in , ,

Yeni Zamanlarda Bilimkurgu

Bilimkurgu edebiyatı doğamızın bir parçası mı? Prof. Dr. Kemal Sinan Özmen sizleri geleceğin mitolojisine, keşfetmenin açlığına ve bilimkurgunun kıyılarına uzanan bir anlatıya davet ediyor.

Yeni Zamanlarda Bilimkurgu
- Reklam -
- Reklam -

Bize ve günümüze ait olmayanı keşfetmeye dair açlığımızı, insanın yazmayı çözdüğü ilk günden beri gideremedik. Fantastik olana karşı tutkumuzun veya daha kapsayıcı bir ifadeyle hayal etmenin doğamızın bir parçası olduğu su götürmez. Davranış bilimciler de bu gerçeği doğruluyor. Hemen hemen herkesin bildiği Abraham Maslov’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi, taksonomik[1] üçgenin en tepesindeki kendini gerçekleştirme adımından önce estetik ihtiyaçlar aşamasını işaret eder. Bu kuram sanata, estetiğe, güzel olana ve hayalden beslenene dair doğal eğilimimiz olduğunu dile getiriyor. Bu kurama göre kendini gerçekleştirmek yolundayken bilimden sonra (bilişsel ihtiyaçlar) sanata uğruyor olmak, düşlemeye, fantaziye, mitolojiye ve kurguya neden gereksinim duyduğumuzu net bir biçimde ortaya koyuyor. Bilimkurgu ve fantastik kurgu var çünkü bu edebi türler insanlık olarak gelişimimizin ve kimliğimizin bir parçasıdır. Mitolojik hikâyeleri, binlerce yıllık destanları ve masalları da bu çerçeve içine almak durumundayız.

O halde bilim ve fantastik kurgunun doğamızın bir parçası ve insan olma köprüsünde ilerlerken edindiğimiz yüksek estetik meziyetlerden bir tanesidir. Bu edebi türün varlık sebebi düşünsel dinamiklerimizde yatıyor, fakat bunu söylemek bilimkurgunun işlevini anlatmaya da yetmiyor. Noam Chomsky’nin beni çok etkileyen ve düşündüren bir sözünü size anımsatmak isterim:

“İnsan yaşamı ve insanın doğası hakkında psikoloji biliminden ziyade romanlardan her zaman daha fazla öğreniyoruz.”

- Reklam -

Chomsky bu önermesiyle sadece romanların psikoloji alanına göre insanoğlu hakkında daha fazla bilgi verdiğini iddia etmiyor. Aynı zamanda romanların bilhassa insan psikolojisi üzerine odaklandığını söylüyor. Doktora derslerinde öğrencilere bilimsel kuramları daha iyi anlamaları için bolca iyi roman okumalarını öneririm. Chomsky’nin tespitinin ilgimi çekmesinin altında bu yatıyor. Bir uygulamalı dilbilimci olarak bu ifadeyi doğrulayabilirim, çünkü sosyal bilimlerin hangi alanı olursa olsun, tüm sosyal bilimler kuramları tıpkı özerk ağaçlar gibi belirli bir paradigmaya, yani bir ormana bağlıdır. Yabancı dil öğretimi alan yazınına bakarsanız üç ana paradigma görürsünüz; davranışçı ekol, bilişsel ekol ve sosyo-kültürel ekol.

Bilimkurgu

Örneğin İngilizce öğrenenlerin motivasyon mekanizmalarını çalışıyorsanız bu üç ekol size onlarca farklı kuram sunar ve bu kuramların bazıları birbirleriyle ölümcül bir biçimde çelişebilir. Oysa edebiyatın ormanında böyle bir durum yoktur; tüm dilbilimcilerin idolü olan ve ömrünü dil edinimi anlamında insanın zihinsel özelliklerini anlamaya adayan Chomsky’nin ifadesi şimdi daha anlaşılır oluyor. Edebiyat, insanı bir bütün olarak ele alır ve onu farklı açılardan, fakat asla doğasını zedelemeden analiz eder. Bu bakış açısıyla bilimkurgunun ilk işlevlerinden birini anımsayabiliriz: İnsanın yolculuğunu geniş, alabildiğine geniş bir pencereden izleyebilmek; geçmişten uzanan ayak izlerimizin gelecek alternatiflerinden hangisine doğru yöneldiğini göstermek ve bunları yaparken de ironik bir biçimde bazen geleceğe uzanan yolları bizzat belirlemek.

Bilimkurgunun bu işlevi günlük yaşamın pratiklerinden veya kaygılarından çok uzak, hatta kimileri için fazla elit veya lüks gelebilir. Aslında bu oldukça yanlış bir kanıdır: Aksine bilimkurgunun ele aldığı temel argümanlar en çok da sokaktaki insanı ilgilendiriyor. Sanatsal ürünün ve bilimin elitize edilmesinin ve belirli bir zümrenin erişebileceği bir metaya dönüştürülmesinin çağımızın politik ekonomisinin bilinçli bir hamlesi olduğuna inanırım ve bu inancımın boş olmadığına emin olabilirsiniz.

Bir örnek vereyim; dünyada milyarlarca insan belirli bir dine inanıyor ve belirli ölçülerde bu dinlerin gereksinimlerini yerine getiriyor. Semavi olsun olmasın, bütün dinler farklı türevlerde bir ölümden sonra yaşam vaadi müjdeler. Cennet-cehennem, reenkarnasyon, vesaire. Tüm semavi dinlerin kitaplarında bulunan cennet-cehennem inancı, özünde ölümden sonra sonsuz bir yaşamı sunar. Hamlet’in meşhur tiradı “olmak ya da olmamak” bu vaadi ele alır ve özetle şunu der: Ölümden sonraki bir şeyin korkusu olmasaydı insanların hiçbiri mülki idarenin zulmüne tahammül etmezdi. Yani ölümden sonra var olma fikri bizleri dünyanın eziyetlerine karşı çok daha dayanıklı, daha doğru bir ifadeyle daha uysal kılıyor. Harari’nin[2] benzetmesiyle, ölümden sonra sonsuz bir yaşam vaadiyle maymunu elindeki muzu vermeye ikna edemezsiniz.

nicolas flamel

Gördüğünüz üzere, sonsuza dek yaşama fikri gerek bilim insanlarına göre gerekse evrensel şair ve yazarlara göre insanoğlunun kurduğu medeniyetin ve aynı zamanda günlük yaşam pratiklerinin tam da ortasında yer alıyor. Neden işe gidiyor olduğumuzu, neden ev kredisi alıp aylar-yıllar boyunca sabırla ödediğimizi en azından büyük bir kısmımız için doğru bir biçimde anlatıyor.

İnançlardan Bilimkurguya Varmak

Şimdi gelin bilimkurgunun can alıcı işlevini bu aşamada bir daha anımsayalım: Bir roman yazmayı düşünüyorsunuz ve ele almak istediğiniz argüman sonsuza dek yaşamak olsun. Burada durup sonsuza dek yaşamanın ne demek olduğunu bir süre düşünmemiz gerekiyor. Bilimsel olarak da son yıllarda epeyce hırpalanan bir öbekten bahsediyoruz: sonsuza dek… İster matematiksel bir fenomen isterse dini bir inanç olarak sonsuzluk kavramı bir süre köşede dursun ve gelin biz bu ifadeyi daha sindirilebilir bir zamana indirgeyelim.

Mesela on milyar yıl yaşamaktan bahsedelim. Hiç yaşlanmadan, birkaç milyar yıl boyunca genç bir birey olarak hayata devam ediyorsunuz ve hangi inancın betimlemesine göre olduğunu size bırakıyorum. İlk yüz yıl olağan kulağa tanıdık geliyor, pekâlâ ya sonrası? İlk bin yıl, yüz bin yıl, seksen milyon yıl veya üç milyar yıl ve hâlâ yaşamaya devam ediyorsunuz. Daha önünüzde sağlıkla geçireceğiniz yüz milyonlarca yıl var. Olağan bir ömür boyunca bile insanın kişiliği dramatik biçimde değişirken, çocukluk anıları ellili yaşlara gelince zihninizde başkasının anılarıymış gibi uzak ve yabancı kalabiliyorken, yaşamın katlanılmaz acılarından sıyrılabilmek için var gücümüzle geçmişi unutmaya ve yeni farkındalıklara açılmaya çalışırken; velhasıl yetmiş seksen senelik bir ömürde bile birçok farklı benliğe, bilince dönüşürken, yüz milyonlarca yıl sürecek bir ömürde benliğimizi bu ömrün merkezinde duran ve bizi bir arada tutan pusulamıza çevirebilecek miyiz?

On sıfırlı ömrümüzün ilk birkaç yüz milyonluk dönemindeki benliğimizle son beş yüz yıllık aşamasındaki benliğimiz birbirine ne kadar benzeyecek? Tüm bu engin zaman içinde aynı insan, aynı öz ve aynı kimliğe sahip bir birey olabilecek miyiz? Eğer olamayacaksak, bu milyarlarca yılı yaşayan kişi biz mi oluyoruz yoksa bizden başlayan fakat olasılığın engin okyanusunda tesadüfi evrilmelerle çeşitlenen sayısız insan mı yaşamış oluyor? Farkındaysanız tartıştığımız süre sonsuzluk değil, on milyar yıllık bir zaman diliminden bahsediyoruz. İşte romanda ele almak istediğiniz mesele tam olarak bu; sonsuza dek yaşama fikrini tartışmak istiyorsunuz. Başka bir noktayı hatırlatmak isterim: Ele almak istediğiniz argüman sizi ister istemez fantastik unsurları kullanmaya itiyor. Bilimkurgunun da kıyılarına da varmış durumdasınız. Ayrıca bu argümanın, yani sonsuza dek yaşamak fikrinin milyarlarca insanın inancının özünü oluşturduğunu ve bu inanca tutunduklarını da tekrar dile getireyim.

Yani ele aldığınız konu insanların yaşamsal tercihlerini yaparken, ne düşüneceğini, nasıl davranacağını ve hangi eylemlerde bulunup bulunmayacağını belirleyen çok önemli bir bilişsel algoritmadır. Mesele, olmak ya da olmamaktır.

uzay gemisi bilimkurgu

Bilimkurgunun işlevlerinden biri olarak ele aldığımız insanın büyük, tarihsel yolculuğunu izlemek görevinin bu aşamada günlük yaşamımızla ne denli ilintili olduğu su yüzüne çıkıyor. İnsan psikolojisinin uzunca bir ömürde geçireceği evrimi tartışmak, şimdilerde olmasa bile gelecekte bilim insanlarının da zorunlu olarak gündemine girecek. Neden mi? Çevrenizi saran bu dünyayı ve onu oluşturan politik ekonomiyi hangi kuram ve yaklaşıma göre analiz ederseniz edin; ister yüzsüz neo-liberal bakış açısıyla tartışın ister Keynesyen[3] bir tutum takının veya Marks’ın önermeleriyle süreci izleyin, tek bir değişken tüm kuram ve yaklaşımlara göre bir sabit olarak ele alınır. Bu sabit de insan ömrüdür.

Başka bir ifadeyle tüm ekonomi kuramları insan ömrünü kısıtlı ve kısa bir zaman dilimi olarak görür. Çok değil, elli sene sonra insan ömrü tıp alanındaki gelişmelerle otuz kırk yıl daha uzarsa, tüm ekonomik modelimiz çöker ve bu durum, günümüz dünyasının çok da ciddi bir biçimde ele aldığı bir mesele değildir. Ne var ki önce bilim dünyası, ardından genelde kültürel hafızadan yoksun politikacılar bu meseleyi görmek durumunda kalacaktır.

Tartışma bu aşamaya gelince ister istemez bilimkurgunun ikinci işlevini anımsamamız gerekiyor ve bu noktada Le Guin’e danışacağız. Le Guin, bilimkurgunun işlevlerinden bir tanesinin tahmin etme veya geleceği kestirme olarak öne sürüyor. Bunu tartışırken kullandığı kelime ise extrapolation[4]. Birçok bilimsel alanda teknik bir kelime olarak kullanılan bu sözün size istatistik alanındaki karşılığını vermek isterim: “Geçmiş yıllara ait rakamlara dayanarak geleceğin tahmin edilmesine yarayan bir istatistik yöntemi” olarak tanımlanıyor. Kulağa tanıdık geldi öyle değil mi?

Orwell’in 1984’ü aşağı yukarı bu işi yapmıyor mu? Tabii ki nicel veriye dayalı bir tahmin yapmıyor, fakat Orwell kendi zamanını; insanoğlunun geçmişten uzanan ve onun gününe değin gelen kanlı ayak izlerini doğru okuyor, yani bir anlamda nitel veriye dayalı gelecek tahmininde bulunuyor. Bu listeye onlarca önemli yazarı katabiliriz: Organ nakli fikrini tartışan Mary Shelley, akıllı telefonları öngören Douglas Adams, internetin harikalarını tahmin eden William Gibson ve daha niceleri. Yine Le Guin’in altını çizdiği üzere, bu tahmin etme veya geleceği kestirme meselesi oyunun tümü demek değildir. Hatta Le Guin bilimkurgu edebiyatını bir tür fütürizm çerçevesinde tartışmanın gereğinden fazla rasyonel ve basite indirgeyici olduğunu dile getirir.

Bilimkurgu edebiyatının geleceği tahmin ederek aslında bir anlamda geleceğe yön verdiği de çokça konuşulmuş ve yazılmış bir konudur. Google Earth uygulamasının yaratıcılarının bu programı tasarlarken Neal Stephenson’ın 1992 yılında yayımladığı Snow Crash (Parazit[5]) romanından ilham aldıklarını söylemiş olmaları, güzel bir örnek olarak önümüzde duruyor. Belki de bu ilham verme ve dolayısıyla geleceğe yön verme vakalarının en ünlüsü Jules Verne’in Ay’a Yolculuk eseridir. Yirminci yüzyılın başlarında bu eseri okuyup da Ay’a gitmeyi düşlemeyen bilim insanı var mıdır?

aya yolculuk

Geleceğin Mitolojisini Yazmak

İnsanın geçmişten geleceğe uzanan yolculuğunu resmetmek ve bunu yaparken de çoğunlukla nicel (psikolojik, toplumsal, kültürel ve dini) verilerden hareketle ayağı yere basan tahminlerde bulunmak; bilimkurgunun onlarca işlevinden iki tanesi olarak öne çıkıyor. Bu iki işlev, yerine getirdikleri görev anlamında üçüncü bir işlevi de doğuruyor.

Geleceğin mitolojisini yazmak: Bizden sonraki nesillerin normlarını, dolayısıyla normallerini belirleyen sosyal dinamiklerini betimlemek, insan olmanın çerçevesini çizmek ve insanoğlunun tam olarak ne olduğunu ve ne olmaması gerektiğini bildirmek. Bu işleve sosyal ve ahlaki işlev de diyebiliriz.

Size farklı bir bakış açısı sunmak istiyorum: Bilimkurgu deyince insanın aklına ilk başta akıl almaz teknolojiler gelir, en azından birçok insan böyle düşünür. Havada sessizce süzülen türlü araçlar, bir ışık hüzmesi gibi ivmelenen ve uzayın boşluğunda korkutucu bir sesle aniden çivilenen devasa uzay araçları, muhakkak renkli olan lazer tayfları fırlatan silahlar, ışın kılıçları ve diğerleri. Bilimsel olanla fantastik olanın ortak paydasında yaratılmış ve bizi kendilerine hayran bırakan teknolojiler, bilimkurgu edebiyatının bazen odağı bazense baharatı olarak kullanılagelir. Ne var ki ölümsüz eserlere bakarsanız hepsinin ortak yanının aslında “sosyal ve kültürel teknolojiler” olduğunu görürsünüz.

- Reklam -

Yaşadıkları gezegenin doğasıyla barış içinde ve bütünleşmiş olan toplumlar, tüm gezegenleri tek bir çatı altında toplayabilen gökada yönetimleri, türlü siyasi ve kültürel sapmalardan arınmış gezegenler, erdemli ve ahlaklı insanlar veya varlıklar; teknolojik gelişme ile sosyal gelişmeyi dengeleyebilmiş ve evrensel farkındalığa varabilmiş medeniyetlerin romanları bizler için bir yol haritası sunar. Isaac Asimov, “Bugün yaşamın en üzücü yanı, bilimkurgunun toplumun erdem elde etmesinden çok daha hızlı bir biçimde bilgi elde etmesidir,” derken sanırım aşağı yukarı bu noktaya vurgu yapıyor. Bilimkurgunun sosyal ve ahlaki işlevini ifade etmek için daha güzel bir önermeye ihtiyacımız yok.

Bu üçüncü işlev ister istemez alt bir misyonla da önümüze çıkıyor. Bu misyona geleceğe dair uyarılarda bulunmak, sürüklendiğimiz olası karanlık günlere dair insanlara farkındalık kazandırmak da diyebiliriz. Sonu gelmeyen küresel savaşların insanlığı distopik bir geleceğe hapsedebileceği, siyasi anlamda uç ve katı yönetim biçimlerinin bizleri topyekûn bir yol oluşa götürebileceği veya doğaya verdiğimiz zararların bedeli olarak bitmek bilmez bir buzul çağına maruz kalma ihtimali artık kurgu olmaktan ziyade bilim insanlarınca da dile getirilen korkutucu senaryolardır. Geleceğin insanlığa ne getireceğini Google’da arayamayız[6] doğru, fakat şimdinin dinamiklerine bakarak bizleri bekleyen iyi ve kötü olasılıkları oldukça etkin bir biçimde kaleme alabiliriz.

Bilimkurgu

Örneğin şu an içinden geçtiğimiz ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünen büyüme temelli küresel ekonomik yapının bizi aşağı yukarı nereye götüreceği bellidir. İnsanlık tarihinde ilk kez bu çağda şirketler birçok ülkeden daha güçlü ve zengin oldu. Dev şirketlerin iki tercihi var, ya büyüyecekler ya da eriyecekler. Tıpkı bisikletin üzerinde sadece oturamayacağımız gibi, büyüme temelli ekonomi ve onun sonucu olan politik düzen sürekli bir biçimde ilerlemek zorunda kalacak. Kim bilir bu amansız büyüme zorunluluğu günün birinde millet kavramının önüne geçecek ve kimi topluluklar kendilerini milli veya ulus aidiyetinden ziyade şirket aidiyetiyle tanımlayacak. Ben Japon’um demek yerine; Ben Apple’de çalışıyorum demek, toplumsal olarak daha üst bir kimlik olarak algılanabilir. Çünkü gidişat o yönde ve çevrenize bakarsanız bunun belirtileri (extrapolations) hafiften görünüyor.

Bilimkurgunun edebi mucizesi böyle durumlarda kendini diğer edebi türlerden ayırma lüksüne sahip. Bu tür bir gözlem yaptıysanız,

1) insanoğlunun yolculuğunu alabildiğine geniş bir pencereden izleyip,

2) geçmiş yıllara ait nicelverilere (sosyo-kültürel) dayanarak geleceğe dair tahminlerde bulunur ve nihayetinde okura

3) sosyal ve ahlaki bir mesaj verebilir, dahası dolaylı bir biçimde, edebiyatın esnek ve didaktik olmayan söylemiyle uyarılarda bulunabilirsiniz.

Bilimkurgu ve Zoraki Akrabaları

Öncelikle bir okur ve meraklı bir yazan olarak okuduğum romanların türleri beni çok da ilgilendirmiyor. Yüzüklerin Efendisi’nin türünün ne olduğunu edebiyatçılara bırakıyorum veya Huxley’in Cesur Yeni Dünyası’nın tür olarak nasıl tasnif edileceğini o konuda bilimsel makale yazan akademisyenler düşünüversin.

Roman yazarken elbette argümanınız sizi belirli bir edebi türe yönlendiriyor ve bu tür beraberinde bir söylem estetiğini de dayatıyor. Öte yandan bilimkurgunun tam olarak ne olduğunu da bilmek istiyorum. Size yabancı dil öğretimi alanından örnek vereyim. Doksanlı yılların başında video ile dil becerilerinin geliştirilmesine dair yüksek lisans tezleri pek modaydı. Şimdi günümüze gelelim: YouTube videolarının dil becerilerinin öğretiminde nasıl kullanılabileceği üzerine yüksek lisans tezleriyle karşılaşıyorum. Aradan otuz yıl geçmiş olmasına rağmen kuramsal ve yöntem bilimsel açıdan bu iki araştırmanın kanımca hiçbir farkı yok.

Bilimkurgu

Şimdi bilimkurgudan örnek verelim: Bir uzay gemisinde gizli bir katilin dehşet saçması ve onun peşine düşen güvenlik görevlilerinin hikâyesi bilimkurgu polisiye olarak mı tanımlanıyor? Veya yabancı bir gezegene inen bir grup astronotun tuhaf bir yaratık tarafından bir bir avlanıp kanlar içinde öldürülmesi bilimkurgu korku türü olarak mı sınıflandırılıyor? Mecburi iniş yapmak zorunda kaldıkları gezegeni keşfederken birbirine âşık olan iki araştırmacının hikâyesini bilimkurgu romantik komedi olarak mı tasnif etmeliyiz?

İster taşla ister at üstünde kılıçla isterse uzay gemisinde lazer veya plazma silahı (ne demekse) ile suç işlensin, son bağlam ve silah yüzünden romana bilimkurgu mu demek durumundayız? Buradaki amacım bilimkurgunun kapsamı ile işlevi arasındaki ilişkiye vurgu yapmak ve biraz da yerli bilimkurgu çalışmalarına değinmektir.

Bir okur olarak benim bu tür romanlar benim ilgimi pek çekmiyor. Son otuz kırk senedir edebiyat ve sinema bizlere her türlü uzay gemisini, silahı, iletişim ve savaş teknolojisini zaten gösterdi. Hiçbirimiz insanın bedenindeki hücreler arasında gezinen, ozmotik basınçla hücrelerimize giren, DNA zincirimizi dönüştürerek bizi kendilerine köle etmek isteyen, içi ağzına kadar habis uzaylılarla dolu bir uzay gemisinin hikâyesine şaşırmayız. Fakat bundan birkaç yüzyıl sonra insanlığın sosyal ve politik atmosferini doğru bir biçimde analiz eden ve bunu yaparken de fona doğru teknolojileri koyan romanları ilgiyle okuyabiliriz. İnsanları içine düştükleri ırkçılık ve radikallik batağından çıkaran bir yapay bilincin yönettiği küçük bir ütopya ülkesinin hikâyesine sığınarak bir süreliğine fırtına bulutlarının ötesindeki sonsuz mavilikte huzur bulabiliriz.

Bilimkurgu

Yerli bilimkurgunun küresel anlamda ses getirebilmesi için elbette tartışılması gereken onlarca konu var; yayınevleri, çeviriler, finansman, tanıtım, vesaire, fakat tüm bunların ötesinde öncelikle odağına insanı ve insanlığı alan ve sosyal bir kaygıyla yazılmış romanlara ihtiyacımız var. Biz yeni sosyal ve ahlaki teknolojiler sunan romanlar okumak istiyoruz. Özellikle son on yılda Kayıp Rıhtım gibi sayıları artan platformların, düzenli bilimkurgu öykü yarışmalarının ve seçkilerin bu süreçte çok önemli bir rol üstlendiğini düşünüyorum. Bizden birinin kaleminden çıkmış ve uluslararası sahada ses getirmiş bir romanı hep birlikte okumak düşüyle. Öyle görünüyor ki bu düşün gerçekleşmesi çok da uzak değil.

Prof. Dr. Kemal Sinan Özmen


Notlar

[1] Taksonomi, bilginin hiyerarşik olarak ve belirli bir sistem çerçevesinde sınıflandırılması ve sınıfsal bağlarla organize edilmesidir. Burada önemli nokta, bir adımın tamamlanmadan diğerine geçilmemesidir.
[2] Harari, Y.N. (2016). İnsanlardan Tanrılara Sapiens, Kolektif Kitap, İstanbul.
[3] Keynesyen ekonomi, özünde özel sektörün ana oyuncu olduğu fakat devlet ve kamu sektörünün de büyük etkinliğe sahip olduğu karma bir ekonomik modeli savunur.
[4] Ursula K. Le Guin, http://theliterarylink.com/leguinintro.html
[5] Altıkırkbeş Yayınları
[6] Robert A. Heinlein

* * *

* Yerli Bilimkurgu Edebiyatımızın Öncüllerinden Müfit Özdeş Belgeseli

* Türk Bilimkurgu Yazarları Antolojisi

* Bilimkurgunun Kısa Tarihi

Konuk Yazar

Siz de Kayıp Rıhtım'da konuk yazar olabilirsiniz!

İletişim: [email protected]

Henüz yorum yok. Forum'a gelip sohbete katıl.

İrlanda Mitolojisi Tüyler Ürperten Yaratıklar

İrlanda Mitolojisinden Tüyler Ürperten 10 Acayip Yaratık

DC vs. Marvel

DC vs. Marvel: Koca Bir Nesil Bunu Bekliyordu