Wonder Woman 1984 incelemesi yayında. Hem spoiler’sız hem de spoiler’lı yorumlar içeren bu yazıda, Gal Gadot’un başrolünde olduğu ve uzun süredir beklenen DC filmine ayrıntılı bir bakış atıyoruz.
İlk Wonder Woman filminin üzerinden yıllar geçmiş gibi gelse de aslında sadece 3 yıl oldu ve bu bir devam filminin gelmesi için yeterli bir süreydi. Üstelik ilk film beklenmedik bir şekilde çokça olumlu yorum da almıştı. Film her ne kadar eksileri olsa da Batman v Superman’in hatalarına düşmemiş, sadece aynı evrende geçiyor olmasının handikaplarını taşımıştı. Kimse DC evreninin BvS’den sonra bir filmle toparlanmasını beklemiyordu ama Wonder Woman’ın umutları yeşertip yeşertemeyeceği merak konusuydu. 2017 yılında, Christopher Nolan’ın Batman filmlerinin klasmanında olmasa da ortalama bir filmle karşılaşmıştık. Verdiği mesajlar temiz ve netti. Solo filmler grubunda umudun devam ettiği sonucuna varılmış ve konu kapanmıştı.
İkinci filmin 1984 yılında geçeceği duyurulduğunda şaşırmıştık. Justice League filminde Diana’nın ilk Wonder Woman filmi sonrasında 100 yıldır herhangi bir macera yaşamadığı ve gizli yaşadığı bilgisi verilmişti çünkü. Bu durum akıllara solo filmlerde başarıyı yakalayabileceğini fark eden DC’nin ortak evren projesini bir kenara bırakıp bağımsız solo filmler yapmaya yönelmiş olabileceği fikrini getirmişti. İlk filmde ölen Chris Pine’ın da Steve Trevor olarak kadroya dâhil olması bu fikri güçlendirmişti. Belki de alternatif evrende geçen bir macera görecektik?
Ara ara gelen set kareleri de pek ipucu vermiyordu. Filmin vizyon tarihi bir değil birkaç kez ertelendi, Wonder Woman 1984 de “Bir gün çıkarsa izleriz,” kategorisine itilip unutuldu. Ta ki Warner Bros. Covid-19 pandemisi yüzünden filmi daha fazla ertelemeyip sinema salonları ile aynı anda HBO Max üzerinden gösterme kararı alana kadar. Sinema salonlarının ve filmlerin akıbeti halen devam eden hararetli tartışmaların konusu. O mevzuya şimdi burada girmeyeceğiz. Fakat Warner Bros.’un bu kararının sebebini de filmin sonunda bir parça anlıyoruz diyebiliriz sanırım.
Wonder Woman 1984 Filmini İzlemeli misiniz?
Uzun bir zamandır sinemalardan uzakta, sıcak evlerimizdeyiz. Filmi izlemek için tek yapmanız gereken bilgisayarınızdan birkaç tıklamayla gerekli sitelere ulaşmak ve 2 buçuk saatinizi ayırmak. Peki ama buna değer mi? O halde spoiler’lı kısma geçmeden önce bu konuda biraz fikir vermeye çalışayım.
Wonder Woman 1984, ilk filmin klasmanında değil. Onun kadar ciddi, onun kadar politik bir film kesinlikle değil. İlk film de öyle siyasi manifesto niteliğinde değildi elbette ama bir nebze de olsa suya sabuna dokunuyordu. Birinci Dünya Savaşı ortamında geçiyordu bir defa. 84 ise daha çok toplum özelinde, insanın iç dünyası odaklı bir film. Kişisel kayıplar ve dilekler üzerine eğilmiş bir hikâye. Öyle politik bir sorgulaması ve çıkarımları filan yok. Düşünsel katmandan ziyade vermeye çalıştığı duygunun içinde eriyebileceğiniz, kendinizi akışına bırakabileceğiniz bir film. Bu durumda şunu demek yanlış olmaz; bu film Aquaman ve Shazam klasmanında bir film. Öte yandan Aquaman’den de Shazam’den de hikâye karmaşıklığı bakımından bir gömlek daha üstün.
Wonder Woman 1984, masalsı ve fantastik bir film. İşlerin varabileceği büyük sonuçları çabucak gösterebilmek için fantastik araçlar kullanmayı tercih etmiş. Film bu sonuçları gerçek hayatta olduğu gibi politika araçlarını kullanarak da gösterebilirdi fakat o zaman hikâyenin gelişmesi çok daha uzun bir zaman alırdı. Bu yüzden biraz masalsılığa kendinizi bırakmanız gerekiyor. Bu elbette derdini kısa sürede anlatması gereken çizgi romanlardan aşina olmadığımız bir durum değil ama filmde bu fantastik araçların mekanikleri yer yer tutarsızlaşıyor, ne tür kuralların geçerli olduğu tam anlaşılamıyor ve hangi sahne için hangi kuralın işlemesi gerekiyorsa o kural işleyiveriyor. Spoiler’lı kısımda bu konuya örnekleriyle tekrar değineceğiz. Gerçeklerle bağı Steven Moffat’ın Doctor Who’su kadar olan bir film diyebiliriz WW84 için.
Wonder Woman 1984 Nostaljik Bir Film
Işıklandırma tekniklerinden renk filtrelerine kadar filme 80’li yıllarda geçen bir film görünümü verilmeye çalışılmış dostlar. Takdir edilesi bir şekilde ince ince uğraşılmış bunun için. Hatta hikâye anlatımının da kasıtlı olarak o yıllardaki filmlere benzediğini söyleyebiliriz. Fakat burada şu ayrıma dikkat etmek gerek: Wonder Woman 1984 bir dönem filmi değil. Sadece o dönemi anlatmıyor. Kendine o dönemden kopup gelmiş bir iş izlenimi vermeye çalışıyor.
Son yıllarda bunu yapan yapımlara çokça rastlıyoruz. Stranger Things’i hatta son yıllarda tekrar popülarite kazanan Cyberpunk akımını hemen buna örnek gösterebiliriz. Bunlar hep başka bir dönemin ürünleriymiş gibi davranan işler olarak çıkıyorlar bugün karşımıza. Cyberpunk dediğimiz, insan-makine birleşiminin ekonomik ve varoluşsal sorunlarına eğilen konsept illa 80’ler estetiği barındırmak zorunda değilken, bugün eskiyi hatırlatsın diye çoğu zaman 80’lerdeki gibi mavi mor neon ışıklarla süslüyoruz onu. Bu da güzel hatıraları canlandırdığı için hepimizin hoşuna gidiyor elbette. O dönem insanlar bunu geleceği tam hayal edemedikleri için böyle yapmışlardı. Görüntülü konuşmayı hayal etmişler, ama monitörlerin, butonların ortadan kalktığını hayal edemedikleri için o günkü eserlerde fonksiyonda ileri ama bugünden bakınca görünümde eski duruyordu her şey. Bugün ise sadece eskiden çıkmış işlere benzesin diye böyle yapıyoruz.
Burada bir durup düşünmek gerek sanıyorum. Günümüzden eski güzel günlere bu kadar kaçmak istiyor olmamızın sebebi ne olabilir 2020 toplumu olarak? Çünkü bu tür geçmişteki işleri taklit eden yapımlar genelde geçtikleri dönemin kötü yanlarını pek yansıtmayarak, içinde mutlu olabileceğimiz bir altın çağ portresi sunuyorlar bize. İlk şekillendiği yıllarda “Karanlık Gelecek” korkusu ile üretilmiş cyberpunk bile bugün tekrar popülerleşirken artık aynı korkudan filizlenmiyor. Gelecek o kadar da olumsuz, karanlık bir distopya olarak hayal edilmiyor.
“Transhümanizm gelecek, dertler bitecek” diye düşünmek daha tatlı geliyor.
Hâlbuki kapitalizm her şeyi meta haline getirip kendisine hizmet eder hale dönüştürdüğü için gelişen teknolojinin de hiçbir derde çare olmayacağı, neyle ne arasında trans ederseniz edin sınıfsal konumunuzun değişmeyeceği ilk ortaya çıkış döneminde cyberpunk akımının başat temalarından bir tanesiydi. Ama günümüzde böyle düşünmek tatsız. Çünkü günümüzden öyle memnun değiliz ki, teknoloji gelişsin ama bazı şeyler de değişmesin, bildiğimiz, sevdiğimiz, mutlu olduğumuz halleriyle kalsın, Retro olsun, geriye dönülsün isteniyor. Hâlbuki zamanın çarkları böyle işlemiyor, sevdiğimiz şeyleri dişleri arasında bir bir öğütüyor. Wonder Woman 1984’ün konusunun da tam olarak bu olduğunu hesaba katarsak, filmin 80’li yılların neredeyse hiçbir kötü yanına değinmeyişi, suya sabuna dokunmayışı, o yılları sadece o yıllara olan özlemi körüklemek için kullanışı, anlattığı şeyle çelişen bir hal almış oluyor. İkinci filmde 80’li yıllar sadece estetik yönüyle var diyebiliriz. Filmin eğildiği kadın problemleri 80’li yıllarda günümüze kıyasla ne durumdaydı, ben buna dair filmde pek bir öğe gördüğümü hatırlamıyorum mesela.
Sonuç olarak…
Aslında bundan sonrasında spoiler’lı konuşulacak çok bir şey de kalmadı. Filmle ilgili söylenebilecek her şeyi söyledik. Ben gene konuşacak şey bulurum o ayrı. Bundan sonrası sadece söylediklerime filmin içinden seçilmiş somut örnekler, akılda kalan sorular filan olacak.
Filmde öyle çatışacağımız yüce ideallere sahip bir DC villain’ı filan yok. Aslında tüm film bir çizgi dizinin bir bölümü gibi. Bir yarım saati de kırpılsa hiç fena olmaz. “Washington DC’den Kahire’ye uçan savaş uçağı” gibi filmdeki bir ton mantık hatasından spoiler’lı kısımda çok bahsetmemeye çalışacağım. Film bunlardan bolca barındırdığı için hem saymaya kalksak bitiremeyiz hem de ben bunca yıldan sonra filmleri artık biraz daha bağışlayıcı seyrettiğimi, en azından üretmeye çalıştıkları anlam üzerinde daha çok durduğumu fark ettim.
Wonder Woman 1984 filmini izlemenizi öneririm. Ciddiye almazsanız keyifli bir 2 buçuk saat vadediyor. Aksiyon sahneleri keşke daha çok olsaymış. Wonder Woman’ı aksiyonda görmek her zaman bir keyif. Fakat bu filmde de ilk filmdeki gibi aksiyon sahnelerinde havalı göründüğünü sandıkları yavaşlatılmış görüntülerden vazgeçememişler. Bu birkaç saniye genellikle o sahneden kopmamızla sonuçlanıyor hâlbuki. Filmi yapanlar Diana’nın aksiyonun ortasında durup poz vermesinden büyük keyif alıyor olsalar gerek.
İncelemenin bu kısımdan sonrası filmi izlememişler için SPOILER içerecektir.
Neler oldu öyle ya?
Filmin açılış sahnesinin ardından Diana’nın “Mahallemizin Örümcek Adamı” gibi nahif bir şekilde basit sokak suçlularıyla uğraştığını görüyoruz ki bu DC gibi tanrıları, titanları konu eden bir evrende pek alışıldık bir durum değildir. Üstelik bu sahnede Diana kadar güçlü birinin dört tane hiçbir özelliği olmayan kıçı kırık herifle haddinden fazla uğraşması ve zorlanması, bu kadar büyük aksiyonlara girmesi bana haddinden fazla komedik ve inandırıcılıktan uzak geldi. Bu noktada filmin bu tonda devam edeceğinden ürktüm ama neyse ki öyle bir şey olmadı. Bu sahne filmin geri kalanından çok ayrıksı duruyor. Filmin Diana’nın küçüklüğündeki bir anısını gösteren ilk 10 dakikalık sahnesi de ayrıksı fakat en azından filmin devamıyla anlamsal bir bağa sahip: Zaferi hileyle elde etmek.
İsteyenin istediğini alıp kaçtığı bir dünyada olduğumuzu görüyoruz ancak bu sahne komedi tonu yüzünden bu durumun ciddiyetini hissettiremiyor.
Diana’nın dairesinde Steve’in bol bol fotoğrafına sahip olduğunu görüyoruz. Bu noktada yanlış mı hatırlıyorum diye şüpheye düştüm, ilk filmin sonunda Bruce Steve’in bir fotoğrafını bulup hediye etmemiş miydi Diana’ya? Diana da minnettar kalmıştı. 84 yılında bir sürü fotoğrafı zaten varsa, sadece ortak evrenden değil kendi ilk filminden de kopmuş oluyor. Film hem önceki filmlerin devamlılığına uymuyor hem de önceki filmin hikâyesini devam ettiriyor, farklı bir evrende filan geçmek yerine.
Hile ile kazanma konusunun devreye girdiği noktada bunun bir tanrıya ait sihirli bir taş aracılığıyla gerçekleşeceğini anlıyoruz. Oysa biliyoruz ki gerçek dünyada zaferi hileyle elde edenlerin sihirli bir taşa ihtiyacı yok. Tabii taş burada bir tür süreci hızlandırıcı rol üstleniyor aslında. Hilenin sonuçlarını çabucak görmemiz için politikadan daha hızlı bir araç taş. Gene de filmin gerçek hayata daha çok gönderme yapması için en azından politik amaçlarla nasıl kullanıldığının da daha çok görünmesini isterdim.
Yine de bu unsur filmde hiç yok değil.
ABD başkanının dileği daha çok nükleer silah oluyor örneğin. Rusya’nın hâlâ ABD’yi vurmaktan geride durması üzerine ise Başkan’ın ettiği “Biz olsak çok daha azı için onları vurmuştuk” sözü de güzel bir agresyon eleştirisi oluyor filmin.
İnsanlar tarafından nahifliği yüzünden umursanmayan silik biri olan Barbara taşı kullanarak Diana gibi güçlü birine dönüşüyor fakat güçlü biri olmak illa böyle bir şey olduğu için değil, Barbara buna inandığı için o imgeye dönüşüyor. Ama eziklenmemek için böyle bir imgeye dönüşmenin gerekmesi filmde hiç sorgulanmıyor. Film dönemin bu algısını hiç yadırgatmıyor. Bu normalmiş gibi yaklaşılıyor. Taş ondan karşılığında nahifliğini almasa hiçbir sorun yok yani. Nahifliğimizi bir şekilde koruduğumuz sürece olmamız gereken şekil bu. Kendi kişiliğimizi koruyarak, sırf insan olduğumuz için saygı görmemizin bir yolu yok filmde ve dünyanın iyiliği için bu kazanımlardan vazgeçmek zorundayız. Çünkü herkesin dileği aynı anda gerçekleşemez.
Bazıları da ezik olmak zorunda diyor film, tıpkı bazılarının ölmek, ölü kalmak zorunda olması gibi. Bunun ölüm gibi canlılığa dair nihai bir kaderle bir tutulması açıkçası beni biraz rahatsız etti. Diana bize dileğimizden vazgeçmemiz için açıkça dünyanın olduğu şekliyle güzel bir yer olduğunu söylüyor. Oysa değil. Dünya karmaşık bir yer. Kimisi için harika, kimisi için berbat bir yer. Örneğin köyünde su olmayan Afrikalı bir çocuk köyünde su olmasını dilese, bu dileği “herkesin bir gün ölmesi gerekmesi” gibi bir konseptle bir tutarak, çocuğu bu dilekten vazgeçmeye zorlamalı mıyız? Çünkü Diana filmin sonunda herkesten genel olarak bunu istiyor.
Peki ya adaletsizlikler ne olacak?
Değiştirmeye gücümüzün yetmediği diğer şeyler? Dünya böyle ve bu haliyle güzel bir yer diyerek isteğimizden vaz mı geçelim? Kabullenelim mi?
Dilek taşının yan etkisi, herkesin dileğinin gerçekleşmesinin kaos yaratacak olması yetmezmiş gibi bir de kişinin en kıymetli özelliğini ondan çekip alıyor olması. Burada işler biraz karmaşıklaşıyor çünkü kuralların tam olarak nasıl işlediği belli değil. Aslında sahne neyi gerektiriyorsa o kural işliyor. Kâh karakter en iyi yanını bir anda kaybediyor, kâh söz konusu Diana ve Barbara olunca yavaş yavaş kaybediyorlar, kâh en iyi yanlarını değil Lord’un istediği şeyi kaybediyorlar. Bunun tamamen Lord’a bağlı olduğunu varsaymak yanlış olmayacaktır herhalde.
Dilediğini direkt olarak taştan alan Diana önce rastgele bir herifin Steve’e dönüşüvermesini hiç sorgulamayarak zihinsel becerilerini yitirmeye başlıyor, sonra ya taş bu esnada yanlış ellere geçerse diye hiç düşünmüyor, sonra da Radar diye bir şeyin varlığını dahi unutuyor. Fakat Diana gibi süper zekâya sahip bir bireyin ortalama bir bezelyeden daha az zeki hale gelmesi bu kadar çabuk gerçekleşmemeliydi sanki. Bunu ben bile akıl ettim çünkü. Ya da bunları unutacak kadar yetileri gerilediyse, maceranın geri kalanını tamamlayamamalıydı sanki, değil mi?
Kaldı ki kişi dilediği şeyden vazgeçtiği anda dileğinin olumsuz sonuçlarıyla beraber her şey puf diye yok oluveriyor. E o zaman çok da sorun değilmiş ya? Yani ortada Barbara’nın masumiyetini yitirmesi gibi karar verme yetimi etkileyecek bir kayıp yoksa, baktım altıma çektiğim arabaya karşılık hayatım kaydı, hemen o an vazgeçerim gider yahu, nedir yani? Tabii herkesin dileği bu kadar kolay vazgeçilebilecek bir şey olmadığı için ve dahası taşın nasıl işlediğinden de habersiz oldukları için arada Diana ve Steve gibi duygusal durumların yaşanması da kaçınılmaz oluyor.
Diana’nın Steve’den esinle ilk filmde olmayan uçma gücünü öğrenmesi de filme güzel yedirilmiş. Bunun Steve’in kaybının hemen arkasından yaşanması da sahnedeki duygu dozunu yükseltiyor.
Diana Prince’ten Steve Trevor’a geliyor, Ferdi Özbeğen’den Dilek Taşı…
Öteki tarafta da dünya yanıyor, yapacak bir şey yok, vazgeçeceğiz çaresiz. Burada esas sorun, insanları dileklerinden vazgeçmeye ikna etmek hususunda ortaya çıkıyor. Ki Diana’nın söylemleriyle herkesi ikna ederken beni ikna edemediği yer burasıydı. Zaten bunun için o an herkesin TV ekranına bakıyor olması gerekiyordu ki spoiler’sız kısımda Steven Moffat Doctor Who’su gibi derken neyi kastettiğimi sanırım Doctor Who izleyenler anlamıştır. Zaten o noktada Lord’a ulaşamayan kement bir sonraki sahnede ne olmuş da ulaşmış o da belli değil.
Nihayetinde Lord’un boynunun kırılmadan bu işten kurtulmasının tek yolu onun da dileğinden vazgeçip taşın güçlerini salıvermesi. Başta acaba oğlunun dileği sayesinde mi kurtulacak dedim ama oğlunun tehlikede olduğunu görünce kendisi sahip olduğu şeyleri bırakmayı seçti zaten ki ikna olmadığım diğer bir nokta da burasıydı. Lord da Barbara gibi en iyi yönünü kaybetmiş, yozlaşmış, yani karar mekanizması bozulmuş bir halde çığ gibi büyürken, oğlunun tehlikede olduğunu görmesi artık onun üzerinde bir etki yaratamazdı ki?
Sonuç
Böyle işte. Mekanikleri tutarsız, mesajları belirsiz ama neticede iyi bir şey söylemeye çalışıyor sanırım film. Bol bol etnisite de görüyoruz. İlk filmde dünyaya yeni gelen Diana’yı Steve gezdiriyor ve Diana şaşırıyordu, bu filmde de tam tersi oldu. Modern sanat ve çöp tenekesi göndermesi de anlık gülümsetti.
Dilek Taşı’nın arkasındaki kötü tanrı kimmiş öğrenemedik. İlk filmde villain Ares idi. Bu filmde her kimse kendisi ortada yoktu. Lord’un yediği bunca naneden sonra akıbeti ne oldu onu da öğrenemedik zaten. Bütün dünya tanımıştı bu adamı. Dileğinden vazgeçince o da gitti herhalde. Güzel iş ya. Bunun kanundaki cezası da ne olabilir ki zaten?
Warner Bros.’un filmi neden Noel’de yayınlamakta ısrarcı olduğu da filmin sonunda anlaşılıyor. Film bir Noel sahnesiyle bitiyor. Filmin anlamıyla insanların filmi ilk kez izleyecekleri tarih bütünleşsin istemişler. Sanırım. Yine birtakım karışık mesajlar söz konusu. Evet, film yazın yayınlansaydı aynı etkiyi yaratmazdı ama ben bu filmi bir ay sonra da izleyebilirdim yani. Çoğu insanın filmi yayınlandığı gibi izleyeceğini düşünerek hoşluk etmek istemişler herhalde. Yoksa bu küçük hoşluk için bir yıl daha beklemeleri ya da filmi alakasız bir tarihte yayınlamaları gerekirdi. Ne gerek var geciksin tabii. Koronavirüs’ün kısa vadede bir yere kaybolacağı yok zira. Daha fazla gecikmemesi iyi olmuş.
Filmin yazıları akarken giren ek sahnede de eski Wonder Woman oyuncusu Lynda Carter’ı filmde bahsi geçen Asteria rolünde görmek sevimliydi. Arkadan önce Gal Gadot sanıyoruz ama Lynda çıkıyor. Türlü sevimlilikler… Bu arada Diana herhalde parçalanan Asteria zırhını, kopan tüylerini filan yerden toplamıştır, değil mi? Kask denizin dibini boyladı mesela. Onu da dalıp almıştır. Böyle sahneleri genelde filmlerde görmeyiz. Görsek keşke.
Peki ya sizler WW84’u nasıl buldunuz? Sizce bunca beklemeye değdi mi? Filmle ilgili yorum ve eleştirilerinizi Kayıp Rıhtım Forum’da bizimle paylaşabilirsiniz.
Güzel bir incelemeydi. Kaleminize sağlık.
Birçok yerde filmin çok kötü olduğunu okudum. İlk filmi de beğenmemiştim. İkinci filmi izlemeye gerek duymuyorum böylelikle.
Kesinlikle ilk filmin altında, bence kötü bir film. İzlediğime pişman oldum
Güzeldi bence. Bir beklentim olmadan izledim ama filmin bir kısmını başkası diğer kısmını başkası yazmış gibiydi. Senaryoya falan müdehale edilmiş gibiydi. Ant-man tadında bir film bekliyordum ama oraya yaklaşamamış. Yine de güzeldi.
Ben de maalesef filmi hiç beğenmedim. Fragmanlardan vaat ettiği retro kültürüne, 80’li yıllar ruhuna hiç yaklaşamamış bile. Kurgusal mantık hataları, çocuksu atmosferi, villain eksikliği, of of yazdıkça afakanlar basıyor vallahi… Masalsı tarafı birazcık sardı, ama eksilerin yanında ne yazık ki o da arada kaynadı.
Ha daha kötülerini izlemedik mi? İzledik tabii. Bu gözler sinemada Cat Woman gördü, Daredevil gördü… Sonuçta bu film onlardan iyi. Ama ilk WW filmi bir başyapıt olmamasına rağmen, onun yanından bile geçemedi bence.