Sihirbazdan Büyücüye Dönüşen Bir Çeviri Yolculuğu: “Büyücünün Kızı”
“Spencer Holst’u çevirmek ister misin?”
Dedalus Yayınevi’nde çayımızı yudumlarken aniden gelen bu soruya nasıl cevap vereceğimi bilememiştim. Arkasında duran raftan kalınca bir kitap seçip kucağıma bırakan Dedalus Kitap Genel Yayın Yönetmeni Sedat Demir’in hayatıma nasıl hoş bir dokunuş yaptığını o an anlayamamıştım. Holst’un daha önce çevrilmiş olan ilk kitabı Kedilerin Dili’ni okumuş ve muzip diline hayran kalmıştım. Şimdi ise ikinci bölümünü çevirme teklifini almıştım. Seçkinin ikinci kısmında “Magician’s Daughter” isimli bir öykü vardı, bu öykü aynı zamanda kitaba ismini verecekti. “Sihirbazın Kızı” dedik heyecanla: “Ne harika bir isim.” Kitabın orijinalini alıp eve geldim hemen ilk öyküyü çevirdim. Holst’a hayran olmuştum.
Birkaç öykü çevirdikten sonra artık kitabı elimden bırakamayacağımı anlamış ve çeviriyi kabul etmiştim. Artık Spencer Holst isimli bu adam benim gecem gündüzüm olacaktı.
Roman türünde, yazar kelimeleri ölçüp biçmeden serbestçe yazabilir, lafı dolandırabilir, uzatabilir ve okuruyla uzun süre hoşça vakit geçirebilirdi ama öykü öyle değildi. Söylenmek isteneni, yaratacağınız bir cümlelik atmosferle iletmek ya da tek bir sözcükle bile öykünün ana mesajını vermek zorundasınızdır. Öykü ölçülüdür, her bir kelimesi özenle seçilmiştir. Hele bir de Holst gibi kısa öykü uzmanıysanız. İşte bu sebepten dolayı, çeviri tahmin ettiğimden çok daha yavaş ilerliyordu. Bazen bir saat oturmama rağmen bir sayfa ancak çevirebiliyordum. Holst’un kelime oyunları ve akıllıca yerleştirilmiş sözcükleri, onlar üzerinde uzun uzun çalışmamı gerektiriyordu. Bazen bir cümleyi hiç düşünmeden, bazen de aynı cümleyi en az beş farklı şekilde çevirerek ilerliyordum. En ufak bir hatada öykünün genel akışını bozacak bir şey yapabilirdim. Holst dikkatli bir adamdı, çevirmeni de öyle olmalıydı.
İşte tam da bu dönemlerde hayatıma, kitabın ilk bölümünü çeviren ve ikincisinin de editörlüğünü üstlenecek olan Abdullah Başaran girdi. Kendisi Kedilerin Dili’ni kusursuzca çevirmişti. Bu kitapta ise ilk kitapla arasındaki uyuma bakacak, bazı kalıpların kullanımının aynı olması gibi detaylara dikkat edecekti. Ben öyküleri tek tek çeviriyor, Abdullah’a yolluyordum. O da editöryal çalışmasını yapıyordu. Google Drive sayesinde aynı dosya üzerinde çalışabiliyorduk. Abdullah New York’ta yaşadığı için ortak zaman bulma sıkıntısı yaşayacağımızı düşünmüştüm ama kendisi uyumayan editörlerdendi. Bakıyordum Amerika’da sabah yedi olmuş ve Abdullah hâlâ uyumamış.
Bu uyumlu çalışma sürecimizin bir yerinde Magician’s Daughter üzerine sohbet ederken aynı anda bir yere takıldık. Aylarca Sihirbazın Kızı diye adlandırdığımız dosyamıza adını veren öykü Maya döneminde geçiyordu. Hikâyede anlatılan kadın da “Sorcerer” diyebileceğimiz bir nevi Gandalf’tı. “Ne dersin?” dedi “Var mısın Sihirbazdan büyücüye dönmeye?” “Varım” dedim. Ve Büyücünün Kızı ortaya çıktı. Öykünün sonunu, “Çünkü gerçek bir büyücü asla nam salmamalıdır,” diye bitirdiğimde içim rahattı. Holst’a ihanet etmemiş ve onu anlayıp özümsemiştik.
Kırk sekiz öykünün çevirisini bitirdiğimde, Abdullah da neredeyse aynı zamanda editöryal çalışmayı bitirmişti. Son okuma yapıp aldığımız notların üzerinden geçtik, kenarına soru işareti düştüğümüz yerleri tartıştık. Kesinlikle ‘şimdiki zaman’ kullanmamı önerdiği bir yerde içimdeki hissi takip edip buna karşı çıktığım zaman da oldu, onun önerisini gözüm kapalı kabul ettiğim anlar da. Holst çok fazla yarım cümle bırakıyordu, çoğunlukla çizgi kullanıp bir önceki cümleyi kesiyor, başka bir şey anlatıyordu. Çift tırnak başladığı cümlelerini tek tırnakla bitiriyor, bizim Türkçe editörlerimizin sevmediği ne varsa yapıyordu. Birincil görevimiz onun dilinden anlamaktı. Bunu yaparken hem özgün dile sadık kalmaya hem de biçemsel olarak metni hedef dile doğru aktarmaya özen gösterdim. Sonuç olarak Holst, başarılı bir ekip çalışmasının ürünü oldu.
En beğendiğim öyküleri; Noel Baba Katili, Yeşil Gardenya, Erguvan Kuş, Küçük Hanım, Hans Christian Andersen ve Şakrak Kuşu ve Cin oldu. En zorlandığım bölüm ise her bir cümlesi ayrı bir minimal öyküden oluşan Charlie Marrow’un Bileziği oldu. Çoğu zaman öykülerin büyülü atmosferine kendimi kaptırdım, yer yer kahkahalar atarak çeviri yaptım. Her öykü bittiğinde, “Holst, ne muzip adamsın sen!” cümlesini kurduğumu hatırlıyorum. Zekası ve yazın ustalığıyla beni etkilemeyi başarmıştı. Hal böyle olunca da sıkılmadan, zevk alarak çevirimi iki-üç ay gibi bir sürede tamamlamıştım. Bittiğinde her bir öykünün her bir kelimesi zihnimdeydi. Kendi yazdığım romanımdan bile hatırlamadığım yerler vardı ama Holst’un öyküleri beynimde dönüp duruyordu. Son okumasını yapıp matbaaya yollarken sanki kendi romanımı uğurlarcasına heyecanlanmıştım. Onu bambaşka bir dilde yeniden var etmiştim.
Matbaadan çıkıp da kargoyla bana ulaştığında gözlerim dolmuştu. En az yazarı kadar üzerinde emeğim olduğunu düşünüyor ve seviniyordum. İşte Holst maceram böyle güzel anılarla sonlanmıştı.
Aklımda ise onun bir cümlesi:
“Ben hiç sıradan bir dilekte bulunmadım.”
İrem Uzunhasanoğlu
Forum üzerinden yorum yapıp sohbete katılmak için tıkla!