Aslında ilk başta hiçbir şey yoktu. Sonra birden büyük bir patlama oldu ve bir şeyler olmaya başladı.[1] Çoğu kişinin büyük bir hata olarak değerlendirdiği bu tartışmalı vakadan (oysa henüz kimse tartışmak nedir bilmiyordu) yaklaşık 9 milyar yıl sonra, henüz kimse isim vermeyi bilmediği için diğerleri gibi isimsiz bir galaksinin ücra köşesindeki bir yıldızın etrafında bir gezegen oluştu. Üzerinde yaşayacak çoğu kişinin temennisi de bu gezegenin batması yönünde olacaktı fakat heyhat, gezegenlerin batması fizik kurallarına aykırıydı.
Ardından yine tartışmalı bir şekilde birkaç milyar yıl sonra “hayat” denilen bir şey ortaya çıktı. Daha doğrusu birkaç nükleotit kendi aralarında özel bir kulüp kurdu ve üye olmayanları aralarına almadı.[2] Bu gizli ve özel kulübün üyeleri kendi aralarında kaçak protein sentezlemeye başladılar. Böylece bu gezegenin üzerindeki meşum canlıların tarihi başlamış oldu ama ne olup bittiğini kaydedip aktaracak kimse olmadığı için bu dönemde yaşananlara tarih demek de tartışmalıydı.
Yine yaklaşık birkaç milyar yıl sonra ters bükülebilen başparmakları ve sucuk gibi terledikleri için uzun mesafe koşabilmeleriyle öne çıkan bir türün bazı üyeleri evrende görülmemiş bir ukalalıkla kendini “akıllı” ilan etti. Bu hadise öncekilerden de büyük bir tartışma yarattı ve bu türün üyelerinin bir kısmı bu sava karşı çıkarak aksini kanıtlamak için ellerinden geleni yaptılar. Maalesef aralarındaki tartışmayı ikinci grup kazandı ama yine de isimlerinin “akıllı insan” olmasına karar verdiler. Ardından dil, sanat, din, tarım, tekerlek, silah, evcil hayvanlar gibi daha önce duyulmamış işlere giriştiler.[3]
Bu türün hasbelkader Ortadoğu’da yaşayan temsilcilerinden bir grup da yazıyı keşfetti. “Akıllı insanlardan” bekleneceği üzere kil tabletlerde ilk önce kayıt altına aldıkları şeyler kadim öyküleri, şiirleri, aşkları ve tutkuları değil, basit muhasebe bilgileriydi (Bu da aslında muhasebenin bilimlerin atası olduğu anlamına gelebilir ancak daha fazla tartışmaya neden olmamak için bu konuda ısrar etmiyorum). O güne kadar geçmişte edindikleri bilgileri sonraki nesillere sözel aktarımla yalan yanlış ileten insanlar, yazıya geçince çok daha doğru ve sağlıklı bir iletişim kurmaya başladılar. Yine de borcunu inkâr edenin önüne kapı gibi kil tabletlerin konulması yaşanan tartışmaları azaltmadığı gibi yaralanma oranlarını artırdı. Tıp henüz çok gelişmediği için yaralanmaların önüne geçebilmek için papirüs icat edildi ve kâtiplerin bir kısmı papirüs üzerine yazmaya başladılar. Diğerleri ise, “Ben kil tabletin kokusunu papirüste bulamıyorum. Hem papirüs ıslanır, yanar. Oysa kil taaş, taaaş!” diyerek itiraz ettiler ve kil tabletlere yazmaya devam ettiler.
Elbette teknolojik olarak çok daha yenilikçi ve ilerici olan papirüs, tableti yendi ve binlerce yıl boyunca evlilik akitlerinden tutun, borç senetlerine ve barış anlaşmalarına kadar yazın dünyasının gözbebeği oldu. Ancak Bergamalı II. Eumenes, Mısırlı Ptolemy’ye, “Ben senden daha kültürlüyüm bir kere, Allah’ın Afrikalısı,” deyince Ptolemy de, “Yok sana papirüs, artık tuvalette anca fayans sayarsın,” dedi ve Bergama’ya papirüs ambargosu koydu.[4] Papirüs fiyatlarının aniden fırlamasıyla ekonomisi derbeder olan Eumenes çareyi tabakhaneye koşmakta buldu. Gerçekten. İlk parşömenleri hayvan derisinden imal ettiren Eumenes’in reklam kampanyası basitti: “Suya dayanıklı, pürüzsüz ve elastik! Çağımızın teknolojisi: parşömen!” Parşömene muhaliflerin tepkisi de bir o kadar basitti: “Kokuyor bu ya!”
Talas Savaşı’nın ardından Çinli kâğıt yapımcılarını tutsak eden Abbasi kuvvetleri, Ortadoğu ile Batı’yı kâğıt ve elyazması kitaplarla tanıştırdı. Deri parşömene nispet olsun diye bu kâğıttan, elyazması kitapları da deri ciltlerle kapladılar. Ancak bazıları, parşömenin kokusuna alışan kâtipleri elyazması kitaba geçmeye ikna etmek için deri cilt kullandıklarını da iddia etmektedir. Elbette bu konu da tartışmalıdır.
1447 yılında tartışmalı bir şekilde matbaayı icat eden Guthenberg (bu konu da tartışmalı olmasaydı şaşardım), Müslümanların yaklaşık yedi yüzyıllık kültürel baskınlığına bir son verdi ve kitapların baskı yöntemiyle çok daha fazla yayılmasına ve ucuzlamasına sebep oldu. Guthenberg’i eleştirenlerin odaklandığı tek bir soru vardı: “Kokuyor mu?”
Sonrasındaki beş yüz elli yıl boyunca matbaa ve kâğıt teknolojisi sürekli geliştirildi ve yenilendi. Deri ciltli kapakların yerini karton kapaklar aldı. El yapımı kâğıtların yerine saman, kuşe, birinci hamur, vs. geçti. Ancak yirminci yüzyılın sonlarında dijital çağın başlamasıyla kâğıdın tahtı sallanmaya başladı.
Kâğıdın düşen ilk kalesi de görece son icatlarından biri olan mektup ve posta hizmetleri oldu. Sevgiliye ve mektup arkadaşlarına yazılan, haftalarca cevap beklenen, uğruna şarkılar bestelenen (Bak postacı geliyor) mektup, birkaç yıl gibi kısa bir sürede yerini e-postalara bıraktı. Oysa caanım mektuplara parfüm bile sıkılabiliyordu.
Ardından gazete ve dergiler kuşatıldı. Posta hizmetlerinden daha eski ama kitaptan daha yeni bir icat olan gazeteler on-on beş yıllık bir süre içinde tirajlarının yarısını kaybetti. Kimi gazete ve dergiler düşman saflarına yani dijitale geçti. Daha da elem verici bir şekilde gençler artık şiirlerini, öykülerini, hatta dünyadan gelen havadisleri kâğıda basmamaya, dijital ortamda paylaşmaya başlamıştı. “Basılı bir dergi formatına geçmeyi düşünüyor musunuz?” gibi sorulara, “Neden geçelim ki?” diye aymaz cevaplar verenler bile vardı.
Tüm bu ahval ve şerait içinde dijital çağ denen dişi bile kalmamış canavar, klavyesinin ruhsuz, soğuk tuşlarını kitaplara geçirmeye başladı. E-kitap denilen Frenk icadı, mel’un bir desiseyle kitapseverlerin aklını çelmeye kalkıştı. Paperwhite teknolojileriyle ışığı ayarlayarak normal bir kâğıttan farksız bir okuma deneyimi kazandırdılar. Ufacık bir cihazın içine binlerce kitap sığdırmayı başararak kitapseverlerin yükünü hafiflettiler. Cihazın üzerinde not alma, aradığın bir kelimeyi saniyeler içinde bulma, cihazı açar açmaz eski kaldığın yerden devam etme imkânlarını getirdiler. Toplu taşıma araçlarında teker üstünde seyahat ederken bile rahatça okuma olanağı vardı artık. Tüm bunlar yetmezmiş gibi utanmadan ve sıkılmadan daha ucuz olma cüretini bile gösterdi e-kitap.
Elbette karton kapaklı kâğıt kitapların da bu yeniyetme, densiz, dağdan gelip bağdakini kovan e-kitap teknolojisine karşı söyleyecek bir çift lafı vardı: “Kokun yok!”
[1] Bkz. Stephen Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, Alfa Yayınları.
[2] Bkz. James D. Watson, İkili Sarmal, Say Yayınları.
[3] Bkz. Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik, Pegasus Yayınları.
[4] Bkz. Keith Houston, The Book, W. W. Norton & Company.
Tek bir noktaya itiraz edeceğim
Çok keyifli bir yazı olmuş, okurken çok eğlendim, yer yer de kahkaha attım İşin güzel tarafı değindiği noktalardan bazılarının tarihi gerçekler olması ve bunları kitaplarla desteklemesi. Güldürürken düşündüren yazıları ayrı bir sevmişimdir zaten hep. Elinize sağlık Kemal Bey
Gaziantep kitap kokusu nasıl koklanıyor biliy misiniz eğam?? Kitabı alıcın ters çeviricın kitabın altı kısmı burnuna yapıştırıcın yavaaşca koklıcın kğışşş diye bir ses çıkıcık afiyetle koklıcıksın.
Uyarlama kaynak:
https://www.youtube.com/watch?v=mWYkXWfdJloBuralar da hiç kokmuyor.
Olaya bir de o tarafından bakan eğlenceli bir yazı olmuş.
Ama olay sadece kokusuyla bitmiyor ki. Ya dokusu.
Bence her ikisi de yaşasın.