1960 İtalya doğumlu yazar Claudio Morandini ile Kayıp Rıhtım okurları için keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Kendisini Timaş Yayınları tarafından dilimize kazandırılan “Kar, Köpek, Ayak” ve “Taşlar” kitaplarıyla tanıyoruz. Città di Trebisacce, Premio Procida-Isola Di Arturo-Elsa Morante ve Modus Legendi gibi ödüllere de layık görülen Morandini, Avrupa’da hayli dikkat çeken bir isim.
Sözü fazla uzatmadan sizleri söyleşiyle baş başa bırakıyoruz.
“Kar, Köpek, Ayak” ile başlamak istiyorum. Sizinle bu kitapta tanıştım. Kitabın sonundaki bölümde gerçek bir olaydan etkilenerek yazdığınızı söylüyorsunuz. Sonra bir söyleşinizi okuyoruz ve böyle bir şeyin olmadığını öğreniyoruz. Gerçek olduğunu söylemenin okuyucuda ne değiştireceğini düşündünüz?
Gerçek nedir? Ya da ne değildir? Gerçek olması muhtemel bir şeyin hiç gerçekleşmemiş olması mümkün müdür? Peki, gerçekleşme ihtimali olmayan şeyler neden gerçekleşir? Benim için edebiyat, bu tür sorulara yeni cevaplar bulabilmek için deneyler yapabileceğim bir alan. Anlattıklarımın bizim gerçekliğimizde yaşanmış olmasının bir önemi yok. Önemli olan, bu hikâyenin -tıpkı rüyalar gibi kendine özgü kurallara sahip- kurgusal dünyanın o dengesiz, güvenilmez gerçekliğinde yaşanmış ya da yaşanabilir olması.
Beklediğim şey, okurlarımın gerçek ve uydurma arasında gidip gelen bu keşif sürecinde bana eşlik etmeleri ve gerçeklik algılarını birkaç saat askıya almayı kabul ederek emin oldukları şeyleri sorgulamaları. Okurlarım bunu yaparken bana da küçük şakalar yaparak onlara eşlik etmek kalıyor.
“Kar, Köpek, Ayak” ve “Taşlar” doğanın tehditkârlığı ile modernleşmiş hayatın çarpışmasına vurgu yapıyor. Doğa ile modern toplum arasındaki sınır edebi eserleriniz haricinde birey olarak size ne ifade ediyor?
Biz insanların doğa ile iletişim kurmak konusunda sorunlarımız olduğu çok açık. Onun dilini anlamıyoruz ve onun bizi anlamasını sağlamanın yollarını bilmiyoruz. Benim romanlarım bu iletişim sorunlarını konu ediniyor (örneğin, Taşlar’da farklı diller konuşan ve nasıl anlaşacaklarını bilmeyen iki topluluğun, yani doğadaki bir madde olan taş topluluğuyla insan topluluğunun arasındaki çatışmayı anlatıyorum). Aradaki anlaşmazlık, ortak bir dil bulmanın zorluğundan doğuyor. Bu, insanların kendi aralarında da yaşadıkları bir sorun. Ben bu noktada sorumluluğun doğaya değil büyük ölçüde insana ait olduğunu düşünüyorum.
Yine de kendime şu soruyu soruyorum: geleneksel toplumlar doğayı daha iyi anlıyor ya da onunla daha uyumlu bir ilişki mi kuruyorlardı? Benim bu konuda şüphelerim var. Elbette, geleneksel toplumlar, insanların daha saldırgan olmalarının önüne geçen az gelişmiş teknolojileri nedeniyle doğaya daha az zarar veriyorlardı. Ama onlar bizden daha az acımasız ve umursamaz değillerdi. Sadece daha zararsızlardı (Adelmo, vadisindeki küçük dünyasıyla uyum içinde yaşıyor gibi gözükse de aslında doğayla her gün yeniden başlayan çetin bir savaş sürdürüyordu).
Kısa süre önce kazanmaya başladığımız çevre duyarlılığı bilinci, son yıllarda doğayla süregelen ilişkimizin seyrini değiştirmek zorunda olduğumuz konusunda gözlerimizi açmamızı sağladı. Bunun öncelikli bir konu olduğuna inanıyorum çünkü ben, hiç tereddüt etmeden doğanın hassas dengesini bozan, gezegenin ve gelecek nesillerin yaşamında doğacak sonuçları umursamadan doğal kaynakları acımasızca ve utanmazca yok eden neslin bir üyesiyim.
Adelmo Farandola kurgusal karakter olmanın ötesinde, doğaya tutkunluğu, inadı, bilge duruşu, masum ama sinsi oluşu, reddedişleri, tavrı, sivriliği gibi belirgin özellikleriyle bir insan biçimini temsil ediyor. Baskın ve özgün bir karakter. “Oblomovluk” gibi. Sizin “Adelmo Farandola” olmak ile ortak noktalarınız var mı?
Doğrusunu söylemek gerekirse kendimi Adelmo Farandola’ya yakın hissetmiyorum. Onun peşinden gittim, onu tarif ettim, anlamaya çalıştım, tuhaflıklarına ilgi duydum, hatta onun için ve anlamsız davranışları için endişelendim. Yine de Adelmo’nun benden ya da başka herhangi birinden çok uzak bir kişilik olduğunu düşünüyorum. O, belki de farkında olmadan, insani doğasını reddedip varlığını hayvan, bitki ya da doğadaki cansız bir madde gibi sürdürmek isteyen bir adam. Diğer taraftan, Adelmo da beni kendinden uzak tuttu. Aynı şeyi, biraz yakınına gelip onu daha iyi anlamaya çalışan okurlara da yaparak bir sır olarak kalmayı tercih etti. Bu farklılığı, yabancılığı, uyuşmazlığı, uzakta durma halini anlatmak benim için çok ilgi çekici.
“Taşlar”ın küçük İtalyan kasabası Sostigno’yu basması sizin gözünüzde distopik bir durum mu?
İtalya’da son yıllarda çok sayıda distopik roman yayımlanıyor. Bazıları çok iyi, bazıları daha az iyi olan bu romanların hepsi, keder ve korkunun damgasını vurduğu bir zamanın ürünleri olduklarından derin bir endişeyi dile getiriyor. Ama ben distopik bir roman yazmayı düşünmedim. Bu yazın türüne katkıda bulunmak istemedim. Taşlar’da dünyanın muhtemel sonlarından birini, derin bir krizi ya da bir felaketi anlatan bir hikâye yok; roman, insanlar ve taşlar, canlılar ve cansızlar arasında bir süredir devam eden çok karmaşık bir bir arada olma halini anlatıyor. Distopyalarda kuvvetli bir dram, -her şeyin sona erdiği bir anda değilse bile- tarihi bir anın sonunda bulunmanın getirdiği bir duygu vardır. Oysa Taşlar’da komik olaylar, abartılı davranışlar, absürt tiyatro, karikatürize edilmiş görüntüler var. Hikâyedeki bütün olaylar çok muğlak ve bence bu her şeyin biraz daha ilgi çekici ve merak uyandırıcı olmasını sağlıyor.
Sıklıkla duyduğunuzu düşündüğüm bir benzetme: Buzatti. Benim bu ortak payla ile ilgili merak ettiğim: Benzer kalemlerin ve kurguların farklı yaş gruplarına hitap etmesi hakkında ne düşünüyorsunuz.
Klasikler, (Ramuz, Palazzeschi ve sevdiğim birçok başka yazar gibi Buzzati de modern bir klasiktir) yazıldıkları dönemin sınırlarını aşan hikâyeler anlatır. Benim için bugünden bahsetmek yani yazılarımda mutlaka güncel olaylara yer vermek, yaşadığım zamana damga vuran büyük problemlere doğrudan atıfta bulunmak önemli değil. Bir şeyleri açıkça söylemektense ironik göndermeler içeren masalsı hikâyeler anlatmayı tercih ediyorum. Edebiyat kıyılarda dolaşır, olayları olduğu gibi kaydetmez çünkü bunu yapmak araştırmacı gazeteciliğin görevidir. Klasiklerin de bize her zaman gösterdiği gibi, edebiyat derin ve dikkatli bakışlarını olayların ya da şeylerin üzerine yöneltir, bize gerçeği kurcalamayı, taşların altına ve çalıların arasına bakmayı, bakışlarımızı her zaman daha uzağa çevirmeyi öğretir ve bu keşif yolculuğunda yeni kelimeler bulmamıza yardım eder. Bence bu özellikler edebiyata güçlü bir pedagojik değer ve sonu gelmeyen bir modernlik kazandırıyor.
Bundan sonra ortaya çıkaracağınız eserlerde insanın doğaya ya da doğanın insana etkisini söz ettiğim ilk iki kitabınız kadar yoğun biçimde ele almayı düşünüyor musunuz?
Kar, Köpek, Ayak’ta küçük, yalnız bir adamla onu alt eden doğa arasındaki çok sıkı ama bir o kadar da çekişmeli ilişkiyi, Taşlar’da benzer bir doğa ile köyde yaşayan bir topluluğun (hatta bu topluluktaki farklı nesillerin) arasındaki çatışmayı anlattım. Bu, benim için çok önemli bir konuyu yani biz insanlarla bizi kuşatan dünya arasındaki ilişkiyi ele almak için seçtiğim farklı bir yoldu. Bu kitaplar dağdaki küçük bir vadiye sıkışmış, mevsimsel döngülerle ve kendilerinden çok daha kuvvetli doğal afetlerle mücadele eden insanların zorlu yaşamını anlatıyor. Aynı konu, henüz Türkçeye çevrilmemiş çocuk kitabım Le maschere di Pocacosa’da ve -özellikle- İtalya’da yeni çıkan Gli oscillanti isimli romanımda da işleniyor. Her iki kitapta da yaşamdaki zor koşullar, insanları anlamsız, gizemli hatta kendilerine zarar vermelerine neden olacak davranışlara yönlendiriyor. Özetle, dağlardaki kapalı toplumlar, benim anlattığım türde sosyal deneyleri kurgulamak için ideal laboratuvarlar.
Radyo ve oyun yazarlığı da yapıyor olmanızı romanlarınızdaki okuyucuyla iletişimi sağlam kuran dille ilişkilendiriyorum. Sizin türler arası etkiyle ilgili düşünceleriniz nelerdir?
Tiyatroyu, özellikle de komediyi çok seviyorum. Kitaplarımdaki karakterlerin bir komedi oyunundaki karakterler gibi zekice, olayları hafife alan esprili bir tavırla konuşmalarını istiyorum. Yazdığım diyaloglardan anlaşılabileceği gibi durum komedilerini de seviyorum. Bence roman, farklı yazın türlerini bir araya getirmek için en elverişli alan. Roman, doğduğu günden beri kucaklayıcı, türlerin birbirine geçtiği, farklı türlere uyarlanmaya uygun, başka dilleri, tarzları, birbirine uyum sağlaması zor görünen türleri kabul etmeye hazır bir yazın türü. Roman aslında gücünü bu özelliklerinden alıyor. Oysa biz bugünlerde onun gücünü unutuyor, romanın hikâyelerden, bir olay örgüsünden ibaret olduğunu varsayıyoruz.
Son olarak; dünya edebiyatından bir kitap olacak olsanız, hangisi olmak isterdiniz? (Kapağıyla, sayfalarıyla bir kitap olduğunuzu hayal edin.)
Virginia Woolf’un Orlando’su olmak isterdim.
Sevgili Claudio Morandini’ye söyleşi teklifimizi kırmadığı için bir kez daha teşekkür ediyoruz.
Harika röportaj. Edebiyat ve doğa ile insan arasındaki ilişkiye dair görüşleri ilgimi çekti.