Hakan Sökmen imzalı Kıyamet Anahtarı kitabı kısa bir süre önce Timaş Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Bizler de daha önce Mimar Sinan’ın Kayıp Kafatası romanıyla tanınan yazar ile yeni romanı üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
SÖYLEŞİ: Aynur Kulak
İşletme eğitimi alıyorsunuz fakat sonrasında Mimari ve Restorasyon eğitimi alıp MSGÜ’de Resim Okuma ve Üslup üzerine eğitiminizi sürdürerek uzmanlaşıyorsunuz. Öyle görünüyor ki mimari, resim, arkeoloji, restorasyon hep odağınızda yerini almış. Sohbetimize buradan başlatırsak eğitim sürecinizin nasıl oluştuğu hakkında neler söylemek istersiniz?
İş dünyasının yoğun temposu içinde, ilgili duyduğunuz alanlara fazla vakit kalmıyor maalesef. Özel sektörde çalıştığım dönemlerde fırsat buldukça, gezmek için kendimi tarihi yarımadaya atıyordum. Tarih okumaları yapıp hayat hikâyelerine mekân olan mimari eserleri keşfetmek beni mutlu ediyordu. Gezdiğim dönemlerde birçok eser restorasyonda olduğu için, içlerine girme fırsatı bulamıyordum.
O dönemde restorasyonda olan en önemli eser Ayasofya’ydı… Bir gün yine böyle bir gezide Ayasofya kubbesinin altından yukarıya doğru bakıp kendi kendime “ben bu kubbeye çıkacağım” dediğimi hatırlıyorum. Fakat bunu nasıl yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. İlerleyen günlerde, restorasyon ekibine dahil olursam bunu başarabileceğimi öğrendim. En nihayetinde üniversitede Mimari ve Restorasyon bölümüne girdim ve bu alanda kendimi geliştirmeye başladım. Böylelikle hayalime giden yolda ilk adımı yaklaşık on yıl önce bu şekilde atmış oldum.
Bir yıl sonraysa restorasyon ekibinin içinde kendimi Ayasofya kubbesinde gezerken buldum. Sonradan fark edecektim ki, bu aynı zamanda yazarlığa giden yolun da ilk adımıymış…
Roma’da Floransa’da bulunup sanat tarihi konusunda incelemelerde bulunuyorsunuz ve Kudüs’e gidip dinler tarihi ve Osmanlı eserleri konusunda da araştırmalar yapıyorsunuz. Bu önemli iki süreç yazdığınız kitaplara yansımış. Mimar Sinan’ın Kayıp Kafası ve yeni çıkan kitabınız Kıyamet Anahtarı. Edindiğiniz bilgileri kurgu dışı kitaplarla okurla buluşturmak kafanızda hep var mıydı, yoksa süreçler bittikten sonra mı kafanızda oluştu?
Kitap yazma fikri, bütün bu süreçler tamamlandıktan sonra oluşmaya başlamıştı. Gördüğünüz yeni ülkeler, farklı kültürler ve yaptığınız okumalar, bakış açınızı genişletiyor haliyle. Bir dönem sonra, öğrendiklerinizle gelişen düşüncelerinizin, zihninizde yavaş yavaş büyüdüğünü hissediyorsunuz. En azından bende böyle oldu diyebilirim. Sonrasında bir şekilde üretime geçme fikri doğuyor. Bilginin formunu değiştirip bir kurgu içinde kullanmak, polisiye ve gerilim unsurlarıyla bezemek bana heyecan veriyor. Böyle olunca benim için de yazma süreci da zevkli bir hâl alıyor.
Hakan Sökmen: “Kıyamet Anahtarı’nın Mimar Sinan’ın Kayıp Kafatası Kitabına Göre Farkları…”
Kıyamet Anahtarı için sizi masanızın başına oturtan temel sebepler nelerdi? Ek olarak, ilk kitabınız Mimar Sinan’ın Kayıp Kafası kitabınızdan farkının veya farklarının ne olmasını istediniz diye de sormak isterim?
Buna Umberto Ekonun söylediği bir cümleyle cevap vermek isterim, çünkü bana da kitap yazdıran his bu oluyor genellikle. “Bütün öyküler bir imgeyle başlar…”
Kıyamet Anahtarı kitabı, Asperger Sendromlu özel bir çocuğun etrafında şekillenmeye başladı diyebilirim.
Diğer soruya gelecek olursak; Kıyamet Anahtarı kitabının, Mimar Sinan’ın Kayıp Kafatası kitabına göre birçok farkı yönü var. En önemli fark, özellikle kitabın son bölümlerinde hissediliyor bence. Kıyamet Anahtarı baştan sona gerçek hayattan hiç çıkmıyor. Okur kitapta ileri sürülen bütün tezlerin sonucuna gerçekçi bir çözümle ulaşıyor.
Bir diğer fark yazım üslubu diyebilirim. Kıyamet Anahtarı’nda iki zamanlı bir anlatı var ve bunun nedenini kitabın sonunda sürpriz bir şekilde öğreniyoruz.
“Yazma sürecinin sonunda, başında düşündüğünüz bilgilerin üzerine eklenen yeni bilgiler bazen kitabın seyrini de değiştirebiliyor. Kendi yazım tekniğimde kitabın sonunu baştan tasarlamadığım için kullandığım unsurların çeşitliği beni en kestirilemez sonuca götürüyor”.
Kıyamet Anahtarı’nın son derece gizemli bir hikâyesi var. Bu gizemli hikâyeyi güncel unsur olan kentsel dönüşümden tutalım da arkeoloji bilimi, Osmanlı tarihi, dinler tarihi gibi unsurlarla geniş bir yelpazede ele almışsınız. Hikâyeyi bu kadar geniş bir yelpazede mi yazmayı düşünmüştünüz en başından itibaren yoksa yazdıkça başka unsurların devreye girdiği farklı disiplinlerle alanını genişleten bir hikâyeye mi dönüştü?
Hikâyenin temel çözümlemelerini ve taslağını bitirdikten sonra, kullanacağım bilgiler az çok belirmeye başlıyor ama ne kadar tasarlasam da hikâye derinleştikçe hesapta olmayan ama kurguya girmesi gereken bilgiler çıkabiliyor. Yazma sürecinin sonunda, başında düşündüğünüz bilgilerin üzerine eklenen yeni bilgiler bazen kitabın seyrini de değiştirebiliyor. Kendi yazım tekniğimde kitabın sonunu baştan tasarlamadığım için kullandığım unsurların çeşitliği beni en kestirilemez sonuca götürüyor. Kendi okuduğum kitaplarda da, beklentim bu olduğu için, hedeflediğim sona ulaşmış oluyorum.
Her bir karakterin ayrı ayrı çok önemli olduğu bol karakterli bir yapısı var. Böylesine bol karakterli -ve meslekleri de farklı olan tabii- bir hikâye yazmanın avantajları (anlatılan hikâyeyi her açıdan detaylarınca ele almak adına) ve dezavantajları (bir karakterin diğerinin önüne geçmesi veya olayların önüne geçmesi gibi) oldu mu, olduysa nelerdi?
Öncelikle karakterlerin gerçek hayattan olmasına dikkat etmeye çalıştığımı belirmek isterim. Birçoğunun karakter özelliği tanıdığım ve gözlemlediğim insanlardan oluşuyor. Meslek grupları da genellikle içinde bulunduğum camiadan.
Açık söylemek gerekirse çok hâkim olmadığım alanlarda, o konulara hâkim olan kişilerle röportaj yaparak bilgilendim. Mesela Arkeoloji Müzesinde çalışan bir arkadaşımdan kafama takılan soruların cevabını aldım. Yine Asperger sendromlu çocukların özel durumlarını daha iyi anlamak için bu alanda çalışan bir öğretmen arkadaşımla röportaj yaptım.
Çok karakterli bir kitabın okuyucu adına empati yönünden avantaj sağlayacağını düşünüyorum. Bu noktada bir karakterin diğerinin önüne geçmesi veya olayların önüne geçmesi gibi bir kaygım olmuyor.
Her karakterin hikâyeye katkısı olması gerektiğini ve görevini tamamlayan bir karakterin kitapta bir sonunun olması gerektiğini düşünüyorum. Hikâyeye katkısı olmayan bir karakter okuyucuyu yanıltabilir.
Arkeolog Aras karakterinin merkezde olduğu bir hikâye. Aras karakteri size ilk olarak nasıl geldi? Karakterin kafanızda ilk şekillenişi nasıl oldu? Sanki otobiyografik bir karakter gibi, ne dersiniz?
Romanda sevdikleriyle tehdit edilen ve zamana karşı belirsiz bir serüvene atılmış Arkeolog Aras’tan bahsediyoruz. Bu güçlüklerle mücadele ederken kahramanımızın ön plana çıkan özelliğinin cesaret olması beklenebilir. Fakat ben Aras karakterini planlarken onun dürüstlüğünü, eşi için daha iyi bir adam olma çabasını ve bir babanın yapacağı fedakarlıkları ön plana çıkartmaya çalıştım. Kendisini dönüştüren erdem cesaret değil vicdan oluyor bir noktadan sonra. Aras’ın geçmiş dönemde yaşadıklarının geleceğini şekillendirdiğini düşünürsek otobiyografik bir karakter diyebiliriz tabii ki…
Mitler, mitolojiler, masallar, lahitler, tabletler, duvar yazıları, rivayetler… Yani aslında tüm bunların ortak özelliği kadim metinlerin günümüze kadar ulaşarak çözümlenmelerinin günümüz için neler ifade ettiği meselesini ele almışsınız. Bu unsurların günümüz için neler ifade ettiğini de konuşabilir miyiz? Farklı bir inşa olarak hikâyenin şimdiki zamanına önemli bir katman kazandırdığını düşündüm bu kadim unsurların.
Bu soruya kitaptan bir alıntıyla cevap vermek isterim. Ama öncelikle buradaki eser kavramını geçmişten günümüze ulaşan kadim bir öğreti gibi düşününüz.
“Hayat çok garip gerçekten, insanlar kadar tarihi eserlerin de bir kaderi var sanki…Yüzyıllar öncesinde, yeryüzünün derinliklerinde kaybolan eserler bir gün hiç ummadığınız şekilde karşınıza çıkıyor. O eser, sanat dilini kullanarak sizinle konuşmaya başlıyor. Sonrasında eserlerin kaderi sizin de kaderiniz oluveriyor. Bugün burada gördüğümüz tarihi eserler bizim kültür hafızamızdır. Onlara sahip çıkmazsak, yani onları çocuğumuzu korur gibi korumazsak, toplum bilincimiz elimizden alınır.”
“Geçmiş, gelecek ve içinde bulunduğumuz şu anın bir döngü olduğuna inanıyorum. Okurun bu döngünün içinde olduğunu hissetmesi için, Konstantinopolis bölümlerinde geçmişten gelen metinler gibi epik bir şiir üslubu kullanmak istedim.”
Konstantinopolis ve Geçmişin İzleri
Konstantinopolis başlığıyla kurgu içerisinde yer alarak geçmişten gelen metinler günümüzdeki hikâyelere önemli noktalardan bağlanıyor. Yani sadece kurguya destek vermiyor ya da hikâyenin kadim unsurlarını daha da görünür kılmıyor, aynı zamanda nedenleriyle ve niçinleriyle hikâyenin çatı unsuru görevini görmüş desem, ne söylemek istersiniz?
Konstantinopolis bölümlerinde bu yazım tarzını özellikle tercih ettim. Masalsı bir anlatım gibi görünse de aslında geçmişle geleceği birleştiren gerçek bir hayatın izlerini taşıyor.
Geçmiş uygarlıkların ya da toplumların, sosyal ortamlarda insani tepkileri, inanç sistemleri, egoları ve personaları bugünle kıyaslandığında neredeyse hiç değişmemiş…
Geçmiş, gelecek ve içinde bulunduğumuz şu anın bir döngü olduğuna inanıyorum. Okurun bu döngünün içinde olduğunu hissetmesi için, Konstantinopolis bölümlerinde geçmişten gelen metinler gibi epik bir şiir üslubu kullanmak istedim.
Hikâye ilerledikçe görüyoruz ki, İstanbul’un altı bir hazine. Hem bu hazineye dikkat çekiyorsunuz hem de mesela tarihi eser kaçakçılığına da dikkat çekiyorsunuz? Kentsel dönüşümün ne kadar dikkatli bir şekilde yapılması gerektiğine de dikkat çekiyorsunuz diğer yandan.
Tarihi eser bakımından oldukça zengin bir coğrafyada yaşıyoruz. Dikkat çekmek için söylediğim bir söz vardır, “Roma’dan daha fazla Roma Tiyatrosu vardır bu ülkede…” Üstelik sadece bir döneme ait değil her çağa ait eşsiz eserlere sahibiz. Fakat çeşitli sebeplerden dolayı, binlercesi ya çalınmış ya da satılmış… Elimizdekilere sahip çıkmak ya da bundan sonra keşfedileceklere hak ettiği değeri vermek için farkındalığın artması gerektiğini düşünüyorum. O nedenle kitabın önermelerinden bir tanesinin de bu konu olmasını istemiştim.
Aile, sevgi, aşk, baba olmak gibi kavramlar da hikâyenin satırları arasında kendine önemli yer bulan detaylar. Karakterlerin kişisel yapıları, istekleri, hayalleri, arzuları, kaybetme korkuları, suçluluk duyguları da sıklıkla devreye giriyor. Hikâyede ana konuyla bu yönleriyle de önemli bağlantılar kuruluyor.
Hayatta da böyle değil mi? Mantığımıza yön veren en derin hisler, temelini başkalarıyla kurduğumuz duygulardan alıyor. Fedakârlık, vicdan gibi duygular mantığımızın önüne geçiyor çoğu zaman. Hikâyelerdeki çatışma da genellikle mantığın karşısında duran bu “zaaflardan” çıkıyor. O nedenle anlattığımız hikâyeleri ana konularına göre, polisiye, gerilim, macera gibi kategorize etsek de karaktere yön veren ve karar vermesini sağlayan başkalarıyla kurduğu duygusal bağ oluyor. Okuyucunun da karakterlerimizle bağ kurması için bu duyguları hissetmesini istedim.
Son olarak masanızın üstünde sürekli duran, arada açıp karıştırdığınız, baktığınız kitaplar var mı? Ve son zamanlarda okuyup beğendiğiniz kitap veya kitaplar neler oldu?
Felsefe, mitoloji ve klasikler haricinde, John Berger’in Görme Biçimleri, Alain De Botton’ın Mutluluğun Mimarisi ile Reşat Ekrem Koçu’nun tüm kitapları ilk aklıma gelenler.
Hakan Sökmen ile Kıyamet Anahtarı kitabı üzerine gerçekleştirdiğimiz röportaj konusundaki yorumlarınızı Kayıp Rıhtım Forum’da paylaşabilir, daha fazlası için bizi Google News’ten takip edebilirsiniz.
Forum üzerinden yorum yapıp sohbete katılmak için tıkla!