekleyerek tekrar veriyor Stringer, sizler de mutlu bir şekilde izliyorsunuz.
İkinci sezonda ise bu yorumun merkezini teşkilattan çıkararak bizleri rıhtımlara götürüyor. İşçi adamın sendikasına sokuyor. Yeterli gelmeyen maaşını alan, herhangi bir şekilde iddia ettiği hakları alamayan bu yüzden gerek sendikası gerek de kendisi adına yozlaşan bir adalet algısı geliyor bizlere. Frank Sobotka (Chris Bauer) merkezindeki bu yozlaşma, harika eleştiriler taşıyarak televizyon ekranlarına sistem eleştirileri sunmaya başlıyor.
Üçüncü sezon ise yorumun merkezini politikanın kalbi olan odalara götürürken aynı zamanda da bizlere adalet algısını bir kenara bırakmak için kendisini zorlamış, özel ve eşi benzeri hiçbir zaman görülmemiş bir karakter getiriyor. Bunny Colvin (Robert Wisdom) sürekli artan suç oranına bir çözüm bulmaya çalışırken alkol yasağı döneminde yapılan bir çalışma; kese kağıdında alkol içenleri polisin durdurmadığı, suç olarak görmediği bir zaman geliyor aklına. Bunun üzerine aldığı kararla Hamsterdam adını verdikleri, düzen ve disiplin içerisinde 7/24 polis kontrolü gören bir uyuşturucu pazarı yaratıyor. Cinayetler yok denecek kadar düşerken, sadece patronlar değil aynı zamanda politikacılar da cevaplar istemeye başlıyor ve bizler kendilerimizi bir kez daha “uyuşturucu savaşı”nın önem ve gerekliliğini sorgularken buluyoruz.
Sezon dört bizlere harika bir şekilde geliyor. Baltimore’un çocukları şeklinde özetleyebileceğimiz bu sezon anlayacağınız üzere eğitim sistemi üzerinde hareket ettiriyor yorumumuzu. Bu sırada da bizlere yeni bakış açıları katmak yerine eskileri dallandırmaya karar veriyor. Eğitim sistemi içerisinde bir grup çocuğa odaklanıyor dizimiz. Dizinin “Köşe Çocukları” adını verdiği bu çocuklar, şehrin kötü yerlerinden gelen eğitimleri yarım yamalak olan çocuklar. Sokaklardaki büyüklerinden gördüklerini tekrarlayan, onları ezberleyen çocuklar. Diğer köşede de, bunu umursamadan kampanya yapan politikacılar ve tüm engellere rağmen bir fark yaratmaya çalışan karakterlerimizi görüyoruz. Sezon kötü bir his vermeye başlıyor sizlere, her şey bitecek gibi geliyor ancak bu bitişin biraz garip hissettireceğini söylüyor. Çünkü henüz değişen bir şey göremiyorsunuz.
Her Güzel Şeyin Sonu Vardır
Beşinci sezon, her şeyi toparlamak adına geliyor. Jimmy McNulty önceden bizlere gösterdiği adalet bağımlılığını bu sezonda en yüksek seviyelere çıkarma kararı alıyor. Patronların umursamayışından, politikacıların rol yapmasından bıkmış bir halde davası için gerekli imkanları alabilmek adına sahte bir seri katil yaratıyor McNulty. Bu olaylar arasında, bizler ilk sezonlarda Avon Barksdale adına bir kartelin bize söylediği sözleri hatırlıyoruz:
“Oyun oyundur. Her zaman.”
O zamanlar garip bir söylem gibi hissettiğimiz bu cümleler şimdi çok büyük anlamlar ifade ediyor. Sanki bir döngünün tamamlanışını izlemişiz gibi, herkesin gidişiyle yerinin dolduruluşunu izliyoruz. Köşe çocukları örnek aldıkları adamların yerlerine geçiyorlar, taze kanlar cinayet büroda adalet algılarını savunurken patronlarla kavga ediyorlar. O an da anlıyoruz, işte…
Kimin oynadığı fark etmez, oyun her zaman oyundur. Sonra aradan vakit geçiyor, elimizde The Wire’ın bize kattığı sorular ve rahatsız eden düşüncelerle baş başa bir şekilde bekliyoruz. Oyun ise orada bir yerlerde devam ediyor.
Forum üzerinden yorum yapıp sohbete katılmak için tıkla!