Asla büyük konuşmayın. Yoksa hiç ummadığınız bir anda hiç beklemediğiniz biri çıkar ve sizi söylediklerinize adam akıllı pişman eder. Ben dersimi aldım, siz de almayın…
Kim Stanley Robinson’ın fevkalade bir birikim ve araştırma isteyen bilimkurgu romanı 2312’nin çevirisini bitirdikten sonra, “Tamam,” demiştim, “bu kadar zor bir kitabı çevirebildim ya, bundan sonra sırtım kolay kolay yere gelmez.” Hiçbir yazarın beni bir daha Robinson kadar zorlayabileceğini düşünmüyordum çünkü. Nasıl da yanılmışım… Ne kadar safmışım! Ben ne bileyim Ted Chiang adında Çin asıllı bir Amerikalı bilimkurgu yazarının, hem de dört Hugo, dört Nebula, üç de Locus Ödüllü birinin çıkıp ağzımın payını oldukça matematiksel ve formüler bir şekilde vereceğini? Verdi vallahi, göstermeden vurdu hain…
Geliş, ya da kapağı kaldırıp ilk sayfaya baktığınızda göreceğiniz orijinal adıyla Hayatının Hikâyeleri ve Diğer Öyküler, Chinag’ın kariyeri boyunca kaleme aldığı 8 bilimkurgu öyküsünden oluşuyor. Yazar sistematik bir şekilde çalışmayı seven, düzen takıntılı biri olduğundan olsa gerek (iki satırdan kişilik analizi yapılır), her hikâyeyi yayınlanış tarihine göre sıralamış kitapta. Hatta işi bir adım ileri götürüp her birinin yaklaşık kaç karakter tuttuğunu, nerede ve hangi tarihte yayınlandığını da not etmiş hepsinin başına.
Bunların arasında Arrival filmine ilham kaynağı olan, Nebula ödüllü Hayatının Hikâyesi (1998) de var. Onun yanı sıra kitabın açılış öyküsü olan Babil Kulesi (1990) Nebula’ya, Cehennem Tanrı’nın Yokluğudur (2001) adlı öyküyse Hugo, Locus ve Nebula’ya layık görülmüş. Yani “filmi arkasına alarak prim yapan” bir kitap değil, dünya çapındaki eleştirmenlerin 15-20 yıl önce ödüllere boğduğu hikâyelerden oluşan bir derleme aslında bu. O nedenle, yayınevinin malum nedenlerden ötürü yaptığı tercihe aldırmayın ve kapağına göre yargılamayın kendisini.
En Zor Kısmı
Tüm kitap. Cidden.
Aslında her şey güzel başlamıştı. MonokL Yayınları kitabın bir kopyasını bana göndermiş ve çevirmek isteyip istemeyeceğimi sormuştu. Ben de ilk hikâyeye, Babil Kulesi’ne şöyle bir göz gezdirmiş ve tamam demiştim. Fantastik bir öyküye benziyordu çünkü ve yazarın dili oldukça sade görünüyordu. Nereden bileyim kitabın geri kalanındaki öykülerin beni hayatımda adını bile duymadığım bilimsel kavramlar bombardımanına tutacağını?! Peki ya yazarın üslubuna ne demeli? O çok yalın görünen ama iş Türkçeye çevirmeye geldiğinde tam bir işkenceye dönen cümlelerine?
Chiang gibi ünlü bir yazarı daha önce hiç duymamış olmak benim ayıbım elbette. Kendisi ve tarzı hakkında daha fazla bilgim olsaydı sadece kitaptaki ilk öyküyü okuyarak işi almaya kalkışmazdım muhtemelen. Uzun lafın kısası, Geliş editörlük aşamasından dönen ilk işim olarak “M. İhsan Tatari’nin Kısa Çeviri Tarihi”ne adını ızdırap yeşili harflerle yazdırdı. Benim için oldukça zorlu bir tecrübe oldu bu; daha önce hiç yaşamamıştım çünkü. Moral olarak büyük çöküntü yaşadım, editörümle tartıştım, kendimden şüpheye düştüm.
Şimdi geriye dönüp baktığımda bunun birkaç nedeni olduğunu görebiliyorum elbette. İlk ve en büyük sebebi, Geliş’in çevirisine 2312’den hemen sonra başlamış olmam. Daha önceki Çevirmenin Çemberi yazımda da belirttiğim gibi, 2312’nin çeviri süreci tam 8 ay sürmüş ve beni aşırı derecede zorlamıştı. O zaman farkında olmasam da bu süreç benim beynimi yakmış, çeviri hücrelerimi sonuna kadar kurutmuş meğer. Öylesine ağır bir bilimkurgunun ardından hiç ara vermeden yeni bir kitaba başlamak, hele hele bir “hard science fiction” (ağır bilimkurgu) çevirisine girişmek çok yanlış bir hareket olmuş benim için.
İkinci nedeni de tam burada yatıyor zaten: Ted Chiang’ın bir yazardan çok bir bilim adamı olması ve hikâyelerinde bilimsel gerçekleri kurgunun önünde tutması… Öyle ki bir noktadan sonra öykülerinin bir kurgunun değil, fikrin etrafına örüldüğünü açıkça hissediyorsunuz. Size unutulmaz bir macera yaşatmayı değil, bilimsel bir gerçeği veya mesajı aktarmayı hedefliyor daha çok. Velhâsılıkelam, bu iki etmenin benim yanık beyin hücrelerimle bir araya gelmesi işleri benim için hayli zorlaştırdı.
8 farklı öykü, otomatikman 8 farklı kurgu ve 8 farklı üslup anlamına da geliyor elbette. Bunlardan bazıları, örneğin daha önce de bahsettiğim Babil Kulesi, basit ve sade bir dille yazılmış olsa da dilimize çevrildiğinde kulağınızı tersten tutmuşsunuz gibi hissetmenize neden oluyor. Donuk, yavan bir anlatıma sahipmiş gibi oluyor. Bir de bunun üstüne Chiang’ın aşırı kelime ve isim tekrarları eklenince iş sadece çeviri yapmayı geçip bir de akıcı bir anlatım için editörlüğe vardı.
Örnek vermek gerekirse baş karakterin adı arka arkaya çok fazla kullanılmıştı öykü boyunca: “Hillalum yukarı baktı. Buna mı tırmanacağım, diye düşündü Hillalum. Başının döndüğünü hisseden Hillalum birkaç adım geri attı. Bu çok yanlış, dedi içinden Hillalum. Hillalum, Hillalum, Hillalum…” Bunu bu şekilde çevirdiğinizde kimse size aferin, yazarın tarzını aynen korumuşsun demez. Yok öyle bir dünya… Aksine, çevirmen becerememiş, metni rezil etmiş derler. O zaman ne yapıyoruz? Gelsin sadeleştirmeler ve birleştirilen cümleler…
Bir de gayet normal başlayıp dozajı giderek arttıran ve bir yerden sonra hikâyenin dayandığı bilimsel gerçekleri size en ince ayrıntısına dek açıklamaya koyan öyküler var elbette. Örneğin Anlamak adlı hikâye… K Hormonu adlı bir tedavi gören kahramanımız ilk başta normal şeylerden bahseden, sıradan biri olarak karşımıza çıkıp sayfalar ilerledikçe gittikçe daha zeki, insanötesi birine dönüşüyor. Üçüncü K Hormonu’nu alıp kritik kütle eşiğini geçtikten sonraysa öyle şeylerden bahsediyor, öyle şeyler düşünüyor ki o noktada ben de bazı akıl ve ruh sağlığı eşiklerini geçiverdim imdat çığlıkları eşliğinde: gestaltlar, öz-yinemeli idrak, somatik yansımalar, feromonlar, biyogeribildirimler, meta-halüsinasyonlar…
Hani yazar aşağı yukarı birbirine yakın bilim dallarını irdelese belki bir nebze daha kolay olurdu çeviri. Ama öyle değil… Anlamak’ta kritik kütleyi ve insan zihninin sınırlarını konu alırken, Sıfıra Bölünmek adlı öyküsünde “matematiğin tutarlılığını” sorguluyor. Hayatının Hikâyesi’nde dilbilimi, iletişim ve fizik kurallarını ele alıp logogramlar, ideogramlar, semagramlar, semasiografik ve glottografik yazma sistemleri, asgari zaman ilkeleri gibi pek çok şeyden bahsediyor. Kitapta, “Bir agnozi başlatmak, özel bir beyin lezyonunu simüle etmek anlamına gelir. Bunu nörostat denen, programlanabilir bir farmasötikle yaparız,” diye bir cümle var diyeyim, siz gerisini anlayın. Durun yahu, nereye kaçıyorsunuz?! Daha bitirmedim!
Satır Aralarında Gizlenenler
Geliş’te çok fazla kelime oyunu yoktu, o nedenle bu açıdan bana fazla iş düşmedi. Zaten akıcı bir anlatım sağlamak ve bilimsel terimlerin dilimizdeki karşılıklarını bulmak çok fazla araştırma gerektirdiğinden buna memnun oldum bile diyebilirim.
Kitap boyunca karşıma çıkan tek kelime oyunu Hayatının Hikâyesi’nde, Louise ile “beş yaşındaki kızı” arasında geçen bir diyalogdaydı. Ufaklık annesine, “Ben de onurlandırılabilir miyim?” (Can I be honored?) diye bir soru soruyor. Daha sonrasındaysa küçük çocukların sıklıkla düştüğü bir hataya düşüp kelimeyi yanlış telaffuz ettiği anlaşılıyor. Arkadaşı ablası evlendiği için “baş nedime” (maid of honor) olmuş, ama ufaklık bunu “onurlandırılmak” (made of honor) olarak anlamış. Burada “onur” yerine nedime kelimesiyle aynı harflere sahip olan “medeni” kullanmayı tercih ettim. Böylece kızımız, “Ben de medeni olabilir miyim?” diye sormuş oldu.
Bir diğer ilginç not, Yetmiş İki Harf adlı öyküde karşıma çıkan “Eleazar of Worms” ile ilgili. Baş karakterimiz okuduğu kitaplardan bahseder ve farklı milletlerden yazarları sıralarken arada bu ismi zikrediyor. “Kurtların Eleazar’ı diye bir isim mi olurmuş yahu? Burada kesin bir bit yeniği var,” dedim kendi kendime. Tabiri caizse içime bir “kurt” düştü ve araştırmaya koyuldum. Derken Borges’in “Düşsel Varlıklar Kitabı”nda hakikaten de Kurtların Eleazar’ı diye birinden bahsedildiğini gördüm. Az kalsın bu şeklini kullanacaktım ki bana doğru yolu gösteren ve bir parça da mutlu eden üstat Celâl Üster oldu. Üstadın 2015’te kaleme aldığı “‘Kurtlu’ Bir Borges Çevirisi” adlı yazıda şöyle bir paragrafa rastladım:
“Düşsel Varlıklar Kitabı’ nın “Golem” bölümünün Komçez çevirisinde, “Kurtların Eleazar, bir Golem yaratmanın gizli formülünü sakladı,” diye bir tümce çıkıyor karşınıza. “Kurtların Eleazar” da kim diye merak ediyor insan elbette. Üstelik, metnin devamında “kurtlar”la ilgili başka hiçbir şey geçmiyor. Bakıyorsunuz, Borges, “Eleazar of Worms” demiş. Evet, “worm”, “kurt, solucan, kurtçuk” anlamına geliyor; oysa burada Almanya’nın en eski kentlerinden Worms’dan söz ediliyor!.. Diyeceğim, adamın kurtlarla, solucanlarla bir ilgisi yok. Bir dönem Worms kentinde yaşadığı ve oradaki sinagogun hahamlığını yaptığı için “Worms’lu Eleazar” olarak tanınıyor.”
Kocaman bir oh! çekip hemen çeviriye döndüm ve adamın adını (bir ustadan yardım alarak da olsa) doğru bir biçimde, Wormslu Eleazar olarak çevirmenin tarifsiz zevkini çıkardım. Üstat Celâl Üster’e ne kadar teşekkür etsem az. Kendisinin kaleme aldığı sonraki satırlarsa beni gerçekten mutlu etti:
“Kanımca, çeviri yaparken, karşına ikircikli bir söz, sözcük ya da tümce çıktığında, aklına gelen ilk karşılıktan “kuşkulanmak” çok önemli. Hemen ardından da “merak” girmeli devreye. Çevirmen, “Kurtların Eleazar”ının kim olduğunu, “kurtlar”ın burada ne aradığını merak etmeli ve biraz araştırmalı.”
Yetmiş İki Harf adlı öyküde bu kurtlu murtlu bölümün yanı sıra nomenclature ve nomenclator kelimeleri var. Nomenclature, aslen “terminoloji” demek, dolayısıyla nomenclator de “terminoloji uzmanı” oluyor. Ama hikâye çok eski zamanlarda, buhar makinelerinin bile yeni yeni icat edildiği dönemlerde geçiyor. Üstelik golemler, şifa muskaları gibi mistik elementlerin de varolduğu, alternatif bir zaman dilimi bu. Ve buradaki nomenclatorler, yani terminoloji uzmanları bir dizi harf kombinasyonunu kullanarak “otomat” denen (robot kelimesi henüz icat edilmemiş) dökme bedenlere kısmen hayat verebiliyor. O yüzden “terminoloji” ve “terminoloji uzmanı” gibi modern kelimeler kullanmak yerine “nomenklatür” ve “nomenklatör” sözcüklerini tercih ederek öykünün mistik havasını bir parça korumaya çalıştım.
Son olarak Gördüğünü Beğenmek adlı öyküde karşımıza çıkan Spex geliyor. “Spectacles” (gözlük) kelimesinin kısaltılmasından ve daha fütüristik bir hava katmak için sonuna bir “x” eklenmesinden türetilen bu kelime, en sade hâliyle “gözlük bilgisayar” manasına geliyor. “Gözlüks” gibi iğrenç bir çeviri yapmamak adına Çiğdem Erkal İpek (ruşvaş çayı) ve Kutlukhan Kutlu (hortkuluk) gibi ustalarımın yöntemine sığınarak okunduğuna benzer bir şekilde çevirmeye karar verdim ben de: Speks. “Speksinizi takdığınızda,” gibi cümleler geldiğinde de, “Speksinizi gözünüze taktığınızda,” benzeri çeşitlemelere giderek ne olduğunu daha açık bir şekilde, dipnotsuz olarak anlatmayı seçtim.
Gel gelelim bunca uğraşıma rağmen çevirimin ilk hâli başta da belirttiğim yanık beyin hücrelerim nedeniyle standardımın altındaydı. Kötü kurulmuş cümleler, devrik ifadeler, yanlış tercihler… Neyse ki editörüm Ayşegül Hanım, yayınevinin sahibi Volkan Bey ve sürpriz bir şekilde son okuma yapan sevgili Setenay sayesinde o hatalardan büyük oranda arındırıldı. Üstüne ben de 3 ya da dört kez baştan okudum tabii… Yine de Yetmiş İki Harf öyküsünde “yok olmuştu” yerine yanlışlıkla “yol olmuştu” yazdığımı hiçbirimiz görememişiz! O satıra selamlarımı “yolluyorum.”
Ayrıca ortalanması gerekirken kitapta hepsi sola yaslı olarak çıkan hikâye adlarına, bölüm aralarındaki üç yıldız işaretlerine (***) ve SON ibarelerine ayrı ayrı sitemlerimi yolluyorum. Son olarak Hayatının Hikâyesi’nde o kadar uğraşmamıza ve matbaayı uyarmamıza rağmen eksik çıkan ışığın kırılma denklemlerine de çok kırıldığımı belirtmek isterim…
Zor oldu demiştim, değil mi? Demek ki neymiş? Asla büyük konuşmamak ve iki büyük ustayı arka arkaya çevirmemek lazımmış. Bu minik iş kazaları nedeniyle özürlerimi sunarım. Dilerim farkına bile varmadan, keyif alarak okumuşsunuzdur. Kalın sağlıcakla…
Çeviri zorluğu ve çözümleri ile ilgili güzel bir yazı olmuş. Kitabı henüz okumadım. Kapağından dolayı sadece filmin hikasi olduğunu düşünmüştüm. Bu yazınızdan sonra ilgimi çekti.
İki konuda pek katılamadım size.
Birincisi, karakter isminin çok fazla kullanıldığı kısımları kırpıp kısa cümleler yerine birleşik cümlelere dönüştürmek kısmı. Bana, siz sanki, “Yazar bu kısmı becerememiş, bu yazım tarzını beğenmedim o yüzden bu şekilde daha güzel olur diye o şekilde değiştirdim” diyormuşsunuz gibi geldi. Bence yazarın yazım tarzına sadık kalmalıymışsınız.
İkincisi de, Speks kısmı. Amerikalılar sürekli bir şeyleri kısaltma derdindeler. “Olivia” ismini bile “O” diye kısaltma yapabiliyorlar
. Türklerde isim çok uzun değilse böyle bir durum yok ya da harhangi bir kelime için. O yüzden sadece asıl anlamını kullanıp sadece gözlük deseniz de yeterli olacağını düşünüyorum. Speks şeklinde olunca gözlüğe benzeyen ama gözlük olayan bir alet gibi algıladım sizin verdiğiniz örneklerden.
O biraz tercih meselesi. Ben çevirilerimde anlatılmak istenileni en akıcı ve anlaÅılır Åekilde vermeye dikkat ediyorum. Bu yüzden bazen cümleleri birleÅtirdiÄim, ayırdıÄım ya da isimleri çıkardıÄım oluyor. Bu kesinlikle “yazar yazamamıÅ, becerememiÅ” düÅüncesinden kaynaklanmıyor. Bilakis, Ä°ngilizce olarak okuyunca pek de güzel oluyor. Ama gelin görün ki aynı cümleleri Türkçeye bire bir çevirdiÄinizde o kadar da güzel bir sonuç çıkmıyor karÅınıza. Tutuk tutuk oluyor. EÄreti duruyor.
Bir de Åu açıdan bakın. EÄer ben bu yazıyı hiç yazmamıÅ, o kırpmalardan bahsetmemiÅ olsaydım kitabı okuduÄunuzda “Yazar ne akıcı yazmıÅ,” diyecektiniz. Tam tersine, aynen yazarın yazdıÄı gibi çevirseydim ve arka arkaya bir sürü “dedi” ya da isim tekrarı olsaydı bu sefer de “çevirmen çevirememiÅ” olacaktı. Oluyor, oldu
YaÅadım bunu. Hatta geçenlerde baÅka bir kitap için “Ne kadar çok dedi var,” diye bir tartıÅma yaÅandı forumda.
Aynı Åey speks için de geçerli. DediÄim gibi, biraz tercih meselesi. Çeviri de biraz tercih iÅidir zaten. “Ama” ya da “fakat” kullanmak sizin tercihinize kalmıÅtır. “Ancak” veya “lâkin” de yazabilirsiniz. Ama orada yazan Åey sadece “but” idir aslında. Cümleyi bölmeden aynen yazmak ya da daha anlaÅılır olursa bölmek de size kalmıÅtır. KarÅı çıkan, beÄenmeyen, yanlıŠolduÄunu düÅünen, baÅka türlü çevirenler olacaktır, oluyor. Normaldir.
Özetle çevirinin sadıÄı güzel, güzeli de sadık olmaz
Burada ben size katılmıyorum çünkü bu tip tekrarlar beni yazardan soÄutuyor ve kitabı yarım bırakmama ya da can çekiÅmeme sebep veriyor. Bana kalırsa Ä°hsan Bey gibi diÄer çevirmenler de bu konuda insiyatif kullanmalı. Hem isim tekrarları hem de “dedi” fazlalıkları benim en rahatsız olduÄum konular. Ingilizcesi kulaÄa hoÅ geliyor fakat bizim dilimizde bu böyle olmuyor. Ingilizce’de bir cümle Türkçe’ye çevrildiÄinde iki kelimeden oluÅuyor ve birisi de karakterin adı oluyor. Türkçe’de Hillalum saÄa baktı demekle Ä°ngilice’de demek arasında bariz estetik farklar var.
Güzel bir yazı olmuÅ, elinize saÄlık. Açıkçası adını çok duyduÄum fakat hep soÄuk hissettiÄim bir kitaptı. Okuma radarıma girmiÅ oldu. Biraz da bilimkurgudan boÄulduÄum bir zamana denk gelmiÅti.
Şu an okuduğum Son Çağrı isimli kitapta bu durum var ve bazen okurken çok zorlanıyorum. Bence de cümleler birleştirilmeli, mümkünse isimler çıkarılmalı.
Dediğiniz gibi tercih durumu var. Ben olabildiğince aslına sadık kalınması tarafındayım ama işte bu sadece benim tercihim ya da hiç tamamen sadık metin okumadım
, o da olabilir. Metinde çok fazla tekrar olduğunda, dedi dedim gibi mesela, kelimeleri görüp atlıyorum o yüzden de rahatsız etmiyor sadece havası biraz değişiyor benim için. Diğer arkadaşlar da bu durumdan rahatsız olduklarını belirtmişler zaten.
Bu arada yanlış anlaşılma olmasın “yazar becerememiş” derken sizin öyle düşündüğünüzü zannettiğimden değil sadece bende öyle oraya gidebilir anlamında söylemiştim. Bir de sizin çeviri anlamında yeterliğinizi falan sorgulamıyorum o kadarı haddime değil.