Deniz Erbulak, farklı türlerde yazdığı kitaplarla geniş bir okur kitlesine hitap eden üretken bir yazar. Polisiye, korku, gotik, distopya ve çocuk edebiyatı türlerinde eserler veren Erbulak, son olarak X-Libris Kitap etiketiyle yayımlanan Arben: Hiperkuleden Kaçış ile okurlarına geleceğin İstanbul’unda geçen bir macera sundu.
Deniz Erbulak ile yaptığımız bu söyleşide, Erbulak’ın yazarlık anlayışından, türler arasındaki geçişlerine ve karakter yaratımındaki detaycılığına kadar pek çok konuyu ele aldık. Erbulak aynı zamanda edebiyatın sınırlarını nasıl yorumladığını ve farklı yaş grupları için yazarken nelere dikkat ettiğini de paylaştı.
Söyleşi: Ece Çavuşoğlu
Deniz Erbulak ile “Arben: Hiperkuleden” ve Edebiyat Üzerine
X-Libris Kitap’tan çıkan son romanınız “Arben”den biraz bahseder misiniz? Okuru neler bekliyor bu kitapta?
Arben 16 yaşında bir kız. 2146 yılının hiç bitmeyen kar yağışı altındaki İstanbul’da, becerikli bir hırsız olarak yetişmiş. Ama bir gece işler karışıyor. Kendini teknoloji karşıtlarının gösterisinde buluyor ve tutuklanıyor. İstanbul’un en büyük hiperkulesindeki bir şirkette çalışmak üzere şartlı tahliyeyi kabul ediyor. Hem de şirketteki Kayıp ve Çalıntı Eşya Bölümünün elemanlarından biri olarak!
Yeni hayatında herkes onu tutuklanmayı göze almış bir aktivist zannederken o hırsız olduğunu gizleyerek aynanın diğer tarafından eski hayatına bakıyor. Kâh oraya yeniden dönmeye çalışarak kâh yeni hayatında kayıp eşyaların gizemlerini çözerken eskiyi unutarak. Bu kitap, öteki insanlar dediklerimizden biri olmanın hikâyesi. Aynanın diğer tarafına geçme ve kendimize bakma hikâyesi. Üstelik o, gelmesinden korktuğumuz zorlu ve tehditkâr geleceğin tam ortasında.
“Matematik Eğitiminin Geri Dönüşü Yoktur”
Siz ayrıca jeoloji mühendisliği okudunuz. Mühendislik yazarlık disiplininizi etkiliyor mu? Kitaplarınızda kurgularınız hep çok kuvvetli, bunda mühendisliğin bir katkısı var mıdır?
Mühendislik eğitimi matematiktir ve matematik eğitiminin geri dönüşü yoktur. Artık kafanız hep 2+2 şeklinde çalışır. Bir sonuç istiyorsanız sebebini bilmek istersiniz. Hayatı, hikâyeleri, anlattığınız bir fıkrayı bile denklem olarak görürsünüz ve denklemin basamaklarından biri eksikse kafanıza feci halde takarsınız. İşte bir mühendisin roman yazarkenki durumu budur.
Hayal gücüm bana ne kadar heves uyandırıcı önerilerle gelirse gelsin, kendini bana ispatlaması gereklidir hep. Örneğin, “Kadın sokakta yürüyordu ve sonra uçup gitti,” gibi fantastik bir cümleyi, romanın kendi mantığında sağlam bir gerekçe bulmadan yazarsam muhtemelen ömür boyu uyuyamam. Gerçek olmayabilir ama iyi bir gerekçesi olmalıdır. O zaman okuyucu da ayağını sağlam basar ben de. Ayağınız sağlam basıyorsa, başınızı kaldırıp sıra dışılıklara bakarken düşmekten korkmazsınız, artık başınızın dönmesi için hazırsınızdır. Bu anlamda özellikle fantastik, bilimkurgu ve distopya türlerinin, hayal gücünün yanında, belki ondan daha çok, matematiğe teslim edilmesi gerektiğini düşünürüm.
“Karanlık Türlerden Vazgeçemiyorum”
Polisiye, korku, gotik, distopya… Pek çok türde roman yazıyorsunuz. Sizin için hangi türde yazmak daha keyifli?
İtiraf ediyorum; karanlık türlerden vazgeçemiyorum. Aslında tür ayrımı olmaksızın, roman yazmak bir bulmacayı tersten kurma eylemidir. Okuyucu, hayal kırıklığına uğramadan, severek, heyecan ve merak ederek, düşünerek ve hissederek o labirentten geçsin, bulmacayı çözsün diye! Bulmaca kurmak için en zengin ve keskin malzemenin de gotik, fantastik, distopya ve elbette polisiye gibi türlerde olduğuna inanıyorum. Ama ben yine de tek bir türe bağlı kalmayı reddeden bir yazarım. Çünkü karanlık türlerin yanında günümüz gerçekliğinde geçen romanlar da yazdım. Aşk üzerine, aile üzerine, ilişkiler üzerine… Onların bulmacasını kurarken de sade gerçekliğin, o bildiğimiz aydınlığın içinden hayatı tespit etmekten zevk duydum. Farklı türlerde yazmak; kameranızı alıp en güzel açıyı yakalamak için yer değiştirmek ve her noktadan başka bir fotoğraf çekmek gibi.
Yetişkin, genç ve çocuklar için eserler veriyorsunuz. Çocuk/gençlere yazmak ile yetişkinlere yazmak arasında temel farklılıklar neler oldu sizin için? Var mı böyle bir farklılık?
Aslında temelde iyi edebiyat, iyi kurgu, iyi anlatım vardır. Ama gençler ve çocuklar için yazarken bu şemsiye tanımlamadan çıkıp biraz detaya iniyorum. Onların içinden geçtikleri, bize göre birkaç yıldan ibaret olan, onlar içinse hayatlarının en sarsıcı ve büyük dönemini, gerçekten anlamaya çalışıyorum. Dili, üslubu ayrı ayrı seçiyor, milimetrik farkları yakalamaya çabalıyorum, duygusal değişimlerini, akıl yürütüşlerini asla hafife almadan.
“Genç Okuyucu Ve Çocuk Okuyucu Müthiş Bir Algıyla Metni Yakalıyor”
Onlara en dikkatle tasarlanmış hikâyeyi vermek için yazıyorum Bu döneme ait yaşları ince ince neredeyse kıymık kıymık ayırıyorum. 10 yaş, 11-13 yaş, 12 yaş üzeri, 14 yaş üzeri, 16 yaş üzeri… Bir de bunların her birini, mizah, polisiye, macera, gotik, günlük vs diye de grupluyorum. Kılı kırk yarmak diyebiliriz. Çünkü genç okuyucu ve çocuk okuyucu müthiş bir algıyla metni yakalıyor. Beni en çok ve en hızlı dönüştüren, bana en hızlı öğreten okuyucu, çocuk ve genç okuyucu. Yetişkin okuyucu için yazarken ise onların kendi içlerine dönerek okuyacaklarını biliyorum. Bunun da şu güzelliği var; biz yetişkin okuyucuyla, belki de hayatta birbirimizin yüzünü hiç görmeyeceğimizi bilerek aynı hikâyeye bakıyor fakat her birimiz ayrı ayrı bütün berraklığıyla kendi içimizi görüyoruz. Bu derin, yalnızlığa müsaade eden, anlaşılmayı birbirine sunabilen, mecburiyetsiz bir yol ve anlatmayı, dinlemeyi ince bir zevk, hayata ve sanata duyulan samimi saygı haline getiren bir yoldaşlık bana göre.
“Benim İçin Karakter Olmazsa Hiçbir Şey Olmaz”
İlham perilerine inanıyor musunuz? Bir kitap fikri nasıl oluşuyor ve gelişiyor?
İlham, geçmişin hatırlamadığınız bir köşesinde, bilinçaltınızdaki muhteşem koleksiyonunuza attığınız her şeyin, bir tetiklenmeyle patlayarak sizi yakalamasıdır. Sakladığınız her şey, o an birbiriyle işbirliği yapar ve aklınızdakini anlatacak en güzel kelimeler en mükemmel sıralanışla diziliverir. Bilinçaltınız devasa bir tavan arası gibi karşınıza serilmiştir. İlham, kontrolsüz gelişen bir çeşit “mükemmel dizilim”dir.
O dizilim anını çağırmak için bir şeylerin bize nüfuz etmesi gerekir. Bir müzik, yanımızdan geçen hiç tanımadığımız birinin gözlerindeki ifade, bir yemeğin tadı, bir koku, bir rüzgâr, ceketinizin kolunda bir leke, bir kelime. Edebiyat etkilenme sanatıdır ve kollarımızı açarak kendimizi etkilenişin rüzgârına bırakmak iyidir. Ben kurgularımda bu etkilenişlerden kaçmam ve genelde de önce karakterlerim oluşur. Zihnimde uzakta belirmeye başlar ve yaklaşırlar. Kendilerine has giyinmişlerdir. Kendileri gibi bakarlar. Ben de onlara merak, ilgi ve bağlanma kabulüyle! Karaktere bağlandıktan ve o, benim için gerçek birine dönüştükten sonra artık onun içinde olacağı mekânlar da yaşayacağı olaylar da söyleyeceği sözler de zaten bellidir. Benim için karakter olmazsa hiçbir şey olmaz. O oluştuysa da roman zaten gelip beni bulur. İlham perilerini bu süreçte görevlendirmediğim için üzgünüm, mühendisliğime versinler.
Yazarken rutinleriniz var mı? Belli saatlerde mi yazarsınız mesela? Ya da her gün şu kadar saat kapanıp yazayım der misiniz?
Rutinlerim var ama disiplin olsun diye değil. Roman hakkında kesintisiz düşünmek için sessizliğe ihtiyaç duyarım. Özellikle fiziki işler yaparken gün boyu bu düşünce süreci mükemmel akar. Yazmaya başladığımda zaten roman iskelet olarak belirlenmiş, başı sonu netleşmiştir. Yazarken de sessizlik ararım. O yüzden gece yazmak en cazip seçenek olur hep. Işık, masa, defterler kalemler, oturduğum sandalye değişmesin isterim.
Romanın başında daha az yazıp daha çok müzik dinler, film izler, tabloların ve çizerlerin peşinde dolanır, bilimsel ya da ezoterik makaleler okur, başucuma da çocukluğumdan beri sevdiğim ve ezbere bildiğim kitapları koyarım. Romana başlarken ve bitirirken gerginlikten sürekli atıştırır, romanın zirve kısmında yemek yemeği unuturum. Sabahladığım gecelerin ardından, artık, üç saatlik uykuyla kalkıp devam ettiğim günler geldiyse ve yazı mesaim de günde 6 saatten 14-18 saate çıktıysa, roman rayına oturmuş bir vagon gibi yokuş aşağı gidiyor demektir. Ben sadece o vagonun içinden romanda yaşananları izlerim. O noktada zaten artık yapacağım başka bir şey yoktur.
Arben’in Yeni Macerası Yolda
Bu aralar ne yazıyorsunuz? Okurlarınızı ne bekliyor?
Arben’in ikinci macerasını yazdığım buhranlı ama heyecanlı bir dönemin sonundayım. Arben artık bütün gerçekliğiyle kafamın içinde. Aslında o anlatıyor ben yazıyorum sanırım. İkinci kitapta distopyanın, cyberpunk ve steampunk’ın birbirine karışan renkleri daha keskin. Sorular ikilemler yaratıyor. Arben’le beraber biz de düşüneceğiz; gerçek ve korkunç olanı mı yoksa yapay ve güvenli olanı mı istiyoruz? Kayıp eşyaların peşine düşerken 2146’nın İstanbul’u bize efsunlu, tuhaf deliller mi sunacak yoksa kuantum algoritmalarının ağında debelenip duracak mıyız? Her bulmaca tamamlanmak ister! Arben’in bulmacası da bunu istiyor. Vagonun içindeyiz. Her şeyin olup bitmesini bekliyoruz.
Deniz Erbulak’ın Arben: Hiperkuleden Kaçış romanı hakkındaki görüşlerinizi yorumlarda veya Kayıp Rıhtım Forum’da paylaşabilir, daha fazlası için bizleri Google News ve WhatsApp’tan takip edebilirsiniz.
Forum üzerinden yorum yapıp sohbete katılmak için tıkla!