Menu
in , ,

Çevirmenin Çemberi: Sözcüklerdir Bütün Derdim

Damla Göl, Hep Kitap’ın Atölye dizisinin son üyelerinden Ursula K. Le Guin’in “Sözcüklerdir Bütün Derdim” adlı eserinin çeviri macerasını anlatıyor. “Dümeni Yaratıcılığa Kırmak”ın da çevirmeni olan Damla, çeviri boyunca yaşadığı her şeyi, oldukça samimi bir dille bizimle paylaşıyor.

Merhaba sevgili okur! Size yeni çeviri maceramdan bahsetmeye geldim. Evet, çeviri asla bitmeyen bir macera. Asla sonlanmıyor. Kelimeler kafanızın içinde dönüp duruyor. Bitti, yayımlandı, kapandı defter diyemiyorsunuz. Şu anda basılmış, okuruna kavuşmuş bir Sözcüklerdir Bütün Derdim ellerimde. Ben hâlâ büyük bir heyecanla sayfaları karıştırıyorum. Size bu yazıyı yazmak da çok zor oluyor o yüzden, kafamda dönenleri nasıl aktarırım bilemiyorum. O yüzden zorlandığım her işte olduğu gibi gidip mor ve ötesi dinlemeye başladım. 🙂 Şu anda yeni teklileri Sultan-ı Yegâh çalıyor arkada. Bakalım yazı bittiğinde nerede olacağız?

Gelelim bütün derdimin sözcükler olduğu macerama… 5 Temmuz 2017 sabahı bir e-posta düştü gelen kutuma. Şöyle diyordu:

“Biz iki Ursula K. Le Guin kitabı daha aldık, çevirmenini bekler. 🙂 Nasıl yapalım?”

- Reklam -

Kalbim pır pır oldu. Elim doluydu; fakat Dümeni Yaratıcılığa Kırmak çok sevilmişti, benim Le Guin’i anlamamı sağlamıştı, onun kelimelerini Türkçeye aktarmak bana çok iyi gelmişti. Bu teklif de doğal olarak ayaklarımı yerden kesti. Sahi, ne yazmıştı direktörüm? Ah evet, Le Guin çevirmeniydim ben! 2008 yılında Mütercim-Tercümanlık bölümüne başladığında ne yapacağını bilemez haldeki o genç kız şimdi eşsiz evrenler yaratan bir kraliçenin kelimeleriyle uğraşıyordu. Tabii bu heyecana korku da eşlik etti. Üzerimdeki sorumluluk beni korkutuyordu. Bu yüzden ne kadar heyecanlansam da başıma gelecekleri o zamandan dert etmeye başlamıştım.

Kitabı inceleyip şöyle demişim cevaben:

Words Are My Matter biraz sıkıntılı gözüktü bana. Kitapta Türkçeye hiç çevrilmemiş, belki çevrilme ihtimali bile olmayan eserlerden bahsedilen bölümler var. O bölümlerde nasıl bir strateji uygularız acaba…”

Kitap dört bölümden oluşuyor. Konuşmaları, kitap tanıtımları ve sevdiği yazarlar üzerine düşünceleri, The Guardian için yazdığı kitap incelemeleri ve son olarak bir yazar kampında geçirdiği haftanın güncesi. Bu kitaba hayat verecek yaklaşımları kararlaştırmak ve çevirisini kotarabilmek ömrümün -şimdilik- en zor ve en güzel ayları anlamına geliyordu. Ursula’nın o muhteşem okurluğunu olduğu gibi yansıtmaya karar verdik sonunda. En nihayetinde, belki o çevrilmemiş eserler konusunda da birilerine ilham veririz ve Türkçeye kazandırılır. Kim bilir? Benim umudum o yönde.

Daha en baştan kuşkularla, korkularla başlayan bu süreç tabii ki çetrefilli ilerledi. Elimde iki kitap daha olduğu için kasım ayına kadar çevirmeye başlayamayacaktım. Temmuzdan kasıma kadar çeviriye girişmedim belki, ama kafamın bir köşesinde Le Guin dönüp durdu. Ne yapacaktık, nasıl yapacaktım, hakkını verebilecek miydim… Daha çeviriye başlamadan kitabın adı içime dert olmuştu mesela. Le Guin, çevirdiğim iki kitabında da müthiş kelime oyunlarıyla kurmuş başlıklarını. Steering the Craft kitabında kullandığı mecazları denizcilik terimlerinden seçmişti. Kitabın adı da hem gemiyi idare etmek ve dümene geçmek hem de bir zanaatı hedefine doğru yönlendirmek anlamına geliyordu. Zanaatımız neydi bizim? Yazmak. Yazarak dünyalar yaratmak. Başlığı çok düşündüm. Sonra yazdığım seçeneklerden en çok içime sineni yayınevim de kabul edince adı Dümeni Yaratıcılığa Kırmak oldu. Böylece ne dümenden ne yazarlıktan vazgeçmiş oldum. Le Guin ile nispeten bir mutabakata varmıştık. Sonra pat diye önüme Words Are My Matter sorunu düştü. Elime alır almaz “matter” meselesini kurcalamaya başladı kafam. Le Guin hem kelimelerin onun hammaddesi olduğunu söylüyordu bu sefer, hem de asıl meselesinin kelimeler olduğunu. Aylarca kafamda döndü bu. Editörüm Ümran Özbalcı’dan bu kitap özelinde bir toplantı istedim, o zaman da bahsini açtığım ilk sorun bu oldu. Oysa onun da dediği gibi, daha zaman vardı. Nitekim burada bir kamu spotuna yer vermek gerek: Fazla düşünmek sağlığa zararlıdır. Çünkü kitap adı kendiliğinden ortaya çıktı sonra. Kitaba adını veren dize, Le Guin’in “Dingin Bir Zihin” adlı şiirinde yer alıyordu. Bu şiiri çevirmiştim, oysa çeviri bitene kadar öğrendik ki sevgili Gökçenur Ç. bu şiiri Yitik Ülke Yayınları için çevirmiş zaten. Onun çevirisini kullanmayı seçtik, doğal olarak da o dizeyi alıp kitabın başlığına taşıdık. Bu bize neyi anlatıyor sevgili okur? Bir çevirmen kafasını olur olmadık şeylerle uzun uzun meşgul edebilir ve sonra o sorunun çözümü hiç umulmadık yerden gelebilir. 🙂

Kitabın içindeki her bir kelime başka bir maceraydı aslında. Fantastik, bazen hüzünlü, bazen gülümseten, bazı bazı geren cümlelerle tanıştım. İlk olarak 2016’da yayımlanan bu kitap daha ilk sayfalardan itibaren sanki Ursula K. Le Guin’in vedasıydı. Mesela, Önsöz’de artık uzun mesafelerdeki konferanslara katılmadığını anlatırken şöyle diyordu:

“Yaşlandıkça ve enerji depom ufaktan boşalmaya başladıkça, konferanslara gitme sıklığım azaldı, pek uzağa seyahat etmez oldum.”

Ben bu ifadeleri çevirirken Le Guin hayattaydı ve benim içime çoktan bir hüzün çökmüştü. Arkadaşlarıma “Sanki veda ediyor” dediğimi hatırlıyorum. Nitekim editörüm de redaksiyonu yaparken o vedayı hissettiğini söyledi. Evet, kelimelerle dünyalar yaratan Le Guin aslında yine kelimelerle veda ediyordu bize. Şu kısmı çevirirken bırakıp ağlamıştım, şimdi gördükçe yine gözlerim doluyor:

“Bir gün mezar taşım olduğunda, üstünde sadece ismim olsun istiyorum. Fakat bundan da öte, yazarının cinsiyetiyle değil, yazılışının kalitesiyle ve eserin değeriyle yargılanan kitapların üstünde görmek istiyorum ismimi.”

Le Guin’in bu metindeki dertlerinden biri de toplumsal cinsiyetin yazarlık kalitesinin bir ölçütü olarak görülmesi. Çok iyi yazarların sırf kadın oldukları için görmezden gelinmesine isyan ediyor ve bunu da pek çok yerde vurguluyor:

“Kadınların yazdığı kitaplar hâlâ ötekileştiriliyor veya ayrımcılığa maruz kalıyor, ‘büyük’ edebiyat ödüllerini nadiren alabiliyor ve yazarın ölümünün ardından nihai bir unutuluşa daha çok mahkûm oluyor.”

Le Guin 2017’de tam da bu kitabıyla kariyerinin altıncı Hugo Ödülü’nü aldı. Aslında o kariyeri boyunca cinsiyetine biçilen rolleri bir bir yıktı. Anneliğiyle yazarlığının birbirinden çok ayrı, bir arada yürütülmesi çok imkânsız şeyler gibi görülmesine karşı çıktı. Edebiyatın o bas bas bağıran otoritelerine direndi, bilimkurguyu da kadınlığı da ötekileştirildikleri yerden kurtarmak için elinden geleni yaptı. İyi ki!

Tabii kitapta çeviri sorunları da eksik değildi. Sakin sakin ilerlerken, birden karşıma Sylvia Townsend Warner’dan bahseden şu iki cümle çıktı mesela:

“Critics who believe that only realism can deal with pain and cruelty should be exposed to her. She can cast a cold eye with the best of them.”

Şahane! “Cast a cold eye” ifadesine bir karşılık bulmak ise tam bir karın ağrısı oldu. “Soğuk bir bakış atmak”tan fazlası vardı ve ben kaçırıyorum hissindeydim. Bu ifade W. B. Yeats’in şiirinde ve hatta mezar taşında da varmış, şu şekilde: “Cast a cold eye on life, on death. Horseman, pass by.” Belki bir sembolizm vardı? Var mıydı? Le Guin, Yeats’e mi atıfta bulunuyordu? Yoksa ben mi fazla yoruma kaçıyordum? Bu yüzden iki karşılık buldum bu iki cümle için:

Kendisi acıyı ve zalimliği aktarıp soğuk bakışlar atmada hiç kimseden geri kalmaz.

Kendisi en iyi eleştirmenin bile bu konudaki fikrini hiç acımadan yerle bir edebilir.

Hatta ilkinde o “soğuk bakışlar” ifadesine bir de dipnotla Yeats dizeleri eklemiştim. Oysa biraz sakinleşen zihnim ikincinin daha makul, daha kabul edilebilir olduğunu söylüyordu. Bu yüzden bir çevirmenin en büyük kurtarıcısı olan şeyi yaptım: Bu iki karşılığı da yazıp cümleleri sarıya boyadım. Bu, editörüme “Ben elimden geleni yaptım, ama karar veremedim. Söz sende!” deme şeklimdi. Nitekim kendisi de beni dipnot meselesinin fazla geleceğine ve diğer önerimin aslında Le Guin’in kastettiğine daha yakın olduğuna ikna etti. Böylece o sarı sözcükler içime sinmiş oldu.

Bazen de sorun sandığım, ama esasında sorun olmayan şeyler oldu elbette.

“The story was, to put it mildly, a nightmare. Tough-minded thrillers I’d read were custard sauce to this.”

Bir süre “custard sauce” ile bir deyimi mi kastediyor diye düşündüm. Tabii “custard” görünce aklıma sadece Doctor Who’da 11. Doktorumuzun balık kroketi muhallebiye banarak yemesi gelmişti, o da ayrı bir mevzu. 🙂 Bir süre ne yapsam diye düşündükten sonra, kastettiği şeyin aslında dümdüz bir mantıkla sadece ve sadece muhallebi olabileceğini idrak ettim. Evet, o zor metinlerin yanında “muhallebi gibi kalıyordu.” Sade, sakin. Metnin içine fazla dalınca, o derinliklerde azalan oksijen insana olmadık düşler gördürüyormuş demek.

Bir de küçük itirafta bulunayım: Kitap beni daima mutlu etmedi tabii. 11 yaşından beri Potterhead olmakla övünen bir çevirmenin, Harry Potter hakkındaki pek de hoş olmayan yorumları yazarının üslubuna uygun şekilde aktarması gerçekten zorlu bir işti mesela. O cümleleri çevirirken derin bir nefes aldım ve içten içe birazcık kırıldım.

Kitabın bir diğer zorluğu ve aslında galiba en sıkıntılı yeri, hakikaten Türkçede hiç olmayan veya Türkçede olup okumadığım kitaplar hakkındaki eleştirileri çevirmekti. Bir sürü kitap edindim, bir sürü eleştiri kurcaladım, Goodreads yorumlarından Twitter mesajlarına kadar engin bir deryaya gömüldüm. O bölümleri kitaplar hakkında genel bir fikre sahip olduğuma ikna olunca çevirmeye başladım. Çok sevdiğim, çok merak ettiğim yazarlar oldu. Le Guin’in hakkında en çok konuştuklarından biri Saramago ve ben Saramago’yu hakkını vererek okumadığımı fark ettim mesela. İlk fırsatta derin bir külliyata dalmam gerekecek, rehberim de Le Guin olacak!

Bu kitabın benim için bu kadar unutulmaz olmasının bir sebebi de bir gece vakti yazarımın vefat ettiğini öğrenmek oldu galiba. Wells ile ilgili kısımlarla uğraşıyordum, gece bunalıp Twitter’da gezinmeye başladım ve önüme düşen bir haberle öğrendim bunu. Herkes uyuyordu, bir çevirmen uyanıktı ve çevirdiği yazarın öldüğünü öğrenmişti! Şöyle yazmışım o gece Twitter’a:

“Lütfen doğru olmasın. Olmamalı. Aylardır her günümde o var. Her yerde. Onu anlamaya çalıştığım, küstüğüm barıştığım bir sürecin içindeyken… yarım kalmış gibi hissediyorum.”

Hakikaten de öyle oldu sonra. Yarım kaldım, bir süre çeviriye dönemedim, ne yapacağımı bilemedim. Zor cümlelere söylendiğim için kendime kızdım, sonra kendimi affettim ve ona olan görevimi yerine getirmem gerektiğine karar verdim. Ve çeviriye son noktayı bir 14 Şubat günü koydum. Aziz Valentine ile çevirmenlerin koruyucu azizi Jerome sağ olsunlar, sonunda en azından ham hali bitmişti. Sonra redaksiyon sürecinde bir kez daha okudum. Editörümün yaptığı değişikliklerin üzerinden geçtim, metni pürüzlerinden arındırıp iyileştirmeye uğraştık. Ve nihayet 16 Mart günü okuruna kavuştu…

Çeviri bitmiyor dedik ama, yazının bitme vakti geldi artık. İşin içinden çıkamadığımda akıl veren, kelimeler delirttiğinde sakinleştiren meslektaşlarım ve arkadaşlarım olmasaydı bu çeviri mümkün olmazdı. Var olsunlar! Sen de var ol, hep bizimle ol sevgili okur… Çünkü sen olmazsan bunca çabanın hiçbir anlamı yok.

Ursula’nın denizlerinde iyi yolculuklar!

Not: Yazı biterken mor ve ötesi’nden Doğru Yanlış çalıyordu. 🙂

Damla Göl

1989’da İstanbul’da doğdum. 2012 yılında Marmara Üniversitesi İngilizce Mütercim-Tercümanlık bölümünden mezun oldum, üzerine İstanbul Üniversitesi’nde Kadın Çalışmaları yüksek lisansı yaptım. Şimdilerde başka yazarların Türkçedeki sesi olmaya çalışıyorum. Bazen İhsan Oktay Anar’ın dediği gibi, eflâtun rengi hayaller kuran bir suskun’um. Çocukken kitaplarım sığındığım koca bir krallıktı, hâlâ da öyle. En çok Jules Verne ile oradan oraya gezmeyi severdim. Hayattaki en büyük istikrarımı da Harry Potter konusunda gösteriyorum, hâlâ o mektubu bekliyorum.

Yorum Yap

Exit mobile version