in ,

Patrick Rothfuss – Brandon Sanderson Röportajı

Aşağıda okuyacağınız söyleşi, Zaman Çarkı serisinin yeni yazarı Brandon Sanderson ve Kralkatili Güncesi yazarı Patrick Rothfuss arasında, Mart 2011 tarihinde amazon.com için yapılmış olan röportajın çevirisidir. İyi okumalar.

Patrick Rothfuss – Brandon Sanderson
- Reklam -
- Reklam -

2012 yılında, 4. Yıl Şenliklerimiz için çevirdiğimiz harika bir röportajla karşınızdayız.

2011 yılının mart ayında, amazon.com için bir araya gelen Kralkatili Güncesi’nin yazarı Patrick Rothfuss ile Sissoylu, Elantris ve Zaman Çarkı’nın kalan kitaplarının yazarı Brandon Sanderson arasında uzun mu uzun bir söyleşi gerçekleşti. Biz de üşenmedik ve şu aralar ülkemizde de takipçileri büyük oradan artmış bu iki yazarın keyifli röportajını sizler için çevirdik!

Aile hayatlarından kitap yazım tekniklerine, fikirlerin nasıl oluşup kağıda döküldüğünden hayran kitlelerinin kendilerine gösterdikleri ilgiye kadar her konudan söz eden bu ikilinin konuşmaları okurlarını da bir hayli memnun edecek.

- Reklam -

İsterseniz gelin, daha fazla beklemeden Patrick Rothfuss ve Brandon Sanderson arasında gerçekleşen keyifli sohbete hep birlikte ortak olalım.


Rothfuss: Merhaba Brandon.

Sanderson: Selamlar Pat. Seninle tekrar konuşmak çok güzel.

Rothfuss: Bunu yapmayı kabul ettiğin için teşekkürler. Bugünlerde çılgın gibi meşgulsün biliyorum.

Pekâlâ. Bir soruyla balıklama atlayayım bari. The Way of Kings’in uzunluğu ne kadardı? Okuduğum taslağın 400.000 kelime olduğuna dair söylentiler işittim. Okurken hiç de öyle hissetmemiştim…

Sanderson: Dur bir düşüneyim. Dosyayı hemen şimdi açacağım ve sözcük sayımı yapacağım, böylece kesin bir sayı söyleyebileceğim sana. 386.470 kelimeymiş. Ama senin okuduğun versiyon öncelikli bir metindi, yüzde onluk kısaltmalarımı henüz yapmamıştım. 423.557 kelimeydi o zamanlar.

O kadar uzun olmasını istemezdim. Böyle bir uzunluk söz konusu olunca yabancı yayımcılarla kitabı bölme ve karton kapaklı baskıyı sığdırma gibi sorunlar yaşıyoruz. Bin sayfa, 400.000 kelimelik bir roman yazmak gayesiyle yola çıkmamıştım. Roman öyle istedi yalnızca.

Rothfuss: The Wise Man’s Fear (Bilge Adamın Korkusu) bittiğinde 395.000 kelimeydi. Üstelik bir seneden uzun bir zamandır romanı budamak için her türlü fırsatı değerlendiriyordum. Kitap 12.000 kelime kısalana dek; gereksiz kelimeler ve ifadeleri, ekstra diyalogları, hatta azıcık lüzumsuz tanımlamaları bile yontmak için uğraştım.

Ne var ki, bir ay bile geçmemişken ana kurguya daha etkili bir çözüm sunacak bir sahne yazmam gerektiğini fark ettim. Sonra bazı karakterler arasındaki etkileşimleri açıklayan birkaç paragraf ekledim. Ardından gerilimi arttırmak için bir aksiyon sahnesini genişlettim. Ansızın, roman yeniden 8.000 kelime uzamış oldu…

Sanderson: Evet, aynen böyle oluyor.

Bütün bir sahneyi kesebildiğim nadirdir. Eğer bütün bir sahneyi kesebiliyorsam, o bölümle ilgili temelde oturmayan bir şey var demektir ve genelde hepsini atıp yeniden yazmayı tercih ederim. Ama yontmak, ya da senin deyiminle ’budamak’, benim edebiyatımda gayet güzel işliyor.

Yalnızca metne bakım yaparak, onu budayarak, konuyla ilgisi olmayan sözcük ve ifadeleri tespit ederek yüzde on beşlik bir alan elde edebilirim. Ama düşünüyorum da, bunu yaptığımızda telafiye mi yöneliyoruz acaba? Bir diyet sırasında yoğun tempoyla egzersiz yapmaya başlayanlar der ki, “Tamamdır, artık daha fazla yiyebilirim!” ve kaybettikleri kalorileri telafi etmek için daha çok yemek yiyen insanlar görürsünüz, çünkü bunu yapabileceklerini hissederler. Acaba biz de edebiyatımızda bunu mu yapıyoruz? Yani bu büyük budamayı gerçekleştireceğim ve diyeceğim ki, “Harika, şimdi hikâyenin hakikaten ihtiyacı olduğunu düşündüğüm ek sahneye yer açıldı!”, ve böylece hikâye yeniden eskisi kadar uzun hâle gelecek.

En azından, editörüme de suç atmak gibi bir şansım var benim. Fazlalıkları atmak konusunda yardımcı oluyor, ama birbirimizi yanlış biçimde gaza getiriyoruz. Editörüm diyor ki, “Aa, bunu eklersen müthiş olur,” ya da “Sahnenin buna ihtiyacı var!” ya da “Bunu açıklayabilir misin?” Ben de, “Evet, bunu açıklayabilirim, zevkle hem de!” diye cevaplıyorum. Tabii kitap giderek daha uzun bir hâl alıyor ve en sonunda ikimiz de başlarımız öne eğik vaziyette Tom Doherty’ye gidip, “Kitap gene çok uzun oldu Tom, üzgünüz,” demek zorunda kalıyoruz.

O zaman benim de sana bir sorum var. The Kingkiller Chronicle’ı (Kralkatili Güncesi) daha en başından beri üç kitaba bölünmüş üç günü anlatacak şekilde mi planlıyordun? Yoksa bir kitap olarak başlayıp sonradan mı böldün? Nedir bu işin aslı?

Rothfuss: En başından beri bir planım olduğunu varsaymak büyük bir hata olur. Yalnızca yazmaya başladım ben. Planım falan yoktu. Ne yaptığımı bilmiyordum.

Yıllar ve yıllar boyunca, bunun kafamdaki ‘O Kitap’ olduğunu düşündüm. Tek ve büyük bir hikâye gibi geliyordu bana. Eninde sonunda, ciltlere bölünmesi gerektiğini fark ettim.

Patrick Rothfuss Kralkatili Guncesi 3

Üçün güzel bir sayı olması hariç, neden üç kitabı seçtiğimi söyleyemem. Bir nevi klasik sayı bu. Ama hikâye bu formatla gayet güzel geçinip gitse bile, keşke daha küçük parçalara bölseydim diye düşünmüyor değilim. İkinci kitapta çok fazla olay var. Diyelim ki bu üçlemeyi on kitap olarak yazdım; her biri daha kısa ve kendi içinde bütünlüklü olacaktı. Daha ziyade Dresden Dosyaları gibi.

Gerçi bu anlamsız bir düşünce. Daha küçük ciltler halinde yazsaydım eminim, “Ah, bunları daha büyük kitaplar hâlinde yazsaydım birbirinin içine geçmiş olay örgüleriyle daha çok oynayabilirdim!” diye düşünüyor olacaktım şu an.

Sanderson: Bundan bahsetmen çok ilginç, çünkü yayınevlerinden işitip durduğum şey, kimsenin benden hikâyeyi kısaltmamı istemediği. Bunu hiçbir zaman istemiyorlar. İnsanlar hep, “Yayımcın kitapları daha kısa yazmanı istemiyor mu?” diye soruyor. Eh, yayımcılar kitapların daha kısa olmasını tabii ki isterlerdi, ama hiçbir hikâyenin kesilmesini de tercih etmezler. Bazen ne yaptığımızı merak ediyorum: Bu kadar uzun kitaplar yazarak kendimizi nasıl bir tuzağa düşürdüğümüzü… Jim Butcher her sene kendi serisinden bir kitap yayımlayabiliyor, çünkü hikâyeyi daha kullanışlı parçalara bölebiliyor. Pek çok seride böyle oluyor bu.

Zaman Çarkı’na dönüp bakarsam: Robert Jordan kitaplar yeterince uzun hâle gelene ve yazım stoğu bitene kadar, her sene bir kitap yayımlamayı başarabiliyordu. Eh, kitapları her sene yayımlamayı bıraktığında hayranlarının hepsi, “Neler oluyor? Birdenbire kitapları her sene yayımlamamaya başladın?” diye yakındılar. Böylece Jordan kitapları daha hızlı ve daha kısa olarak yayımlamaya karar verdi, bu sefer de hayranlar kitapların çok kısa olduğundan yakındılar…

Yani serilerimize bu kadar büyük kitaplarla başlamak bizi tuhaf bir bilmeceye yerleştiriyor. Ve insanların çözemediği çok fazla faktör var, baskı maliyeti vesaire. Senin tarafında, yayımcının seni dürtüp, “Bu kadar uzun olmaları gerekmiyor. Hikâyeyi daha küçük parçalar hâlinde anlatabilirsin. Hikâyeyi kesmene gerek yok! Ama kısa parçalara bölsen?” demeye yönelik hiçbir teşebbüsü oldu mu? Çünkü bunu bir miktar yaşadım ben.

Evet, ne istiyorsam onu yapmama izin veriyorlar ama satır aralarına bakarsak, “Daha küçük parçalara bölsen sorun etmeyiz Brandon,” anlamına geliyor bu.

Rothfuss: Ben bunların hiçbirini yaşamıyorum. Yayımcım DAW gerçekten bir uzun kitap dostu. Büyük olasılıkla uzun kitaplarla arası en iyi olan yayınevidir. Etli, büyük fantazi kitapları revaçta değilken bile Tad Williams’ı yayımladılar. Rüzgarın Adı’nın 250,000 kelime olmasını umursamadılar bile. Bu, yeni yazarların ilk kitapları için nadiren elde edebildiği bir özgürlük.

Bunun yanında ikinci kitabın uzunluğu konusunda biraz endişelendim. Büyüyüp durdu. Sonunda Betsy’yi aradım ve uzunluğun bir problem oluşturup oluşturmayacağını sordum.

Başta sadece güldü geçti. Ancak sonra ben ona SAHİDEN uzun olduğunu söylediğimde, “Biraz araştırma yapmama izin ver,” dedi. İki gün sonra beni geri aradığında en uzun ciltsiz kitabın yaklaşık 420,000 kelime olduğunu ve bunun altında kaldığım sürece sorun olmayacağını söyledi.

Buna karşılık olarak tek söyleyebildiğim, “En uzun kitaptan daha kısa yazmak mı? Neden olmasın, bunu başarabilirim!” oldu.

Sıra bende. The Way of Kings illüstrasyonlarını kendin mi yaptın?

Sanderson: Neyse ki Elantris’teki Aonlardan beri kitaplarımdaki hiçbir çizimi ben yapmadım ve onlar da daha sonra tekrar düzenlendi. Görsel sanatlar konusunda çok az yeteneğim var ancak “The Way of Kings” sürecinde, diğer pek çok yazarın sahip olabileceğine kıyasla çok daha fazla söz hakkım oldu. Tor Kitapları’ndan Irene’le çalışmak çok hoştu; bana, zorunda olmamasına rağmen biraz hareket sahası tanıdı.

İstediğim şeyi elde etmek adına sanatçılarla çok yakın çalıştım. Kafamdakilerin neler olduğunu keşfedene ve hissedene dek bazı parçalar yarım düzine veya bir düzine çizimden geçtiler ve çizerler, hepimiz sonuçtan tatmin olana kadar bunların üzerine bir şeyler eklediler. Yani sonuçta epey enteresan bir süreçti. Basit bir ‘tanımını ver ve bir parça resim elde et’ değildi. ‘Belirsiz bir tanım yap, sanatçılar ile telefonda konuş, ne yapmaya çalıştığını benimsetmeye çalış, bir sürü benzer örnek yolla, birkaç ön çizim elde et, biraz o tarafa biraz da bu yana sürükle ve üzerinde çalışmaya devam et.’ şeklinde gerçekleşti. Bazı parçaların tamamlanması aylar aldı.

Rothfuss: Muhtemelen sana daha önce pek çok defa sorulan bir soru sorsam sorun olur mu?

Sanderson: Memnuniyetle cevap veririm, ama yanıtım sırasında sana sorabileceğim en sıkıcı soruyu düşüneceğim. Öyle bir soru olacak ki milyarlarca defa cevap vermiş ol, sırf intikam için.

Rothfuss: Hah! Yeterince adil.

Jordan’ın Zaman Çarkı serisinin birisi tarafından devam ettirildiğini ilk duyduğumda, ilk düşüncem, “Vay canına, ne kadar müthiş bir olay!” oldu. Sonraki düşüncem ise, “Böyle bir sorumluluğu dünyadaki tüm para için bile üstlenmezdim,” idi.

Böyle bir şeye nasıl hâkim olabildin? Bu doldurulması zor bir yer.

Sanderson: Aklımdakiler çok dağınıktı. Gençliğimde okumaya başladığımdan beri Zaman Çarkı’nı seviyorum. İlk yayımlanmış kitaplarıma bakacak olursan, Zaman Çarkı’ndan epey etkilenmiş olduklarını göreceksin. İşin komik yanı, geçmişe dönüp baktığımda ne yapmış olduğumu fark etmediğimi görüyorum. Yani seriye olan sevgim, kafamda zıplayıp duranların bir parçasıydı.

Başka insanların dünyalarında yazmayı istediğim için yazar olmadım. Kendi hikâyelerimi anlatmak istedim ve bundan önce yazdıklarımla rahat bir yaşam sürüyordum. Karşılığında ne önerirlerse önersinler pek çok proje için hayır derdim, yani ortada paradan başka şeyler de olmak zorundaydı. Bunun ötesinde senin de belirtmiş olduğun gibi bir, “Bunu batırırsam ciddi bir belaya bulaşırım. İnsanlar beni bulur ve evimi başıma yıkarlar. Zaman Çarkı hayranları çok sert!” fikri vardı. Bununla cebelleştim: neredeyse hayır dememe sebep oluyordu. Tanıdığım bir yazar bununla ilgili bir yerde, “Bu nankör bir iş. Sanderson’un doğru yaptığı her şey Robert Jordan’ın hanesine yazılacak, ancak her hatası kendi ayıbı olacak,” dedi. Bunun gibi şeyleri göz önünde bulundurdum.

Fakat sonunda, bu konuda iyi bir iş çıkarabileceğimi hissettim. Favori yazarlarımdan beni böylesine derinden etkileyen biri için bir uğurlama olabilirmiş gibi geldi. Ayrıca eğer es geçersem bir başkasının bulunabileceğini ve işe koyulabileceğini düşündüm. Sonunda aklıma gelen bitirici fikir, “Robert Jordan’dan başkasının yapacağını bilerek, gerçekten senden başka birinin yapmasına izin verebilecek misin?” oldu. Cevabım benden başka birilerinin yapmasına izin veremeyeceğim yönündeydi. Yapmak zorundaydım ve böylece, “Evet!” dedim.

Rothfuss: Tamam. Senin sıran. İntikam sorunu sor.

Sanderson: Öyleyse, üçüncü kitap ne zaman çıkıyor? Ve zaten yazılı bir halde elinde değil mi? Çünkü daha önce zaten yazılı olduğunu söylediğini duydum. Gecikme neden?

Rothfuss: Evet. Bunu daha önce de duydum. Aslında oldukça makul bir soru.

Olan biten şu:

Bazı yönleriyle üçleme çoktandır hazır. Kvothe’nin tüm hikâyesini sonuna kadar, 2000’de yazdım. Yani bir anlamda tüm üçleme bitmiş durumda. Fakat, “Bitmiş,” derken bu ne demek istediğine de bağlı.

2000’de hikâyenin neredeyse tamamlandığını düşündüm. Bence harikaydı. Yayıma hazır olduğunu düşündüm.

O zamandan beri yazmakla ilgili pek çok şey öğrendim. Yakın zamanda üçüncü kitabı okuduğumda, daha evvel belirgin olmayan kocaman hataların apaçık ortada olduğunu gördüm. Bu iyi bir şeydi.

Diğer problem ise serinin ilk iki kitabının 2000’den beri fark edilir biçimde değişmiş olması. Yeni olay örgüleri ve karakterler ekledim. Muhtemelen o vakitten beri 250,000 kelime büyüklüğünde yeni materyal ekledim. 2000’de Devi kitapta değildi. Ne Auri ne de Draccus vardı.

İkinci kitabı bu denli geciktirmemin sebebi bu. Sadece bir devam yazmak zorunda değildim – ki bu yeterince zordu. Zaten yazılmış bir kitabı alıp tekrar yazarak, ilk kitapta yaptığım tüm değişikliklere uyumlu hale getirmek zorundaydım.

Bence böylesi sıfırdan başlamaktan daha zor. Bilge Adamın Korkusu’nun başlangıç bölümünü baştan tekrar yazmak gerçekten ama gerçekten zordu. Fakat 60,000 kelime ikincil olay zincirini kitaba daha sonra eklemen çok kolaydı, çünkü revize etmiyor, sıfırdan yaratıyordum.

Üçüncü kitap birkaç yıl alacak. Şimdi iki kitapta da yapılagelmiş tüm değişiklikleri geri yazma sırasında kaynaştırmak zorundayım. Çok şükür ki şimdi bunu nasıl daha iyi yapacağıma dair bilgiliyim. İki yıl öncekine kıyasla çok daha iyi bir yazarım ve esasında projeye başlamayı ve ona yumulmayı dört gözle bekliyorum.

Patrick Rothfuss – Brandon Sanderson 3

Sanderson: Sana yönelttiğim soruların bazılarını, cevabı bildiğime emin olduğum için soruyorum fakat gelip bana, “Rothfuss çok önceden kitabı tamamladı ve yayımlanmıyor! Neden?” diye dert yanan insanlara gösterebileceğim bir şey olsun istedim. Daha önce bu soruları cevapladığını biliyorum, fakat büyük ihtimalle blogunda veya başka bir yerlerde gömülüp kalmış durumdalar.

Duyduğuma göre hikâye iskeleti olaylardan sonra eklenmiş. Bu doğru mu?

Rothfuss: Evet. Orijinal hikâye, “Benim adım Kvothe.” cümlesiyle başlıyordu. Ne Yoltaşı Hanı ne de Tarihçi vardı. Sadece Kvothe hikâyeyi anlatıyordu.

Kabul etmek gerekirse bu çok eski bir taslaktı. Kitap o zamandan beri belirgin bir şekilde değişti.

Bence problemin bir sebebi, insanlara gözden geçirmekten bahsettiğimde çoğu kişinin noktalamaları ve bölmeleri düzelttiğimi, imla kontrolü yaptığımı sanmaları. Hayır. Bu kopya düzeltme, tashih etmedir. Düzeltidir.

Ben revize ediyorum. Bu “REVİZYON”. Kitaba tıpkı bir araba motoru gibi davranıyorum. Tüm aksam parçalarını gövdeden ayırarak her birinin tam olarak işlevini yerine getirip getirmediğine emin oluyorum. Eğer yapmıyorlarsa, düzeltiyorum.

Tabii ki böyle bir parça doğru çalışmıyorsa katalogdan yeni bir tanesini seçip sipariş edemiyorum. Onu kendim icat etmek ve geri kalan tüm makineyle bütün olarak çalışacak şekilde monte etmek zorundayım. Eğer çalışmazsa, söküp her şeye yeni baştan başlamak zorundayım.

Sanderson: Şu anda Bilge Adamın Korkusu’nu okuyorum ve bunu her iki kitapta da ilgi çekici buluyorum, yani öykü iskeletinin yazılışında farklı bir olgunluk hissi var. Bu yüzden iskeletin yeni olup olmadığını merak ettim. Aslına bakarsan bence tüm seri boyunca en güçlü yazım iskeletteydi.

Bir yazar olarak yeniden yazmayı ve değiştirmeyi söz konusu etmen ilgi çekici. Bazı yönlerden bu kitaplar öyle uzun zamandır bizlerle birlikteydiler ki aklımıza geliveren ve sıfırdan başladığımız yepyeni kitaplara kıyasla üzerilerinde çalışılmaları çok daha zor.

Rothfuss: Kesinlikle haklısın. 60,000 kelime değerinde alt konu eklemek kolaydı. Zor olan onu geri kalan kitaba entegre etmekti.

Sanderson: Yazarlık geçmişim boyunca ‘The Way of Kings’ projesi için yıllarca çalıştım. Fakat ‘Sissoylu Üçlemesi’ birden aklıma gelen bir fikirdi: uyguladım ve bitirdim. Bu iki projenin üzerinde çalışmak birbirinden oldukça farklıydı. Birinde harika bir fikrim vardı, dünyayı kurdum, hikâyeyi kurdum ve sırayla üç kitap yazarak yayımladım. Diğerinde ise sonunda başına oturup yazmaya başladığımda on beş yaşından beri üzerinde oynadığım karakterlerle uğraştığım için ‘sevdiklerini öldürmek’ hissinin peyda olması söz konusuydu. Üzerlerinde harcadığım tüm bu zamana mal olmasına ve karakterlerin ruhlarıyla kaynaşmış olmaları gerçeğine rağmen onca yılın yükünü çekip çevirerek, eğip bükmek ve hikâye uğruna gereksiz bir şeyleri kesip değiştirmek zor.

mistborn marcsimonetti
Çizim: Marc Simonetti

Yeni yazarlara ilk olarak kendilerine çok yakın ve onlarla uzun zaman birlikte olmuş hikâyelerden başlamamaları gerektiğini önermenin sebeplerinden biridir bu. Bir yazar olarak kendimi yeterli ve tecrübe kazanmış hissediyorum ve biliyorum ki çocukluğumdan beri üzerinde çalıştığım bu tip şeylerden en iyi öyküyü çıkartabilirim. Henüz taze bir yazarken bunu gerçekleştirebileceğimi zannetmiyorum. Sanırım kimsenin haberdar olmadığı ve kendi dünyamda geçen bir tür fanboy seansına dönüşürdü ki bu bir felaket olurdu.

Rothfuss: Evet. Bir yığın keresteden bir ev yapmak nispeten kolay olurdu. Fakat çoğunlukla yaptığım şey (ve belki de senin The Way of Kings’te yaptığın), mevcut bir evden tamamen farklı bir ev inşa etmek. Daha ne yaptığının bilincinde değilken inşa ettiğin bir evden.

- Reklam -

Sanderson: Öyleyse bir sonraki sorum bununla ilgili. Değer verdiklerini öldürmek nasıl bir duygu?

Rothfuss: Bu çok zor oldu. Kimi zaman acı verecek kadar zordu. Ancak öykünün sevdiğim kısımlarını terk etmek zorunda kalmadım. Yani benim durumumda olay değer verdiklerimi öldürmekten ziyade daha çok kapsamlı bir yeniden yapılandırma ameliyatına benziyor. Sonuç olarak kitap daha güçlü, sağlıklı ve güzel. Daha güzel bir hayatı olacak ve umarım bu yüzden daha uzun bir yaşam sürecek.

Sanderson: İnsanlara bbu tür bir projeyle başlamalarını önerir misin, yoksa daha küçük kapsamlı şeyler üzerinde mi çalışsınlar? Derste öğrencilerine ne söylüyorsun?

Rothfuss: Mutlaka insanlara daha basit bir şeyle başlamalarını öneririm. Benim ayak izlerimden takip etmesinler. Ben iyi bir rol modeli değilim. Ayrıca bence pek çok insan basit bir öyküyü iyi bir şekilde anlatmanın zorluğunu küçümsüyor. Üç yüz sayfa uzunluğunda, içten, güzel bir roman yazmanın hiçbir yanlış tarafı yok.

Kitabıma başladığımda neye bulaştığımı bilmiyordum. Üstkurmaca kelimesinin ne anlama geldiğini dahi bilmiyordum. Sonuç olarak, çiğneyebileceğimden ÇOK DAHA FAZLASINI ısırdım. Lanet şeyi çiğnemeyi bitirmem on iki yılımı aldı. Bu gerçekten, sanatı öğrenmek için iyi bir yol değil. Kesinlikle yayımlanmak için de en iyi yol değil.

Bununla beraber insanlara sahiden yazmak istedikleri kitabı yazmalarını öğütlerim. Gönüllerinden geçen bir kitap olmalı. Düşünmeyi bırakamadıkları bir kitap olmalı. Peki kitap ‘oğlan kızla tanışır’dan daha karmaşıksa ne olur? Veya üç yüz sayfadan uzunsa? Ve biraz türünün dışına taşıyorsa? Eh… bunu yine de yapmalılar. Eğer başarısız olursan pek çok şey öğreneceksin. Ve başarılı olursan da umarım farklı ve hoş bir öykün olacak.

Sanderson: Bazı yazarlar bizim kitaplarımızın bir bakıma çocuklarımız gibi olduğunu söylüyor. Fakat şimdi ikimizin de gerçekten çocukları var. Bu biraz tuhaf değil mi? Bir baba olmak.

Rothfuss: Hiç olmaz mı. Seninkiler kaç yaşındalar?

Sanderson: Biri üç, öteki bir yaşında.

Rothfuss: Hiç tatlı çocuk anıların var mı?

Sanderson: Tonlarca tatlı çocuk hikâyem var. Biri bugün öğle yemeğinde oldu – eminim bunu on yıl sonra paylaşırsam utanacaktır, yani o yüzden anlatmak için güzel bir sebebim var.

Oturmuş yemeğimizi yiyorduk ve polislerin kibar mı yoksa kaba mı olduklarını konuşuyorduk. Çünkü polislerin insanları bazı sebeplerden ötürü aniden kenara çekmelerini kafaya takmıştı. Ona cevabın hayır olduğunu, polislerin kibar olduklarını ve bizleri güvende tutmak için bizi bazı şeyler yapmaktan alıkoyduklarını ona anlatmaya çalışıyordum.

Bu sırada biz konuşmaya dalmışken favori üç yaş eylemine yani konuyu örtmek namına burnunu karıştırmaya başladı. Burnunu oldukça hırsla karıştırdı ve duraklayıp bekledi. Hemen önce ona polislerin bizi yapmamamız gereken şeyler için durdurduklarını anlatmışken ve annesi de ona sıkça burnunu karıştırmamasını söylerken oldu bu.

Sonunda, “Eğer sümüklerimle oynarsam polis beni yakalar mı?” dedi ve biz de, “Teknik olarak yasaya aykırı değil, ama bunu yapmayı bırakmalısın,” dedik. Sonra da, “Polis benim sümüğümü mü istiyor? Onları alacak mı?” dedi. Biz nasıl arabamızın çekileceğinden bahsettiğimiz için birdenbire burnunu karıştırmaktan korkmaya ve polisin gelip onun sümüğünü alıp tutuklayacağını düşünmeye başladı.

İşte al sana tatlı bir çocuk hikâyesi. Aslında iğrenç bir tanesi ama neredeyse o tatlı noktada.

Rothfuss: Vay be! Bununla aşık atamam. Oot konuşabilmeyi henüz söktü.

Daha bu akşam Oot bana kış botlarımı getirdi ve belli ki onları giymek istiyordu. Ben de ona giymesi için yardım ettim. Orada öylece ayakta durdu. Hareket edebilmesi için ayağına çok büyüktüler. Buna rağmen sanki dünyanın kralıymış gibi gayet gururla dikildi.

Sanderson: Pat, şu anda sürdüğün hayat Rüzgarın Adı’nı yazarkenki yaşamından çok farklı. Yaşam koşullarının değişimi, yazımın konusunda bir fark yarattı mı?

Rothfuss: Benim için en güncel değişim bu çalışan baba olma halini yoluna sokmak oldu. Bu konuda problemlerim vardı. Geçtiğimiz dört ay içinde onca son teslim tarihi yüzünden bazı günler Oot ve Sarah’yı sadece yarım saat görebildim.

Herhalde söylememe gerek yok, bunu aynı hafta içinde üç defa yaşadığımda kendimi gerçekten kötü hissediyordum. Hani şu stereotip, umursamaz, işkolik ve babalık vazifesini yerine getiremeyen babalar gibi. Fakat zaten çok fazla son teslim tarihini kaçırmış olduğum gerçeği söz konusuydu. Bu defa kaçıramazdım. Sonuçta iki buçuk ay boyunca bir babadansa bir yazar olmayı seçmek zorunda kaldım. Bunu telafi etmeye özen göstersem de halen biraz pişmanım.

Bana göre ilk kitabı yazarken olduğumla ikinci kitabı yazarkenki halim arasındaki en büyük değişim, yaşadığım ev dışında bir çalışma alanına sahip olmam. Bu gerçekten yazı çıkış gücümü arttırdı. En iyi, sessiz ve dikkat dağıtıcı unsurlardan arınmış ortamda çalışıyorum. Ofiste internet olmadığından emin olmak da çok önemli.

Sanderson: Çok sıkışık zamanlarda bile, uyandığımda ve akşamları birer saatimi oğluma ayırmaya çalışıyorum. Ayrıca pazarları yazmıyorum. Perspektifimi biraz koruma ve yeniden şarj olmak adına bu çok önemli. Yazmayı seviyorum ve benim tatilden anladığım başka bir şeyler yazmaktır, fakat herhangi bir kitap gelir ve geçer. Ailemle birlikte olmamaya gücüm yetmez.

Rothfuss: Galiba ben de bu tip bir politika kurmalıyım.

Yazdığın yer neye benziyor? Evde mi yazıyorsun yoksa bir ofisin var mı?

Sanderson: Ofis olayına girmiyorum. Nasıl söylesem… Tüm bu ofis meselesiyle uğraşmamak adına yazar oldum ben. Bazı yazarların bir ofise ve yazım alanına ihtiyaç duyduklarını biliyorum ki bu harika. Fakat benim sadece biraz müziğe ve dizüstüme ihtiyacım var, böylece hemen hemen her yerde yazabilirim.

Gezgin bir yazar olma eğilimindeyim. Bir mekân seçer ve orada birkaç ay takılırım, sonra da oradan sıkıldığımda başka bir yer bulurum. Yani evimin her yerinde yazıyorum. Favori yerim şöminenin önünde ayaklarımı uzattığım bölge. Aslında karımın rahat koltuğunu çaldım ve onu yatak odamdaki şöminenin önüne taşıdım –gazlı bir şömine– böylece tek yapmam gereken düğmeyi açmak oluyor. Hemen yanımdaki komodinin lambasını açıyorum ve orada birkaç ay çalışıyorum. Temelde sadece dizüstü ve müzik. Bir masada çalışmam, masa olayını yapamıyorum. Yatağımda uzanırken, bir koltukta veya armut koltukta olur ama bir masada olmaz.

Rothfuss: Son zamanlarda uzun bir tura çıktın ve ben de kendi ilk büyük turuma çıkmak üzereyim. Herhangi bir tavsiyen var mı?

Sanderson: İlk olarak: her ne kadar tur sırasında bir şeyler üzerinde çalışmak istesen de herhangi bir şey yapabilmeyi umut etme. Çok yorucu. Tura çıkmanın ne kadar yorucu olduğunu görmek çok şaşırtıcıdır. Ayrıca ben dışa veya içe dönük biri değilimdir. Ben şu insanlarla zaman geçirmekten ve etrafında insanlar olmasından keyif alan, ama zamanı geldiğinde silkelenip şarj olmaya ihtiyaç duyan melez tiplerdenim. Ve tur sırasında bunu yapmak zor. Bana göre en yorucu kısmı bu. İlk büyük turumda, hayranlarla tanışıp birlikte yemek yenilen şeyi yaptım, ki bu harikaydı -Zaman Çarkı hayranlarıyla tanışıp seri hakkında konuşmaya bayılıyorum- ama bu benim bir buçuk saat daha fazla insan içinde olmama, sürekli enerji harcamama ve yorulmama neden oldu.

Sağlıklı şeyler yemen lazım. Bu büyük ihtimalle zor olacak, çünkü birileri seni her akşam yemeğe götürecek. Bilirsin işte, bütün gece seni bifteklerle ve hamur işleriyle beslemeye çalışacaklar. Yanına biraz meyve-sebze al, yoksa birkaç haftaya kalmaz hasta olursun.

Deşarj olmak için kendine zaman ayırmalı ve kafanı boşaltmak için ne yapıyorsan onu yapmalısın. Benim gibi günün her dakikası birilerine yemek veya röportaj için söz verme.

Öğrendiğim şeylerden bir tanesi de, iki haftaya sığdırman gerektiği. Beni tam dört haftalık bir tura yollamışlardı ve resmen burnumdan gelmişti. Son iki haftanın çoğu günü hastaydım, fiziksel olarak çok kötü hissediyordum, neden bilmiyorum. Ben sağlıklı bir adamım! Genelde o kadar hasta olmam. Çoğunlukla görmezden gelip devam edebilirim. Yazılarımı sürekli olarak yavaş ama sabit bir şekilde yazdığım ve her zaman verilen işi bitirdiğim bilinir. Ama turne daha önce yaşadığım hiçbir şeye benzemiyordu. İki haftaya sığdırmaya çalış, eğer daha fazla isterlerse birkaç hafta kafanı dinle ve ondan sonra iki hafta daha yap. Ve tabi sağlıklı beslenmeyi unutma.

Rothfuss: Çok teşekkürler! Enerjimi korumaya çalışacağım. Böyle platformlarda biraz abartıyorum genelde. On dört saat boyunca panellere katılıp imza dağıttığım oluyor. Kendimi biraz dizginlemem ve yavaşlatmam gerekecek.

Sanderson: İkimiz de garip bir durumdayız —farklı sebeplerden ve durumlardan dolayı, ama bundan beş sene önce ikimiz de tanınmamış kişilerdik ve şimdilerde insanlar fantastik edebiyattan bahsettiklerde ikimizin de ismi anılıyor. Pat Rothfuss’a bakıyorum, fantastik edebiyatta neredeyse George R. R. Martin kadar ünlüsün. Bu nasıl bir his?

Rothfuss: Hah. Bence Martin’le beni aynı seviyede gören çok az insan vardır. Ama neden söz ettiğini biliyorum. Çoğunlukla garip bir his. İyi evet, ama garip. Çoğunlukla garip.

Sanderson: İnsanların fantastik edebiyat hakkında konuştukları bir platforma gittiğimde, benim hakkımda konuştuklarını görüyorum. Bu benim için gerçek dışı bir olaydı, çünkü sadece birkaç sene önce kimse beni tanımıyordu. Kimse adımı bilmiyordu. Şimdi ise insanlar benim hakkımda konuşuyor. Bununla uzlaşmak benim için gerçekten ilginç bir deneyim oldu ve senin için çok daha heyecan verici olduğunu tahmin ediyorum, çünkü senin kariyerin benimkinden daha hızlı tavan yaptı. ‘Bilge Adamın Korkusu’, ‘A Dance with Dragons’tan (Ejderhalarla Dans) sonra yakın zamanda çıkan en iyi fantazi kitaplarından bir tanesi. Bu nasıl bir duygu?

Rothfuss: Bunun cevabı çok basit: korkutucu. İkinci kitabı bitirmemin bu kadar uzun sürmesinin önemli bir sebebi daha vardı. Korkudan ne yapacağımı bilememiştim.

Şöyle ki; insanlar ilk kitabını okuyup beğenmediklerinde bu senin için üzücü oluyor, evet. Ama aynı zamanda insanı gerçekten motive ediyor. “Onlara göstereceğim. Bir sonraki kitabım bundan çok daha iyi olacak!” diye düşünüyorsun ve insanları şaşkına çevirecek bir şey üzerinde deli gibi çalışmaya başlıyorsun.

kralkatili illsutrasyon
Çizim: Marc Simonetti

Ama biri sana kitabının şimdiye kadar okudukları arasında en iyi olduğunu söyleyen bir e-posta attığında veya lösemi hastası çocuğuyla birlikte okuduklarını ve onları daha da yakınlaştırdığını söylediklerde ya da bir sonraki kitabının çıkışını kendi doğum günlerinden daha büyük bir heyecanla beklediklerini söylediklerinde…

Yani, Tanrım, böyle bir şeyle nasıl başa çıkarsın ki? İnsanların beklentileri bu kadar yükselmişken nasıl bir daha yazabilirim ki?

Sanderson: Evet, bunu merak ediyordum. Bu benim için epey garip, çünkü biliyorsun ikimiz de çok çabuk bir yükseliş yaşadık -sonuçta sen ne kadardır yazıyorsun ki? Üç, belki dört yıl? Ben de beş senedir sektördeyim ve fantastik edebiyat okuduğum zamanlarda sanki okuduğum yazarların çoğu ezelden beri bu işin içindeymiş gibi geliyordu bana. Ama tabii ki bu doğru değil: ben küçük bir çocukken ‘ezelden beri burada olmanın’ ifade ettiği şey gerçek anlamında çok farklıydı. Ama ben Anne McCaffrey okuyordum ve benim bakış açıma göre Anne McCaffrey ezelden beri bu işte olmalı. Kadın yirmi senedir yazıyor. David Eddings ve Terry Brooks da okuyordum ve bu insanlar ben kitaplarını okumadan yirmi sene önce yazmaya başlamışlar. Ve şimdi benim kitaplarım da gayet iyi iş yapıyor, fakat sadece birkaç senedir sektördeyim. Bana öyle geliyor ki, bu tanınmışlığımla elde etmiş olmam gereken güvenirliğe sahip değilim.

İnsanların belli bir alanda uzun ömürlü ve gerçek bir etki bırakmaları çok etkileyici. George R. R. Martin gibi biri benim için çok etkileyici, çünkü yaklaşık kırk yıldır bu işte. Gerçekten verimli ve sağlam bir çalışmayla kitap üstüne kitap çıkardı ve antolojiler derledi. Televizyonda çalıştı. Ve bu yoğun çalışmanın sonunda çok satan bir kitap serisi yazdı. İşte bu kadar, en sonunda hak ettiğin ünü kazanıyorsun, insanlar için büyük bir ilham kaynağı, harika bir başarı hikâyesi oluyorsun ve orada kalıyorsun. Daha sonra benim gibi uyuşuk herifin teki geliyor, hoop üçüncü kitabıyla New York Times’ın Çok Satanlar listesine giriyor ve birdenbire listede birinci oluyor. Bu çok garip bir şey; çünkü bir yandan bu ünü hak ettiğime inanmıyorum. Yazdıklarımdan çok gurur duysam da, başarıyı hak edecek kadar zaman harcadığımı düşünmüyorum. Bütün bu söylediklerim sana mantıklı geliyor mu bilmiyorum, ama öyle.

Rothfuss: Evet, tam olarak aynı şeylerden bahsediyoruz. İlk kitabımla çok satanlar listesine girdim. Herkes beni kutluyor ve harika olduğumu söylüyordu. Henüz sadece bir kitap yazdığımı, tek bir veriye dayanarak başarı grafiği oluşturulamayacağını söyledim onlara. Ben sadece o günün baharatıydım. Eğer iki güzel kitap yazarsam, işte o zaman bana profesyonel bir yazar diyebilirsiniz. Ama o zamana dek ben sadece bir istisnayım.

Ve evet, bulunduğun yeri Martin gibi hak etmediğini söylediğinde seni tamamen anlıyorum. İlk kitabım başarılıydı. Başarılıydı çünkü ben çok ama çok şanslıydım. İyi bir ajansım, iyi bir yayımcım vardı. Okuyucular benimki gibi bir kitap için uygun kıvamdaydı. Ben sadece doğru zamanda, doğru yerdeydim.

Ama bu tekrarlayabileceğin bir şey değil. Şansına güvenemezsin. İlk kitabım çıktıktan sonra bu yüzden epey stres yapmıştım.

Sanderson: Nasıl bir histi?

Rothfuss: Bunun cevabı çok basit: Berbat.

Bir sene boyunca doğru düzgün bir şey yaratamamıştım.

Sonra yavaş yavaş alışmaya başladım. Duygusal ve sosyal anlamda sıcak bir duş almaya benziyordu. En başta biraz haşlanıyorsun, ama sonra alıştıkça iyi ve rahatlatıcı hissettirmeye başlıyor.

Bir de kendimi ciddiye almamaya çalıştım sürekli. Arkadaşlarım bu konuda çok yardımcı oldular sağ olsunlar.

Peki ya sen? Şöhretin getirdiği stresle nasıl başa çıktın?

Patrick Rothfuss – Brandon Sanderson 2

Sanderson: Yazı grubumun çok faydası oldu. En başından beri yazdığım her şeyi okuyan ve bana gayet normal davranan bir yazı grubunun olması çok güzel bir şey. Bir ayağımın yere basması iyi hissettiriyordu.

Biri üç, diğeri bir yaşında olan iki çocuğa sahibim. Baba olmak, gerçek -normal- bir hayata sahip olmak insanın aklının başında kalmasına çok yardımcı oluyor. Yani dirseklerine kadar kirli bir çocuk bezine batmışken insan kendini Çok Satanlar listesine girmiş başarılı bir yazar olarak düşünmüyor. Bunun dışında bütün bu olaylara çok farklı bir açıdan bakıyorum. Bazı insanlar bizim ünlü olduğumuzu düşünüyor, bana kalırsa değiliz. Çünkü sokağa çıkıp ortalama bir insana, “Brandon Sanderson kimdir?” veya, “Pat Rothfuss kimdir?” hatta ve hatta, “George R.R. Martin kimdir?” diye sorarsanız çoğu suratınıza alık alık bakacaktır. İnsan nüfusunun çok az bir kısmı okuyor. Üstelik piyasada o kadar çok kitap var ki, sürekli olarak kitap okuyan bir insanın bile sizin kitabınızı okumuş olma ihtimali epey düşük. Herkes Tom Cruise’un kim olduğunu bilir, ama hiç kimse benim kim olduğumu bilemeyecek. Ve bu, bakış açısı kazanmak açısından iyi bir şey.

Bakış açımı taze tutmak için yaptığım bir diğer şey ise, bilimkurgunun ve fantastik kurgunun çok geniş bir hayran kitlesi olduğu. Birçok yönden bakıldığında yazarlar genellikle belirli bir hayran cemiyetinde gelişirler. Hayran cemiyetinde aktif olmasalar bile en azından hayrandırlar. Bu sistemin işleyişiyle ilgili bir şeyler değişecek. Birçok hayran haklı olarak iş arkadaşı gibi davranıyor. Sanki yazarlar toplumun, toplumun yararına bir şeyler üretmesi için desteklenen insanlar gibi. Yazarlara bir rock yıldızı gibi davranılmıyor, daha çok, “Evet biz seni destekleyeceğiz, yeter ki topluma bir şey kazandıracak ürünler ortaya çıkar!” diyorlar. Bir nevi patron-sanatçı ilişkisi gibi. En azından ben böyle görüyorum.

Rothfuss: Bence bu gayet mantıklı. Cevapladıklarından çıkardığım kadarıyla sen kitabın yayımlanmadan önce de toplum hakkında pek çok şey biliyordun. Bu büyük ihtimalle geçişinin kolaylaşmasına neden olmuştur. Ben bu işlere bulaşana kadar hiçbir şey bilmiyordum.

Sanderson: Büyük projelerimiz hakkında epey konuşuyorduk. Bilge Adamın Korkusu ve The Way of Kings hakkında. Peki senin herhangi yan projelerin var mı? Çünkü çocuklar için yazdığın kitap çok hoşuma gitmişti -aslında, bunu okuyanlar için komik bir anekdot: Pat’in çocuk kitabı hakkında benim yazar grubumla büyük bir tartışmaya tutuştuk. Eh, ben de meslektaş olmanın faydalarını biraz kullandım ve Pat’i arayıp ona konu hakkındaki fikirlerini sordum. Pat tipik bir yazar gibi, şu bu anlama gelebilir, o şu anlama gelebilir diye her şeyi açıkladı. Bize çok iyi bir cevap verdi. Kendi fikirlerinden de bir tutam kattı, ama ucunu bizim kendi yorumlarımız için açık bıraktı.

Bu çocuk kitabı gibi başka projelerin de var mı? Bilge Adamın Korkusu’yla üçüncü kitabın arasında, ufak bir şey görecek miyiz?

Rothfuss: Evet evet. Kesinlikle başka küçük işler yapacağım. Üçüncü kitap üzerinde çalışıyorum. “The Adventures of the Princess and Mr. Whiffle”ı (Prenses ve Bay Whiflle’ın Maceraları) yazmak gerçekten çok hoşuma gitmişti. Romanımı yazmama engel olmadı. Aksine bana neden yazı yazdığımı hatırlattı.

O kitabın ikincisi için şimdiden planlarım var. Aynı zamanda kafamda birkaç tane de kısa hikâye var.

Sanderson: Ben aynı zamanda büyük bir kitabı bitirdikten sonra, deneysel yan projelerim üzerinde çalışmak için biraz zaman ayırıyorum. Bazen bu projeler bir yere varıyor, bazense varmıyor. Geçen sene Geceyarısı Kuleleri’ni bitirdikten sonra, bir urban fantasy (şehir fantazisi) kitabı üzerinde çalışmak için zaman ayırdım. Daha yarısına gelmeden ondan bir şey olmayacağını anladım ve yarıda kesip bir kenara koydum.

Derken ileride Sissoylu olacak bir kısa hikâyeye başladım ve daha birkaç sahne yazmıştım ki gerçekten iyi gittiğini fark ettim. En sonunda kısa hikâye olarak başlayan şey bir roman haline geldi ve şu anda bu durumdan epey mutluyum. 2011 yılında benim bir kitabımı basamayacakları için Tor da bu haberi duyunca epey sevinmişti, çünkü bu sayede Mistborn: The Alloy of Law kasım ayında çıkacak. Ve tekrar Zaman Çarkı üzerinde çalışmak için enerji doluyum artık.

Seninle konuşmak çok güzeldi Pat. Ağustos ayında Reno’daki Worldcon’da görüşür müyüz?

Rothfuss: Orada olacağım. Geçen seferkinde çok eğlenmiştim.

Sanderson: Teşekkürler Pat, sahiden eğlenceliydi. Yorumlarımı yazmak için Bilge Adamın Korkusu’nun çıkmasını heyecanla bekliyorum.


Röportaj çevirileri:

– Can İnal
– Erman Yücel
– Ozancan Demirışık

Düzeltiler:
– Hakan Tunç
– Onur Selamet
– Ozancan Demirışık

1 Yorum BULUNUYOR


  1. Avatar for Muhammed_Deger Muhammed_Deger dedi ki:

    Tek kelimeyle mükemmel ,yazar olamnı ne kadar zor olduğunu birkez daha anladım. Bir daha pat ın neden 3. Kitabı yazmadığını filan söylemeyin bana adam bizim için en iyisini yapmaya çalışıyor .ayrıca şimdi anlıyorumki bir yazar kötü kitap yazdığında hemen onu taşlamak çok bencilce bir davranış o kitap yazılana kadar neler çekiyormuş hiç böyle düşünmemiştim.

    Yazının başında karton kapak ilgili bir şey geçmiş bence çok haklılar.

Henüz yorum yok. Forum'a gelip sohbete katıl.

Fantastik Yaratıklar Edebiyat İzleri

Fantastik Yaratıkların Edebiyatta Bıraktıkları İzler

varolmayanlar

Kendi Manifestonuzu Oluşturun: Varolmayanlar