İlk romanım üzerine bir yazı yazmak benim için hem zor, hem heyecan verici. İşin zor kısmı, romanımın uzun yıllar sürmüş yolculuğunu sınırlı bir metinde anlatmaya çalışmak. Godard Makinesi‘ni yazdığım beş yıllık zaman diliminde, kuşkusuz, birkaç sayfaya sığdırılamayacak tedirginlikler, telaşlar, mutluluklar, coşkular, tıkanmalar, boşalmalar, kederler, sevinçler tattım. Her duygu bana ayrı birer deneyim yaşattı. Yazdığım her cümleyle büyüdüm, yenilendim, dönüştüm: Yazarken kendimin dışına çıktım.
Kendinin dışına çıkmak. Yazarken, bir karakterin yerine kendinizi koyarken, işte bu oluyor: Bir başkası oluyorsunuz. Arthur Rimbaud, “Je est un autre. (Ben bir başkasıdır.)” derken bu dönüşümü mü işaret ediyordu? Godard Makinesi‘ni yazarken, benim kuvvetlice hissettiğim duygu buydu. Beş yıl boyunca Cemşit oldum. Kafamın içinde hep Cemşit’le beraberdim. Onu dinliyordum. Ona söz geçiremiyordum. Çoğu zaman da Cemşit bana hükmediyordu. Başkişiydi, anlatıcıydı, Tanrı’ydı. O ne derse olurdu. Bazen uykuya dalmak üzereyken, zihnime saplanan bir pasaj fikriyle yatağımdan ok gibi fırlıyor, bazen bir arkadaşımla buluşmuşken, sohbetin ortasında özür dileyerek defterimi çıkarıyor, daha sonra unutmamak, sıcağı sıcağına yazmak için sayfalara hemen bir şeyler karalıyordum. “Yazmasam deli olacaktım.” demişti ya Sait Faik… Ben de Godard Makinesi‘ni yazarken deli olacaktım.
Romanımı yazmaya başladıktan bir yıl sonra, 2015’te, aniden kalkıp Paris’e gitmemin nedeni hem bu delilik, hem de“Edebiyat Cumhuriyeti’nin başkentinde” yazma arzumdu. Vaktiyle Yahya Kemal’in Nâzım’ın, Tanpınar’ın, Sait Faik’in, Cortazar’ın, Beckett’in, Neruda’nın, Marquez’in, Joyce’un, Hemingway’in, Fitzgerald’ın ve nicelerinin yazdığı bu büyülü kentte yazma fikri beni uzun süredir cezbediyordu. Paris, başka ülkelerden gelen yazarlara kucak açan, onları şefkatle ve şehvetle öpen bir sevgiliydi benim gözümde.
Öyle ya, Yahya Kemal henüz 19 yaşındayken, babaannesinin yastık altından para çalarak, tek kelime Fransızca bilmeden Paris’e gider de ben gitmez miydim? Yaklaşık iki ay, tam bir bohem hayatı yaşadım. Sorbonne Üniversitesi’nde Fransızca kursuna yazıldığımdan, öğrenci yurdunda kalma hakkı elde etmiştim. Kaldığım kampüs, “Rive Gauche” denilen Sol Yaka’da, Montsouris Parkı yakınlarındaydı. Euro 2.5 TL civarında seyrediyordu, hâliyle, karnım da doyuyordu.
Bu şehre üçüncü gelişimdi, fakat ilk kez tek başımaydım. Şehrin sanat kokan sokaklarında bir flanöz gibi dolaşırken, kafelerde insanlarla sohbet ederken, çokça gözlem yaptım. Bunlar gerekliydi. Çünkü romanımın önemli bir kısmı Paris’te geçiyordu. Sainte Geneviève Kütüphanesi’nde ve kafelerde her gün yazmak rutinimdi. Paris’teki kafelerde saatlerce oturmak normal karşılanır. Müşterileri hiçbir garson rahatsız etmez, bir şeyler yiyip içmeye zorlamaz. Ben de şehrin içinde, şehrin insanlarıyla bir aradayken ama onlara mesafeli olarak, sokağın, gündelik hayatın sesleri arasında yazmayı seviyorum. Godard Makinesi‘nin büyük bölümünü Paris’te, Işıklar Âşıklar Yazarlar Şehri’nde yazdım. Şehrin sesiyle. Şehirden ilham alarak. Paris’te yazmanın şöyle güzel bir tarafı daha var. İnsanlar, elinizde kalem kâğıt görünce meraklanıyor, müsait bir an yakaladıklarında da ne üzerine yazdığınızı soruyorlar. Ardından güzel bir sohbet başlıyor. Parislilerin edebiyatla, yazmayla, yazarlarla bunca ilgilenmesi bir yazarı (ve yazar adayını) çok mutlu ediyor elbette. Bu arada, ben hâlâ kâğıt kalemle yazanlardanım. Yazdıklarımı Word dosyasına çok sonra geçiriyorum.
Godard Makinesi‘ni okuyanların tahmin edebileceği gibi sinemayı çok seviyorum. Anlatıcı Cemşit’in yönetmen olmasının ve filmlerle düşünmesinin, sinemayı romanımın belkemiği hâline getirmemin, hatta daha ileri giderek, sinemanın biçimsel olanaklarını romanın biçiminde kullanmamın nedenleri bu sevgimle açıklanabilir. Sinemada gördüğümüz pek çok tekniği Godard Makinesi‘nde izlemek mümkün.
“Kelimelerle film yapmak” gibi bir amacım oldu, romanımı yazarken.
Görselliğe son derece önem verdim; romanımdaki yoğun renk kullanımının nedeni de bu. Kâh geniş açılı manzaralarla, kâh “zoom”lanmış görüntülerle karşılaşacaktır okur. Elbette, sinemasever okurları bir kat daha keyiflendirecek bir metin diyebilirim Godard Makinesi için; film, yönetmen ve oyuncu adlarının çokluğu karşısında sinemaseverler sıkılmayacaktır. Esasen, okurları “sinemasever” ve “sinemasevmez” şeklinde ayırmam yanlış olur. Roman okumayı seven çoğu kişinin sinemayı da sevdiğini düşünüyorum çünkü.
Hoş, sinemayı sevmeyen var mıdır? Benim kuşağımda, sanıyorum, yoktur. İnternetle büyümeyen son kuşaktan biri olarak, sinemayla büyüdüğümü söyleyebilirim. Henüz konuşamayan bir bebekken, babamın çalıştığı kurumun İzmir’deki yazlık kampında yer alan açık hava sinemasında sinemayla tanışmışım. İstanbul’da izlediğim ilk film ise The Lion King (Aslan Kral) idi. 1994 yılı. Devasa beyaz perdeyi karanlık bir salonun içinde ilk gördüğüm anda müthiş etkilendiğimi bugün bile anımsıyorum. Sonraları lisedeyken (Tıpkı François Truffaut’nun da hatıralarında anlattığı gibi) okuldan kaçıp kaçıp sinemaya gittiğimi de dün gibi hatırlıyorum.
Godard Makinesi‘ni yazarken beni zorlayan şeylerden biri, dönemi iyi araştırmam mecburiyetiydi. Cemşit’in 1970’lerde başlayıp 2014 yılına uzanan hikâyesini etraflıca anlatabilmem için geçmişte yayımlanmış pek çok sinema dergisini sahaflardan bulup okudum. Jean-Luc Godard’la ve Yeni Dalga Akımı’yla ilgili kitaplar okudum, filmler izledim. Bu araştırma ve çalışma dönemi epey zaman aldı. Fakat diğer yandan, sinema bilgimi de besledi.
“Godard Makinesi benim gençliğimdi,” diyorum hep. Romanı yazmaya başladığımda yirmili yaşlarımın ikinci yarısındaydım, kitap yayımlandığında ise otuzlu yaşlarımın başına geldim. Okumayı annemden, beş yaşımdayken öğrendiğimi, bütün çocukluğumu babamın kitaplığındaki klasik romanları okuyarak geçirdiğimi düşünürsek, ilk kitabımı yayımlatmak için biraz gecikmiş sayılabilirim. Anneme ve babama çok teşekkür ediyorum; yedi sekiz yaşlarımdan itibaren, bütün ilköğretim dönemim boyunca, Balzac, Hugo, Dickens, Hemingway, Steinbeck gibi yazarları okumama müsaade ettikleri için! “Bu senin seviyeni aşar” diyerek (ki öyleydiler) kitapları elimden almadılar. Odama kapanıp gündüz gece, saatlerce okurdum. Sokağa çıkıp yaşıtlarımla oyun oynamadığımı annem hep söyler: “Tuhaf bir çocuktun sen.”
Kitabımın yayımlanma süreci…
En yıpratıcı ve can sıkıcı süreç. Deyim yerindeyse, “Ömrümü yiyip bitiren”. Godard Makinesi sekiz farklı yayınevinden ret yanıtı aldı. Asla yılmadım. Yazdığım romana inanıyordum çünkü. Marquez, yayıncı bulmak için beş yıl uğraşmış. Ben de yaklaşık üç yıl, kitabımı yayımlatmak için çabaladım durdum. Bu sırada metni yeniden, yeniden yazdım. Her ret yanıtından sonra daha büyük hırsla. Sonunda, Godard Makinesi‘ni yayımlamak isteyen bir yayıncıyla tanıştım, sevgili Sedat Demir’le. Ticari kaygı gütmeyen, edebiyatı her daim yüce bulan ve edebiyat için çalışan/yaşayan bir yayıncı, editör, yazar Sedat Demir. Kalemime güvendiği için kendisine minnet borçluyum.
Şimdi, aldığım olumlu yorumlardan ve beni bir miktar şımartan, abartılı övgülerden sonra, “İyi ki yılmamışım,” diyorum.
Cemşit ve Jülide, yollarını elbet bir gün bulacaklardı. Buldular. “Yazar olmak isteyenlere ne önerirsiniz?” sorusundan nefret ederim. Ancak bu soruya verilebilecek, belki de tek doğru yanıtı esirgemek istemem:
Yazdığınız şeye inanıyorsanız asla pes etmeyin.
Merve Yakut
Forum üzerinden yorum yapıp sohbete katılmak için tıkla!