in ,

Kristal Kelepçe 2024 Yılın Polisiye Romanı Ödülü Sahibi Günay Gafur ile Söyleşi

Kristal Kelepçe 2024’te “Baba” adlı eseri ile Yılın Polisiye Romanı Ödülü’nü alan Günay Gafur ile kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik.

Günay Gafur ile Söyleşi
- Reklam -
- Reklam -

Türk edebiyatında polisiye ve gerilim türlerinin üretken kalemlerinden Günay Gafur, sürükleyici hikâyeleri, akılda kalan karakterleri ve derin olay örgüleriyle geniş bir okur kitlesine hitap ediyor. Her kitabında okurlarını suçun, adaletin, bilimin ve insan psikolojisinin karanlık köşelerinde dolaştıran Gafur, edebi yeteneğiyle bu türde kendine özgü bir yer edindi.

Bu özel röportajda Günay Gafur ile yazarlık serüvenine, polisiye türüne olan tutkusuna, eserlerinin arkasındaki ilham kaynaklarına ve gelecekteki projelerine dair samimi bir söyleşi gerçekleştirdik.

Söyleşi: Banu Akeloğlu

- Reklam -

Günay Gafur ile Polisiye Edebiyat Söyleşisi

Sevgili Günay, Bu seninle kaçıncı söyleşimiz olacak bilmiyorum ama yine aynı heyecanı taşıdığımı söyleyebilirim. Her defasında yeni şeyler öğrenmeme vesile olan ve her zaman merak uyandırmayı başaran bir yazarsın. Seninle yeniden bir söyleşi yapmak benim için hem mutluluk hem de farklı bir gurur. Çünkü bu kez, Kristal Kelepçe Ödülü sahibi bir yazarla röportaj yapmanın onurunu yaşıyorum. Polisiye edebiyatındaki bu büyük başarın için seni bir kez daha tebrik ediyorum.

Sorularıma geçmeden önce, senden kısaca kendini tanıtmanı rica ediyorum. Polisiye dünyasının sevilen isimlerinden biri olarak, okurlar seni kitaplarından ve unutulmaz karakterlerinden tanıyor. Ama bu kez, seni kendi cümlelerinle dinlemek istiyoruz: Günay Gafur kimdir? Yazarlıkla geçen bu yolculuğu bize nasıl özetlersin?

Senin gibi bir dostla yeniden röportaj yapmak, konuşup dertleşmek benim için de büyük mutluluk ve onur sevgili Banu. Çünkü melek gibi bir kalbin ve harika bir kalemin var. Daha nice sohbetlerimiz olsun.

Günay Gafur kimdir, sorusuna vereceğim en iyi cevap sanırım şu: Küçücük bir çocukken bile kalın kalın kitaplar yazmayı hayal eden, bu hayalini gerçekleştirebilmiş şanslı bir adam. Kurduğum hayali yakalamak için ilk oltamı savurduğumda henüz on yaşımda bile değildim. Bu düşsel kancanın ucu; büyümüş, kitap yığınlarıyla dolu bir masaya oturmuş hikâyeler romanlar yazan, gelecekteki Günay’a takıldı. Bu düş o küçük çocuğun öyle hoşuna gitti ki hayalden öte bir tutkuya dönüştü. O günden sonra kalem ve kâğıt ayrılmaz bir parçam oldu. Artık kendimi sıklıkla aklıma gelen bir hikâyeyi, yaşadıklarımı, isyanlarımı veya zihnimde canlanan dizeleri yazarken buluyordum.

Hatırlıyorum. Seksenlerin sonları. Ankara Yenimahalle’nin Gürler Sokağı’nda yaşıyoruz. Her çocuğun kendi mahallesindeki okula yürüyerek gittiği, trafiğin olmadığı, geç saatlere kadar sokaklarda oynadığımız, susayınca evden değil komşu teyzelerden su istediğimiz, suyun yanında meyveler, yemekler veren gönlü bol komşu teyzeleri aileden bildiğimiz, bahçelere dalıp elmalar armutlar aşırdığımız, koskoca mahallenin koskoca bir aile olduğu o güzel seneler. Bunca oyun ve eğlencenin yanında ben bir de çok okuyorum o küçük yaşlarımda. Sokağın, arkadaşların ve oyunların yorgunluğunu sobalı evimizin sıcağında kitap okuyarak çıkardığım güzel yıllardı.

Yan binada oturan teyzemlerin evinde depo niyetiyle kullanılan, eski eşyalarla dolu karanlık bir oda vardı. Akşamları sık sık teyzemlere gider, o karanlık, küçücük odaya girer, kapısını kapatır ve düşler kurardım. Sonra heyecanla odadan çıkar ve düşündüğüm şeyleri kâğıda dökerdim.

“Şanslı ve Mutlu Bir Yazarım”

Şimdi kendimi tanıtırken, kimya mühendisliği okumuş, üniversitedeki aşkıyla evlenmiş, iki harika çocuğa sahip, hâlâ Ankara’da yaşayan, kendi hâlinde mutlu bir adamım cümlesinin yanına, romanları ve hikâyeleri olan kendi hâlinde, şanslı ve mutlu bir yazarım, cümlesini de ekleyebiliyorsam bunu o günlere borçluyum sanırım. Kitaplarla, oyunlarla ve hikâyelerle geçen o güzel günlere. Kısaca seneler önce o karanlık odada başlayan yolculuk hâlâ devam ediyor.

Zülfü Livaneli der ki: “Roman yazmak soğukkanlı bir mühendislik sanatıdır.” Bu sanatı en ustaca icra eden yazarlardan biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yazar kimliğim bir yana, bütün kitaplarını büyük bir keyifle okuyan bir mühendis olarak merak ediyorum. Ayrıca senin de kimya mühendisi olduğunu bildiğim için şunu sormak istiyorum: Fiziğin sınırlarını gizemle zorladığın o özel satırları yazarken, yazdıklarının sorunsuz işleyişinden emin olmak için bazı deneyler yaptın mı? Özellikle son kitabın “Baba”da bahsettiklerinden…

Mühendislik okumam sanırım hikâyelerimi belli bir matematiğe daha kolay oturtabilmemi sağlıyor ama bunun yanı sıra pozitif bilimlere olan ilgimi de hep canlı ve taze tutuyor. İnsan hafızasının hâlâ açıklanamayan sırlarından tut, kuantum fiziğinin gizemli topraklarında gezinmek, oradan paralel evrenlerin bilinmez dünyasına adım atmak müthiş heyecanlı. Bu öğelerin bir polisiye romana bambaşka bir lezzet kattığını düşünüyorum. Tabii okuru ikna edebilmek kaydıyla.

Baba - Günay Gafur

Yarattığım evrenler, her ne kadar karanlık olsalar da satır aralarına bilimin ışığı ile aydınlanmış bölgeler serpiştiriyorum. Bu aydınlık alanlar güncel teoriler, araştırmalar ve deneyler ile literatüre girmiş bilimsel çalışmaları içeriyor. Romanlarımda geçen bazı çok küçük kısımları, mesela gizli mürekkeple yazılmış şifreli mektuplar gibi, üniversite yıllarımda laboratuvarda test etme şansım olsa da çoğu teknik detay için ve özellikle sorduğun Baba’daki kısımlar için herhangi bir deney yapmadım.

Buralarda teorik bilgimin ve daha önce yapılmış deneylerin yeterli olduğuna inanıyorum. Ancak bir gün birisi çıkar da kurgudaki düzenekleri hazırlayıp böyle deneyler yaparsa sonuçlarını bana da bildirsin lütfen. Eğer sonuç benim yazdıklarımdan farklı çıkarsa sanırım biraz mahcubiyetle ama daha çok çocuksu bir sevinçle karşılarım bu durumu. Gerçek olmayacak bir şeye okuru ikna edebilmişim demektir. Gayet iyi bir uydurukçu olduğumu anlar ve olay yerinden kaçarak uzaklaşırken gülümserim.

Yazdığın kitaplarda insan ruhunun derinliklerine inmeyi ve karakterlerin içsel çatışmalarını keşfetmeyi seviyorsun. Benim merak ettiğim, gerçek hayatta karşılaştığın bir durumu ya da kişiyi, yazdığın bir hikâyede karakterine dahil ettiğin oldu mu? Eğer öyleyse, bu gerçek durumun hikâyene nasıl yansıdığını anlatabilir misin?

Etrafımdaki bir kişiyi birebir aktardığım bir karakterim olmadı. Ama her kurgusal karakterim gerçek hayatta karşılaştığım birilerine az ya da çok benziyor. Farklı insanların farklı özelliklerini birleştirip yeni karakterler yaratıyorum galiba. Birinden biraz takıntı, bir başkasından bir tutam merhamet, diğerinden bir tatlı kaşığı öfke, şundan biraz zekâ, bundan kırılganlık veya şundan hayatta kalma becerisi derken ortaya yeni ve hayali insanlar çıkıyor. Gerçek ve tutarlı olmayanları eleyerek karakterlerime son şekli veriyorum ve hep beraber yolumuza devam ediyoruz. Kurgularımda da durum benzer. Birebir olmasa da hikâyelerimde geçen olaylar gerçek hayatta karşılaştığım durumlardan esintiler içeriyor. Kalan kısmı hayal gücüme bırakıyorum.

Dark Polisiye 2. Kitap için yazdığım Yanılsama adlı öyküm, kızımın gördüğü bir rüyaya dayanıyor mesela. Sabah bana rüyasını anlattığında kafamda bir hikâye şekillendi ve üzerinde epey oynadıktan sonra ortaya Yanılsama çıktı.

“Stephen King ile Haftalarca Sohbet Etmek İsterdim”

Yazarlar, yazma süreçlerinde bazen yaşadıkları toplumsal olaylardan, içinde bulundukları kültürlerden veya ilham aldıkları diğer yazarlardan etkilenirler. Mesela García Márquez, yazarlık yolculuğunda Virginia Woolf’tan etkilendiğini belirtir. Peki, senin de etkilendiğin, feyz aldığın ya da dönüp baktığında keşke ustam olsaydı dediğin bir yazar var mı?

Düşününce tek bir yazar ismi canlanmadı şimdi gözümde. Çocukluk çağlarımdan itibaren hayranlıkla okuduğum her yazar ve şair beni etkilemiştir. Orhan Veli ve Turgut Uyar’dan tut, Mario Puzo ve Agatha Christie’ye Arthur Conan Doyle’dan Edgar Allan Poe’ya, Richard Feynman’dan Stephen King’e kadar gider bu liste. Daha adını yazmadığım onlarca yazar var tabii.

Bu tarz soruların cevapları bende değişken oluyor nedense. O an, sorunun sorulduğu gün hangi isim yakın geliyorsa bana hafızam onun adını ve yüzünü getiriyor karşıma. Şu anda da ustam olsaydı ya da oturup yazarlık üzerine günlerce, haftalarca sohbet edebilseydim dediğim ilk isim Stephen King.

Kahin - Günay Gafur

“Son Yıllarda En Çok Geceleri Yazdım”

Okurlar, yazarların yazma rutinlerini her zaman merak eder. Mesela sabahları mı yazmayı tercih edersin, yoksa gece mi? Ayrıca, yazarlık atölyelerinde genellikle her gün yazmak gerektiği söylenir. Peki, senin için de böyle mi, yoksa yazma alışkanlıkların daha farklı mı?

Tercihim, sabah günün ilk ışıklarıyla kalkıp yazının başına oturmak ve gece geç saatlere kadar daha doğrusu sırtım, belim ve zihnim müsaade edene kadar, akıştan kopmadan elimdeki işi bitirmek. Ancak para kazanmak için farklı bir işte çalıştığım düşünülürse bu mümkün değil. İş değişikliği yaşadığım bir ara dönemde, Kuklacı’yı ve Kâhin’in bir kısmını neredeyse böyle kesiksiz bir rutinle yazdım. Küçük molalar haricinde saatlerce yazdığım müthiş bir dönemdi.

Son yıllarda en çok geceleri yazdığımı söyleyebilirim. Kimsenin olmadığı sessiz bir ortamda verimli yazabiliyorum. Ancak her gece geç vakitlere kadar yazıp, sabah erken saatte işe gitmek bir noktadan sonra bünyeye fazla geliyor. Birçok kez klavyenin başında uyuduğumu hatırlıyorum. Parmağım tek tuşa basılı kalmış ve sayfalarca aynı harfi yazmışım. Uyandığımda artık o gecenin harfi hangisiyse, birbirimize bakıp gülümsüyoruz.

Yazmak kişisel ve göreceli bir yolculuk. Her yazar veya yazar adayı kendi rutinini keşfeder, keşfetmelidir de. Bu keşif için uzun süre yazma eylemini gerçekleştirmesi gerek. Belki de yazarlık atölyelerinde bunun için sürekli ve düzenli yazmaktan bahsedilir. Sırf bu keşif için. Sonrası, yazarın kendi yolunu kendi bulmasıyla ve yolculuğun tadını çıkarmasıyla ilgili. Hiç katılmadım ama belli başlı kaideler haricinde (çok okuyun, yazmaya çok ara vermeyin, size iyi gelen ortamı sağlayın vs) atölyelerde söylenenlerin kişisel deneyimlerden öteye gitmediğini düşünüyorum.

- Reklam -

Rutin oluşturmak bir zihin ve odaklanma meselesi. Hikâyeniz hazırsa ve kafanız sürekli yazacağınız hikâyeyle, yaratacağınız karakterlerle meşgulse merak etmeyin, zaten şartlar ne olursa olsun zihin bir fırsatını bulur ve o bedeni o masanın başına oturtur. Bir bakmışsınız yazıyorsunuz.

“Yazarken Dünyadan Geçici Olarak Koptuğum Doğru”

Tolstoy, ünlü romanı olan “Anna Karenina”yı yazıp bitirdiğinde, “Anna Karenina öldü,” diye ağlamış. Hissederek yazmak denilince bu gerçek olay akla gelir. Romanlarında duygusal bağ kurduğun bir karakter var mı?

Sanırım en küçük karakterle bile kuruyorum ben bu bağı. O an karakterim yoğun bir duygu yaşıyorsa ben de hissediyorum. Öfkelendiğim, heyecanlandığım, üzülüp ağladığım ya da heyecandan nefesimi tuttuğum çok olmuştur. Ana karakterlerde daha da güçlü yaşıyorum bunu tabii.

En son, Baba’da oldu hatta. Çocuğuyla ilgili acıklı bir hikâyeyi gözyaşlarıyla anlatan Profesör beni çok üzmüş ve onunla beraber ben de ağlamıştım. Kuklacı’da Dedektif Kenway’in emeklilik konuşmasını yazarken gözlerim dolmuştu. Kâhin’de, Nica bir eve girip zavallı bir kediyle karşılaştığında, Devran’ın karısı öldüğünde ve daha birçok satırda duygusal patlamalar yaşamışımdır. Yani evet, yazarken dünyadan geçici olarak koptuğum ve yazdığım evrene ışınlandığım doğrudur.

Kuklacı - Günay Gafur

“Uyarlamalar Üzerine Çalışmalar Devam Ediyor”

Kitaplar, filme uyarlanırken bazen o özgün duyguyu ve derinliği kaybedebiliyor. Senin böyle bir endişen var mı? Özellikle kitaplarından birinin, mesela “Kâhin” gibi bir eserin, beyaz perdeye aktarılması durumunda orijinal hâlinden farklı bir hâle gelmesi seni endişelendiren bir durum olur mu?

Endişem var tabii. Uyarlanan filmin kitaptaki o ruhu veremediği, beyaz perdede kitabın cılız bir kopyası gibi göründüğü çok örnek var. Yakın dönem popüler filmlerden aklıma ilk gelen örnekler, Alacakaranlık Kuşağı ve Açlık Oyunları. Ama çok iyi çok başarılı örnekler de var. Baba serisi gibi… Sanırım burada yazar ile film ekibinin aynı frekansta olması, yazarın kurgusuna ve karakterlerine sadık kalınması, etik değerlerin gözetilmesi, bazı ticari kaygılar nedeniyle radikal değişikliklere gidilmemesi gibi faktörler ön plana çıkıyor.

Başarılı senarist Ferhat Ergün ilk romanım Kuklacı’nın senaryosunu kitabın ruhunu yansıtacak şekilde büyük bir özveriyle yazdı. İçime sinen bir senaryo oldu. Baba ve Kâhin uyarlamaları üzerinde de çalışmaya devam ediyor. Kuklacı’nın dosyasını okuyan bir yapımcı, bu filmin epey yüksek bütçeli olacağını ama kurguda ve mekânlarda bazı değişikliklere gidilirse bütçenin kendisine uygun noktaya çekilebileceğini belirtti. Önerdiği haliyle çekilecek bir film ise benim yazdığım Kuklacı olmayacaktı. Dolayısıyla kabul etmedik.

Kâhin, Türk film sektörü açısından bakıldığında öncüllerine göre oldukça farklı ve kapsamlı bir proje. Kuklacı’ya kıyasla bütçesi daha da yüksek çıkacaktır. Ancak eminim ki seyirci üzerindeki etkisi ve gişesi de bir o kadar yüksek olacaktır. Yeter ki işin hakkı verilsin, yazarın söz hakkı gözetilsin. Kısaca şu görüşteyim: Layığıyla yapılacaksa, sonuç gerçekten iyi olacaksa olsun ya da hiç olmasın.

Sinema ve dizi sektöründeki basmakalıp işlere bakarak umutsuzluğa düşmeye gerek yok. Zaman zaman çok cesur işler yapılıyor ve güzel karşılık buluyor. Bu bir zaman ve zihniyet meselesi. Ve artık seyirci de farklı, kapsamlı, daha kaliteli ve yenilikçi projeler bekliyor yapımcılardan.

Benim inancım tam. Doğru yer ve doğru zamanda, endişelerimi giderecek, kitapların ruhuna saygı duyacak profesyonellerle bir araya geleceğimiz ve kaliteli işlere imza atacağımız günler çok da uzak değil.

“İyi Yazmak İyi Silmekten Geçer”

Kristal Kelepçe Ödülü hakkında konuşmak istiyorum. Ödül töreninde ismin açıklandığında sahneye çıkıp hepimizi derinden etkileyen bir konuşma yaptın ve bizler gözlerindeki gurura tanıklık ettik. Bu noktaya gelene kadar yazma süreçlerinde yaşadığın zorlukları tahmin edebiliyorum. Ödüllü bir yazar olarak, bu yolculukta genç yazarlara ne tavsiye edersin? Onların yollarını aydınlatmak için neler söylemek istersin?

On iki senelik yazarlık kariyerim boyunca kendi yaşadıklarımla birçok yazar dostumun yaşadığı sıkıntı ve zorlukların benzer olduğunu gördüm. Yazmak her ne kadar kişisel bir yolculuk olsa da dosyanızı yayınevine gönderdikten sonra süreç içinde doğrudan ya da dolaylı, birçok paydaşınız oluyor ve iş bu noktadan sonra kolektif bir hâle dönüşüyor. Hem yazım süreci hem sonrası için öğrendiklerim oldu tabii. Bunların hepsi kendi kişisel çıktılarım ama duymak isteyenler için paylaşayım elbette:

Daha önce de söyledim: Kendi yolculuk ritüelinizi kendiniz keşfetmelisiniz. Bunun için sık sık ve araya fazla mesafe koymadan yazmakta fayda var.

İyi yazmak iyi silmekten geçer. Beğenmediğiniz fazlalıkları, kurguya veya karakterlere katkısı olmayan kısımları silmekten korkmayın.

Sizi değerli kılan yayınevi değil yazdıklarınız. Elinizdeki en büyük ve tek güç bu: Kaleminiz ve emeğiniz. Yazım hayatınızda farklı yayınevleriyle çalışabileceğinizi unutmayın. Onlar değişir, değişmeyen sizsiniz. Kalıcı olup olmamanız yayınevine değil yazdığınız kitaplara bağlı. Emek harcamaktan ve iyi yazmaktan başka çareniz yok.

Beklentilerinizi yayıneviyle baştan konuşun. Sizin bekledikleriniz ve onların yapabilecekleri arasında muhtemelen büyük farklar olacak ve bu uçurum sonradan hayal kırıklığı yaratmasın. Anlaşamadığınız yerde uzlaşmaya bakın. Sizin beklentilerinizi karşılayacak bir yayınevi bulmanız pek olası değil. Ama ne olursa olsun emeğinizi sömürmeye kalkanlarla uzlaşmayın.

Kötü, gerçekten kötü yazılmış kitapların nasıl çok sattığına ve sizinkilerin neden yerinde saydığına bakıp umutsuzluğa kapılmayın. Piyasa başka bir şey edebiyat başka bir şey. Edebiyat okyanusunda kalıcı olabilmenin tek geçer kuralı iyi yazmak. Amacınız sadece ve sadece çok satıp para kazanmaksa ve çok popüler değilseniz yazmak yerine amacınıza uygun başka işler edinebilirsiniz.

Çeşitli sebeplerle yazmaktan vazgeçecek noktaya geldiğinizde şunu düşünün: Yazmazsam ne olur? Hayatımda yazmak eylemi olmasa ne olur? Bu sorunun cevabına göre devam edip etmeyeceğinize karar verin. Ben bu soruyla yüzleştim ve cevabım net: Ömrüm oldukça yazmaya devam edeceğim.

“Gizem Türünde Bir Çocuk Romanı Yazıyorum”

Son olarak bize gelecekteki projelerinden bahseder misin? Günay Gafur, okurlarına ne gibi sürprizler hazırlıyor?

Şu sıralar macera gizem türünde bir çocuk romanı üzerinde çalışıyorum. On yaş üzeri minik okurlarımın çok beğeneceklerini düşünüyorum. Kitapta gizem var, bilim var, macera var, arkadaşlık, dostluk ve kahkaha var. Yer yer hüzün de var. Hayatın kendisi gibi. Şimdilik üç kitaplık bir seri şeklinde düşündüğüm seriyi, yetişkin okurlarımın da keyifle okuyacaklarına eminim. Ama onlar için ayrı bir kitap fikrim var tabii. Yine suç ve gizem türünde bir yetişkin romanı. Hikâyeyi kafamda epey bir şekillendirdim ama şimdilik sürpriz olarak kalsın. Çocuk kitabı çıktıktan sonra detayları paylaşırım nasılsa.

Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim sevgili Banu. Lütfen sen de bir an önce yeni kitabının müjdesini ver ve benim gibi senden haber bekleyen okurlarını sevindir. Tüm okurlarıma selam ve sevgilerimle.


Günay Gafur’un eserleri ve Kristal Kelepçe Ödülleri hakkındaki düşüncelerinizi Kayıp Rıhtım Forum’da paylaşabilir, daha fazlası için bizleri Google News’ten takip edebilirsiniz.

Konuk Yazar

Siz de Kayıp Rıhtım'da konuk yazar olabilirsiniz!

İletişim: [email protected]

Bir Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Zero Day: Robert De Niro'lu Diziden İlk Fragman

Robert De Niro İlk Kez Bir Dizide: İşte Zero Day’den İlk Fragman

Kızıl Meşe: Ufuk Tekin'in Yeni Öykü Kitabı Çıktı

Ufuk Tekin’in İlk Öykü Kitabı Kızıl Meşe Raflarda