in ,

Karantina Günlerinde Sizi İçsel Yolculuğa Çıkaracak 5 Kitap

Bazı yolculuklar için yerinizden kalkmanız gerekmez. Karantina günlerinde sizleri benliğinizin derinliklerine götürecek 5 kitap önerisi!

Karantina İçsel Yolculuk
- Reklam -
- Reklam -

Yürümek her adımın yapacağı iş değildir; hayatta ilerleyebilmek için satır aralarını da adımlamak gerekir. Zihninizin ve benliğinizin karanlıkta kalmış ara sokaklarına ışık tutacak satırlarda dolaşmaya var mısınız?

Uzaklaşmak, yakınlaşmakla paralel ilerleyen bir eylemdir. Zira bir noktadan ayrılmak, bir başka hedefe atılan ilk adımdır. Bilinen en sosyal canlı olan insan da özünü oluşturan bu nitelikten uzaklaştıkça kendi içine, yalnızlığına, bir başınalığına yaklaşır. Önceden bir başkasıyla paylaştığı duygu ve düşünceler, kendine hitap eden birer cümleye döküldükçe, yani monologdan hareketle içsel bir diyalog kuruldukça birey, kendisiyle tanışmaya başlamıştır. Yol uzun, karşıdaki kişi ise tanıdık olduğu kadar yabancı, karmaşık ve yenidir.

Bu yüzden ona ulaşmak, “kendi”ne sesini duyurmak ve empati kurmaya çalışmak uzun yıllar alabilir. Dolayısıyla çoğunluk; bireyin kendisiyle yüzleştiği bu tanışmayı gençlik yaşlarından epey sonra, hatta yetişkinliğinin de ardından, yaşlılığında gerçekleştirmeye başlar. Çünkü yaşlılık; etrafın kalabalığına yetişmekte adımların artık zorlandığı, dış seslerin yerini ise derinden gelen bir iç sesin aldığı bir dönemdir. Ancak böylesi bir uzaklaşma ve inziva bireye ne kadar erken bir yaşta tesadüf ederse olgunlaşma o denli erken gerçekleşir. Yaşamak; bir yerlere yetişmek için koşmaktan ziyade üzerinde düşünülmüş hamleler ve adımlardan oluşur.

- Reklam -

Karantina Günleri Kitap Önerileri

Nefesler derinleşir, güneşin doğuşu uzar, yıldızların sayısı çoğalır, dünya küçüldükçe küçülür… “Tembelliğin de bir hak olduğunu” öğrenir insan; “uzun sürmüş bir günün akşamı” sakince soluklanabilmeyi öğrenir, çılgın kalabalıkta “yalnızlığın keşfini” deneyimler, kendini arayan Demian’la başından beri aynı yolu paylaştığını fark eder ve sonunda görür ki hayat, yalnızca bir “kaybolma kılavuzu”ndan ibarettir!

Ansızın değişen dünya gündemiyle beraber dışarıya açılan kapıları kapatıp kendimizden oluşan “yuva”larımıza sığındığımız şu günlerde dış dünyanın bize asla sunamayacağı bir evrene kapı araladığımızın farkında olmalıyız. Unutmamalıyız ki bu yuvaların güvenli limanları, bizi tehlikeden uzak tutan kapılarla değil, tanıdıkça yaşama değer katacağımız “kendimizle” kuruludur. Bu yüzden önümüzdeki sabır ve direniş sürecini aynı zamanda bir içsel yolculuk sürecine, tanışma serüvenine ve kavuşma hikâyesine dönüştürmek de bizim elimizde. İşte sizi böylesi bir seyahate davet eden, satır aralarında kendinizi bulacağınız beş farklı kapı…

Tembellik Hakkı – Paul Lafargue

Yolculuğa önce biraz durup soluklanmakla başlayalım. Zira ömrümüzün şimdiye kadarki kısmının çoğunu, “zorunda” bırakıldığımız görevleri, sorumlulukları yerine getirmek ve “diğerleri”nin beklentilerini karşılamakla geçirdik. Bu noktadaysa devrimci Fransız yazar Paul Lafargue, kapitalist düzene sert bir eleştiri getirdiği kitabında herkesi durmaya davet ediyor. Ancak bu davet, yeni bir düzenin hengâmesine bir teneffüs niteliğinde olmanın çok ötesinde, tabir yerindeyse 19. yüzyıldan bu yana süregelen bir üretim-tüketim çarkına yöneltilmiş bir çomak.

Tembellik Hakkı - Paul Lafargue

İlk olarak 1880 yılında Fransız Egalité dergisinde bölümler hâlinde yayımlanan ve 1883 yılında kitaplaştırılan eser, kendisinden sonraki yüzyılın devrimlerine de öncü olmuştur. Eserde Lafargue, günde 12-14 saat çalışarak yıpranan insan bedenini ve ruhunu kapitalist düzenin âleti olmaktan çıkararak ana özne ve amaç konumuna getirir. Buna bağlı olarak eserin dili, sosyalizm ideolojisini benimseyen bir söylem içerir. Üretim sisteminin temelinden başlayarak insanın birey olarak bu sistem içindeki konumunu ve işlevini sorgulayan her bir bölüm, mevcut durumu portrelerken ortaya adeta bir distopya görseli çıkar. Çünkü konumu ve işlevi belirtilebilen insanın, ne yazık “değer”inden söz edilemez. Buna yönelik masaya yatırdıklarının ardından Lafargue, aynı işi çok daha kısa sürede tamamlayabilecek potansiyele sahip insanı, bu “saçma ve cani rekabet”e bir “dur” diyerek kendi hayatını da dingin bir ritimde seyrettirmeye davet eder. Bunun yanı sıra istatistik verilerine dayanan argümanlar, üretim ve tüketim kavramlarının altını yeniden doldurmamız gerektiğine işaret eder.

Kendimizle tanışma yolunda geride bırakacağımız dünyanın nasıl bir sistem içinde olduğunu bilmek, atacağımız her adımı daha değerli ve bilinçli kılacaktır. Dolayısıyla başlangıcı, en temel haklarımızdan biri olan tembellik hakkını tanımakla, kendimizi de yaşamın yegâne -fakat bencil olmayan- öznesi hâline getirerek yapmak, yolculuğumuzun esas hedefidir.

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı – Bilge Karasu

Ağaç, ne gökyüzünün ne de suyun; ağaç, köklerini saldığı toprağın ürünüdür. Adını bu topraktan alır, bu toprağın mayasıyla tanımlanır. Fakat bir zaman kundakladığı, besleyip büyüttüğü, emzirmeye bağrını açtığı topraklardır yine onu adımbeadım içine alan, kapsayan ve kapatan. Ağaçsa tümden hür olmak istiyorsa toprağa minnetini unutmadan kesmelidir köklerini göğe yükseldikçe. Yavrunun ana tahminden kopup ayrılışı gibi bu köklü ayrılık gerçekleşmezse ağaç, köklerinin boyunduruğu altında ve ancak onların tanımladığı evrende, elverdiği ölçüde, uzandığı mesafede can bulur.

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı - Bilge Karasu

Geri kalan dünyaysa yabancı ve bilinmez kalır. Kendi hâlinde bir keşiş olan Andronikos da köklerini saldığı kilisenin dış müdahalelerle yönetildiğini öğrenince baştan beri yabancısı olduğu dış dünyaya sığınmaya, orada kendine yeni bir yuva kurmaya, yeniden köklenmeye karar verir. Ancak doğum olayı ne kadar zorsa; insanın, köklerini kesip yeni bir toprakta yeşermeye çalışması da bir o kadar zordur. Dile “bir gün”ü ölçmek kadar kolay gelse de ömre yayılan uzun soluklu bir yolculuktur. Nihayet uzun sürmüş böylesi bir günün akşamında ise insan, ömrü boyunca kendisini dibe çeken köklerden sıyrılarak yükselmeye çalıştıktan sonra nihayet bir “tepeye” varır ve her şeyi geride bırakmasına rağmen yeniden yeşerebildiğini, dallarının sütle dolup tane tane “dut” döktüğünü görür.

Bir kendinden kaçış ve kendine kavuşma öyküsünü dile getiren Karasu, dinginliğe davet eden başlığıyla beraber Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda Andronikos’un iç sesiyle hitap eder bize. Ada, Tepe ve Dutlar olmak üzere üç bölüme ayrılan öykünün ilk parçasında Andronikos, köklerinden kaçarcasına uzaklaşırken bambaşka toprakların gün doğumuna uyanır, başka denizlerin tuzunda kavrulur, başka evlerden yuva kurmaya çalışır. Bu sırada durmadan çevresiyle muhabbet hâlindeki iç sesi; din, inanç, otorite kavramlarını sorgulayarak genellemelerin yaptırımından sıyırır, bireysel yorumlamaların hürriyetine kavuşturur. Ancak bu yorumlamalar, temel gerçeklik olarak kabul edilen çoğu kavramın, öznel dimağların birer ürünü olduğunu gösterir. Andronikos’un daha çok dine yöneltilmiş epistemolojik yolculuğu, Tepe öyküsünde Ionakim’in insana dair evrensel sorgulamalarına taşınır. Ada’nın devamı niteliğindeki bu bölüm, Yaşar Kemal’in Bir Ada Hikâyesi’ne açılmış parantez gibidir. Son öykü Dutlar ise diğer ikisinden ayrı, dönemin siyasi yüzüne yöneltilmiş bir mercektir.

Çizdiği huzursuz atmosferin içinden yeniden doğuşu müjdeleyen Karasu, böylelikle çıktığımız yolculukta bizleri yanıtlanmak üzere sayısız soruyla baş başa bırakır.

Kaybolma Kılavuzu – Rebecca Solnit

Keşfetmek için aşinalık sınırlarının dışına çıkmak şarttır. Buysa beraberinde bir daha yuvaya dönememe, eskiyi bulamama, yani kaybolma tehlikesini getirir. Bunları göze alarak her şeye rağmen zaman denizinin içinde tüm izleri yitirmeyi kabul ediyorsanız, kendinize merhaba deyin.

Kaybolma Kılavuzu - Rebecca Solnit

Rebecca Solnit, benlik anlayışına sunduğu kılavuzuna kaybolma öyküleriyle başlar. Peşinde olduğu asıl şey kayıplar değil, “nasıl kaybolunacağı”, yani kaybolmanın kendisidir. İşe kavramlarla başlar Solnit; kelimelerin izini sürme ve kökenlerini keşfetme adımlarıyla ilerleyen yolculuk, tarihine inilen her kelimeyle birlikte yeni soru işaretlerine ve kelimelere açılır. Ucu bucağı görünmeyen, hem ıssız hem de belirsiz bu yolda edebiyattan sinemaya, resimden tarihe, insan eli değmiş her yerin kapısı çalınır. Çalınan kapıların ardında Solnit, Keats’in satırları, Woolf’un bilinç akışı, Hitchcock’un baş döndürücü merdivenleri, Benjamin’in denemeleri seslenir. Bu seslerde Solnit, geçmişten günümüze insan etkinliğinin tarihi bir panoramasını da ortaya koyar. Dolayısıyla eser, birbirinden farklı pek çok alanın arasında oradan oraya konarak bir kayboluş sergilerken kültür dokusunun ilmeklerine doğru ilerleyen bir yolculuğa dönüşür.

- Reklam -

Bu yolculuğun bir diğer ayağı da Solnit’in kendi aile kökenine uzanır. Nitekim yazar, aynı zamanda bir tarihçidir de; dolayısıyla kaybolmaya, zamanın geride kalmış parçaları arasında dolaşmayı da dâhil eder. Tarihçi kimliğinin dışında Solnit’in, kendi aile geçmişine eğilmesi boşa değildir. Zira tarihin başladığı kökenler her ne kadar hayati önem taşısa da aidiyet duygusu, kök salınmış topraklardan uzaklaşarak yeni yerler keşfetme yolunda insanın mesafe kat etmesini engeller. Solnit de bu nedenle aidiyeti geçmişten bağımsız olarak yeniden tanımlamaya çalışır. Ona göre insan, kaybolduğu yerde de yeni bir aidiyet dünyası inşa edebilir. Buradan hareketle kendi tarihine mercek tutan Solnit, sunduğu panoramada aile köklerinin uzandığı farklı topraklara, buralarda karşılaştıkları kültürlere de özellikle değinir. Öyküsünde bu denli çeşitlilik barındıran bir yolculuk, kaybolmak için en uygun olanlardandır zira.

Solnit’in anlatı yeteneğini, tarihçi kimliğiyle birleştirdiği Kaybolma Kılavuzu, kendini bulma yolunda önce kaybolmanın önemini ve güzelliğini dile getiren zengin bir başlangıçtır.

Yalnızlığın Keşfi – Paul Auster

Anıların arasından şimdiye uzanan ve geleceğe hitap eden satırların kalemi Paul Auster… Yazarın 1982 yılına yayımlanan ilk anı kitabı Yalnızlığın Keşfi de Auster üslubunun ana hatlarını hem dil hem de içerik olarak ortaya koyan eseridir desek yanlış olmaz. Geçmişe dönüp kendi babasıyla başlayan Auster, kitabın ilk bölümünü yargılardan ve eleştirilerden mümkün olduğunca sıyırarak sadece olanı göstermeye çalışır.

Yalnızlığın Keşfi - Paul Auster

Babası hayata veda etmiştir nihayetinde; söylenecek her şey söylenmiş, hatıraların raflarına kaldırılmak üzere yaşanmışlar kalmıştır bir tek. Bu bakış açısıyla geçmişe ılımlı yaklaşır Auster. İyisiyle kötüsüyle babasının her hâlini kabul eder. Fakat kalemi bizzat eline alıp kendi hayatını ve babalığını anlattığı ikinci bölüm, o kısma kadar köklerini ve temelini dile getirdiği yolculuğun esas başlangıcıdır. Burada eleştiri ve sorgu yağmurunun ardından şemsiyenin altında yapayalnız kalmış bir baba figürü çıkar karşımıza. Köklerine benzeyip babası gibi olmaya çalışmaz Auster; bu anlamda nostaljik bir tutum yoktur hatıralarında. Bunun yerine, onu hiçbir zaman yalnız bırakmayan anılarına rağmen tek başınalığını keşfetmeye cesaret eder.

Babasından başlayıp kendi oğluna hitaben, onunla ilişkisini değerlendirdiği; babalık süreci kadar bu sıfattan ayrı kalan benliğini de masaya yatırdığı satırlar, parçalanmış anılarla resmedilir. Dolayısıyla kurgusal anlamda tam bir bütünlük sağlanamaz; ancak Auster’ın işaret etmek istediği de budur: Düşüncelere, duygulara, hislere bölünmüş olan insan, bir yalnızlıklar bütünüdür. Babasını anlattığı ilk bölümün ardından daha da kopuk ve parçalı hâle gelen anlatı, köklerin ölümüyle beraber yalnız bırakılmış bir bireyi resmeder. Geçmişi geride bırakıp kendini ondan bağımsız olarak yeniden tanımlamaya çalışan birey, bu yolda tamamen dağılmış bir hâlde bulur kendini. Nitekim bu parçalı ve dağınık hâl, biçimde kendini yansıtmıştır. Sonunda parçaları anlamlı kılan ve tutarlı bir bütün oluşturmak için yazınsal bir çerçeve sunan ise, hem babasını hem de kendi babalığını anlatırken keşfettiği “yalnızlık” kavramıdır.

Demian – Hermann Hesse

Ve yolculuğun en zor noktası, kendimizden yeterince uzaklaştıktan sonra kendi içimize nihayet yeniden ve gerçek anlamda ilk defa adım attığımız andır: “İçimde dışarı çıkmak isteyen bir şey vardı, ben onu yaşamaya çalışıyordum yalnızca. Neden böylesine güçtü bu?” Hermann Hesse müptelaları bilir; bizleri çıkardığı kurgusal yolculuk kadar zor bir dili vardır yazarın. Zorluğu, akıcılığın önüne geçen parçalı ifadelerden veya dili özgün bir yoğunlukta kullanışından değildir. Anlattığı en basit görünümlü olayda dahi simgesel bir örtü oluşturmanın yolunu bulur Hesse. Dolayısıyla onun her satırı, iki defa yazılmış gibi okunmalıdır: önce dıştan, sonra içten; önce yüzeyden, sonra derinden; önce kelimeden, sonra anlamdan. Katman katman örülü her eserinde felsefenin -özellikle de ontolojinin- yeni bir penceresini aralayan Hesse, Emil Sinclair’in hayat öyküsünü anlattığı, kolayca içselleştirebileceğimiz romanı Demian’la kendimize dair çıktığımız yolculuğun sonunda doğru hazırlar bizi.

Demian - Hermann Hesse

Daha en başında kabul ettiğimiz üzere bu, sonsuz bir yoldur pekâlâ; ancak nihayetinde bir hedef belirlemek gerekirse benliğimizle tanışmaya, onun mahrem alanına girmeye başladığımız an, doğum sürecinin de başlangıcı ve hedefin aynı zamanda sonucu addedebileceğimiz kendisidir. Emil ile birlikte bu sürece girerek üstlendiğimiz doğum, yolda karşılaştığımız Demian’la anlam kazanacaktır.

Hesse, yoğun bir psikoloji ve felsefe dili kurduğu eserinde güvenli dünyasının dışına çıkarak acımasızlıkla tanışan Emil’in hayatını, okula yeni gelen Max Demian’la kesiştirir. Bu kesişim, Sinclair’in hayatını yeni baştan yazacaktır adeta; çünkü Demian yalnızca çocukluğun hayretini paylaştığı bir arkadaş olmanın çok ötesinde, bir yaşam kılavuzudur Emil için. Çevresinde etik normları hiçe sayan ve ahlâk çerçevelerine uymayan her şey, Demian’ın bakış açısıyla yeniden değerlendirilir. Bu anlamda bir bilge karakter olarak karşımıza çıkan Demian, okuyucuya da öğretmenlik yapar.

Hesse’nin bizzat bunalım geçirdiği, bu yüzden tıbbi yardım aldığı bir dönemde kaleme alınan eser, nitekim psikolojiye hitap eden yönüyle aynı zamanda bir terapi örneğidir. Bir taraftan hayata dair gerçekçi ve çıplak sahneler Emil’in çocukluğunu yerle bir ederken diğer taraftan Demian, aynı gerçeklik üzerine yeni bakış açıları sunarak mantığın izleğinde yeni bir dünyanın nasıl kurulabileceğini öğretir.

Bunun ilk yolu da kendini tanımak, benlikle tanışmaktır. Emil’i kendine doğru yolculuğa çıkaran bu süreç, Demian’ın okuyucuyla kurduğu bir sohbete dönüşür. Böylelikle Emil kadar bizler de Demian’a hayret ve hayranlık duyarken sonunda merak etmeden duramayız: Okuduklarımız, Emil’in hayat hikâyesi midir, Demian’ın kılavuzluk süreci midir, yoksa kendi yolculuğumuzun bizzat kendisi mi?

Tüm bu yoğun düşünsel ağırlığı üstlenmeye karar verip ilk sayfayı çevirmişsek, sorumuzun yanıtını kitabın sonunda kendimiz verelim.

Kelimeler arasında kaybolmanız, anlamlar içinde boğuşmanız ve nihayetinde kendinizi bulmanız dileğiyle…

Sizin de önerileriniz varsa Kayıp Rıhtım Forum’da bizimle paylaşabilirsiniz!


* Türk Mitolojisinden 10 Kitap Önerisi: Koronavirüs Günlerinde Alternatif Kaçış Planı

Rabia Elif Özcan

1995 yılında, dünyaya ilk defa dokunduğundan bu yana okuyor gözlerim, ellerim, kulaklarım ve hislerim. En çok doğayı okuyorum, sonra müziği, renkleri; ve edebiyat okuyup çeviriler yapıyorum, başka gözlerin bakışlarına dokunabilmek için. Dimağımın heybesinde biriktirdiğim kelimelerden masallar fısıldıyorum. Hayatı satır aralarına katık ediyorum; yağmurlu gökte vicdanı arıyor, mum ışığında güneşi buluyorum. Sabah günümü aydın eden kahve kokuları gece gözüme uyku sürüyor. Küçücük bir kutuda azıcık yaşıyorum, yetinmekle doyuyorum.

1 Yorum BULUNUYOR


  1. Avatar for Pardus Pardus dedi ki:

    Tembellik Hakkı – Paul Lafargue dikkatimi çekti. Dursun bir kenarda. :slight_smile:

Bir Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bayan Yalnızkalpler - Nathanael West

Nathanael West İmzalı Bayan Yalnızkalpler Türkçe Raflarında

Dragon's Lair - Ryan Reynolds

Dragon’s Lair Film Oluyor: Başrolde Ryan Reynolds Olabilir