in , ,

Okurken Hissedilen Bazı Olumsuzluklar Kimi Hikâyelerin Güçlü Yanları Olabilir mi?

Vüs’at O Bener’in “Dost-Yaşamasız” kitabı üzerinden hikâyelerde sıradanlıkla yüzleşmek ve sıkılmaktan çekinmemenin getirisi üzerine bir deneyim… “Okuma Eylemi” dizimizin yeni yazısı sizlerle.

okuma eylemi 3 dost yaşamasız
- Reklam -
- Reklam -

Hikâye kavramı pek çok farklı benzetmeyle irdelenebilir. Her benzetmeyle birlikte hikâyelerin ve hikâyeciliğin bambaşka bir yönü keşfedilir. Bu yazının konusu da o tanımlar ve keşiflerden birisi üstüne. Konunun çıkış noktasıysa 1950 Kuşağı’nın önde gelen Türk yazarlarından Vüs’at O. Bener’in öykü kitabı: Dost – Yaşamasız.

Haydi başlayalım.

Okurundan Talepleri Olan Öyküler

Bener’in öykülerindeki konular, sıradan insanların sıradan hayatlarında sıkça karşılaşılan meselelerden oluşuyor. Okurların kendilerine sorması gereken ilk soru, sıradan meseleleri kendine dert eden hikâyeler okumak isteyip istemeyecekleri. Kendi sorusuna “okuyayım” cevabını verenleriyse başka sorular bekliyor. Çünkü Bener konularını sıradan hayattan almakla kalmamış, anlatımında da aynı sıradanlık hâlini korumuş. Teoride herkesçe kabul gördüğü varsayılan, pratikteyse kişiden kişiye değişiklik gösteren okur beklentilerinden itinayla kaçınan bir anlatım tutturmuş. Öyküsüne göre bir anlatıcı-ana karakterin zihninde geçenlere şahit bile olunsa, karşılaşılan hissiyat ve düşünceler, sahibinin bile üstüne kafa yormadığı aleladelik ve dağınıklık akışıyla sunulmakta. Bener, seçtiği konuları ve o konuları anlatma biçimiyle kaleme alındığı dönemin gündelik hayatını da olduğu gibi sunmuş.

- Reklam -

Öykülerin her okura hitap etmeyen bir yapıya bürünmesine sebep de bu tercih. Ve işin aslı, öyküleri iyi yapan da yine bu tercih. Sıradanlığın yarattığı sıkıcılık ve akabinde hissedilen dışlayıcılık, “Ben ne okuyorum/okudum?” sorusu peşinden gidebilen okuru, hikâyelerin işaret ettiği durumlar bağlamından kendi duygu ve düşüncelerine yönlendirmekte. Hâliyle bizleri hikâyenin bağlamındaki olayları tekrar gözden geçirmeye itmekte.

Kaçınılan Hissiyatların Peşinden Gitmek

Öykülerdeki karakterlerin, olayı sıcağı sıcağına deneyimlediklerinden farkına varamadıkları veya sezinledikleri hâlde kendilerine itiraf edemedikleri hâl ve hareketlerin yarattığı insani çarpıklık ve tezatlar mevcut. Ve bunları fark edebilecek tek kişi, kurmacanın içindeki karakterlerden daha iyi bir konumda bulunan okurun ta kendisi. Elbette okur için satır aralarından yansıyanları sezinlemek ve irdelemek kolay bir iş değil.

Okurun aşması gereken ilk ve tek engel, öykülerdeki sıradanlığa ve ek yorumlara imkân vermeyen yapıya ne tepki vereceği. Hâliyle okurun önüne iki seçenek çıkıyor: Bunlardan ilki hikâyedeki bağlamlarıyla o bunaltıcılığın kendileri için ne ifade ettiği üzerine sorgulamaya gitmek. İkincisiyse, karakterlerinin bile önemsemediği -veya önemsememeye çalıştığı- duygu ve düşünceleri onların yaptığı gibi ciddiye almamak ve sıradanlığın yarattığı bunaltıcılıktan olabildiğince uzak durmak. Birinci seçenek, okurun kendini zorlaya zorlaya öyküyü bitirmesini, ikinci seçenekse okumaya bol bol ara vermeyi ve hatta devam etmemeyi öğütlüyor.

Bu her okur için oldukça zor bir karar. Neticede “zorlanma” duygusu, kurmacaları okumakta başat etkenlerden biri gibi gelmiyor. Başka hikâyelerde üstü kapalı anlatımlarla, gizem sarmalında kendini yavaş yavaş açıklamalarla, anlaşılması güç karakterlerle ve benzeri durumlarla haşır neşir olunsa bile, saydığım ve sayamadığım bu yapıların hepsinde, okurun merak duygusunu cezbetmek ve hikâyenin içine çekmek için okura türlü oyunlar oynamak yer alıyor. Bener’in öykülerindeyse okuru meraklandırmak namına pek bir şey yok. Okurun tutunabileceği tek dal, sıradanlık ve onun yarattığı tarifsiz rahatsızlık.

Tercih ve Sonucu

Dost YasamasizHer okurun düşeceği bu ikilemde benim tercihim ilk şık oldu. İnatla sürdürülen bu dışlayıcılığın, öykünün selameti açısından muhakkak bir önemi olmalıydı. Yoksa da en azından okur olarak payıma düşen anlama çabasını yerine getirmiş olacaktım. Düşüne düşüne öyküden yansıyan duyguların kılavuzluğuna güvenmeyi seçtim.

Elbette Bener öykülerini okumaya başlar başlamaz böyle bir gayretin içine gireceğimi hiç düşünmemiştim. Anlatımda sıkça uygulanan tekrar, benzetme ve analoji gibi açık ipuçlarına ve yönlendirmelere alışıktım. Okur olarak “sıkıntı” adı verilene dayanarak irdelemeye gitmek, her zaman uygulanan okuma yöntemlerimden biri değildi. Üstelik öykülerdeki duygu durumlarına karşı duyumsadığım aşinalık hissi, akabinde onlara karşı bir utanç, uzaklaşma ve kendinden uzak tutma arzusu doğurmuştu. Öykülerde bahsedildiği gibi birebir deneyimlerim olmamıştı. Geçmiş tecrübelerimde tıpkı öykülerdeki gibi fark edemediğim duygu durumları yaşamış olabileceğimi fark etmiştim sadece. Olduğu gibi aktarılan gündelik hayat parçacıklarına yönelik tepkim yine de sıra dışı sayılırdı. Çünkü aşinalık hissettiğim duygu durumları karşısında öykülerdeki karakterlerin onları fark edememeleri canımı sıkıyordu.

Böyle böyle, “Ne okuyorum?” sorusundan yola çıkıp, “Neyden kaçınıyorum?” sorusuyla devam ettim. Öykülerde sahnelenen durumlarla okura yansıtılan duygular arasında ister istemez bir ayrım yapıyordum. Durumları öyküdeki kurmacasal bağlamlarından (öyküdeki şahısların ve durumların özelinden) ayırarak anlamaya çalışıyordum. Örnek verecek olursam, birisine öfke duyulunca, ben de öfkenin gerekçeleri yerine, birine karşı kendince sebeplerle öfkelenmeyi ve bunun yarattığı tecrübe üzerine düşünmeyi kendime kılavuz ediniyordum. Bu yöntem öyküden kendi payıma düşen çıkarımı elde ettikten sonra, sıra öykü özelindeki kurgusal bağlamları değerlendirmeye geliyordu. Ondan sonra öykünün konusu, amacı ve sonucu kapsamında bir şeyler kafamda yerli yerine oturmaya başladı.

Örneğin Istakoz öyküsü. Anlatının bezdirici sıradanlığıyla mücadele ederken satır aralarında varlığını sezinlediğim şey, birinin hem canını sıkan duyguyla hem de duyguyu yaşatan fikirlerle yaşama çabasıydı. Öykü tamama erip okuduklarımı baştan sona gözden geçirdikten sonra okuma sürecinde sezinlediğim, insanın kendi içinde kirli olduğunu düşündüğü fikirleri kolay kolay dile dökememesi ve bunu ne kendine ne de karşısındakine itiraf edememesini anlamam oldu.

- Reklam -

Mükâfatın Bedeli

Tabii tüm bu işlemi tamamlayabilmek için öyküleri dikkatle okuyup bitirmem gerekiyordu. Kitap okurken sıkıyor muydu? Evet! Günlük  rutinlerin ve ana karakterin kendisinin bile emin olamadığı duyguları eşliğinde öykünün nerede sonlanacağını takip etmek sıkıyordu. Sıkıntı hissiyatı da beni öykülerin dayandığı temel insani açmazlara sokarak öykünün duygu karmaşasına yönlendirmiş oldu. Temelde ne olduğunu az buçuk idrak edebilme veya öyküyü anlamlandırabilmek için iyi bir dayanak noktası arayıp bulma yorumunda da bulunulabilir. Bu iki olasılık da öykülerden edindiğim sonuçları değiştirmedi. Anlatımın yönlendirdiği doğrultuda uyguladığım bu yöntem her öyküde işledi.

Özetlersem, yapıları gereği bu öyküleri okumak, özellikle kendini açıklamak için ek çaba harcayan kurmacalara alışmış bünyemi biraz uğraştırdı. Hep kaçınmaya çalıştığımız ama başaramadığımız sıradanlığın en saf hâliyle yüzleşmek doğrusu pek kolay değildi. Ne de olsa kurmacaları ilgi çekici kılan, sıra dışının heyecan vericiliğinde gizliydi. Okurlar olarak cazibesine hemen kapıldığımız bu meziyet, hikâyecinin niyetine göre, kâh içinde yaşarken fark edemediğimiz gerçekleri dolaylı yoldan dışa vurmaya yarıyor kâh var olmamış ya da var olamayacak olasılıklara dikkat kesilmemizi de sağlayabiliyor. Bener’in anlatımsal tercihiyse risk alarak bunlardan faydalanmadan bizleri derde ortak ettirmeyi seçmiş.

Evet, Bener’in öykülerinde de sıradan hayatta deneyimleyip de fark edemediğimiz şeylere dikkat çekiliyor. Ama bunu okurun kaçındığı duyguları yüzüne vurarak ve anlamak için çaba sarf etmesini talep ederek yapıyor. Okur olarak hissiyatım, yağmurdan korunmak için sığındığım köşede kovalarla ıslatılmaktı. Ama bu beklenmedik yüzleştirme, öykülerin satır aralarında gezinen duygu durumlarının peşinden gitmeme de vesile oldu. Hakiki sıradanlık ve onun yarattığı sıkıntılar, genel okur beklentileri açısından külfetten sayılabilirken, öykülerin amacı ve anlatımın gücü açısından önemliler.

Okur Olarak Kendi Payıma Çıkardığım Dersler

Edebiyatın işleyiş mekanizmalarını anlamak açısından değerlendirince, Vüs’at O. Bener öykülerinin ortaya koyduğu gayet açık; hikâyede amaçlanan temeller gereği, okurun duyguları uyarılırken sadece olumluya değil, olumsuzluğa da pekâlâ başvurabilir.

Karakterlere ve durumlarına karşı sempati uyandırmak, okuru hikâye dünyasına çekmek gibi kavramlar, kurmacanın olumlu yanlarına eklenmiş albeniliği kapsamında daha cazip. Varoluşumuz gereği bunu, olumsuzdan uzaklaşıp olumluya yönelen varlıklar olmamızın yan etkisi olarak yorabilirim. Kurmaca dediğimiz şey de insan beyninin bir ürünüyken, bu olasılık çok da olamazmış gibi gelmiyor. Lakin hikâyelerin amacı ve selameti gereği, anlatım teknikleri içerisinde sanılandan daha fazla ve farklı yöntem olduğu aşikâr. Okurun arzu etmediği, kaçınmaya çalıştığı ya da onaylamadığı duygu ve düşüncelerle karşılaşması ve onlar vasıtasıyla amaçlanan yönlere yönlendirilmesi de söz konusu. Ve ilginçtir, bizleri olumluya yönlendirip olumsuzdan kaçmaya meylettiren mekanizma buna da olanak tanıyor. Olumluya ulaşabilmek için olumsuzun bizi yönlendirmesine izin verebiliyoruz. Örneğin korku/gerilim hikâyeleri, zihnimizi meşgul ettiği anda keyfimizi kaçıran ölüm temasından beslenir. Örneğin güvenilmez anlatıcılar, gerçek hayatta kandırılmaktan hiç haz etmeyecek bizler, sahiplerinin bile kendilerini inanmaya zorladığı yalanları büyük şevkle öğrenmeye koyulabiliriz.

Yazının en başında belirttiğim gibi Bener’in öyküleri hikâye ve hikâyeciliğin farklı bir yönünü tanımlıyor. Hikâyeler tek taraflı açık mektuplardır. Üstelik kaçındığımız gerçekleri aynı can sıkıcılıkla yüzümüze vurarak bizi kendi içimize bakmaya zorlayan türden.

Bener’inki gibi özünde albenilik barındırmayan hikâyeler, olumsuzluğun hikâyecilik namına nasıl olumlu biçimde kullanılabileceğine örnek teşkil ediyor. Aynı zamanda biz okurlara da sıkıntı ve huzursuzluk karşısında hemen pes etmememiz gerektiğini hatırlatıyor.

Elbette bu tanım ve çıkarımlar, türlü amaca ve tekniğe ev sahipliği yapan kurmacalar dünyasında dikkate alınması gereken temellerin çok küçük bir bölümü. Üstelik her tanımda olduğu gibi iki tarafça da arzulanan ve arzulanmayan yeni olasılıklara vesile olmakta. Örneğin bu tanım gereği, yazarın talebiyle okurun arzuları nerede kesişip, nerede ayrılır? Yazarlar hikâyelerini biçimlendirirken, okurlarının arzu ve beklentilerini ne ölçüde karşılamaktan kaçınmalı, nasıl yönlendirmeli? Okurun sezinleyip de açıklayamadığı her hoşnutsuzluk peşinden gitmeye değer midir? Bunlar gibi hem yazarların hem de okurların kendi açılarından değerlendirmesi gereken çokça sorunsal var. Bunlar da kendilerine özel başlıklar altında uzun uzadıya incelenme gerektirecek başka başka yazıların konusu.

Şimdilik bir başka yazıda görüşebilmek dileğiyle, hoşça kalın.


* Okuma Eylemi yazı dizimizin diğer bölümleri için tıklayın.

KR Kitap Kulübü #3 Vüs’at O. Bener – Dost Yaşamasız

Cemalettin Sipahioğlu

1986 İstanbul doğumlu. Bilimkurgu, korku ve fantastiği uzun süre televizyondan takip edebilmiştir. Ailesinden habersiz aldığı ucuz VCD oynatıcıyı saklayıp, onlar yokken kullanarak, bu konularda film açıklarını kapatmaya çalışmıştır. Edebiyata sonradan bulaşması; bilgisizliği; bilgisizlik de, "Raftaydı ve ben onu alıp okumadım zamanında." pişmanlıkları getirmiştir. Lem ile Küvette Bulunan Günce'yle tanışması; okumaya yeni başlayan biri için hem talih, hem de talihsizlik olmuştur. Film, kitap, animasyon, çizgi roman olsun; kendi sınırlı bilgisiyle, eserleri iç dinamikleri içinde değerlendirmeye çalışır.

3 Yorum BULUNUYOR


  1. Avatar for Nemo Nemo dedi ki:

    Eline sağlık harika bir yazı olmuş. Aynı zamanda önemli bir konu. Edebiyat dışında bu diğer sanat dalları için de geçerli. Örneğin sinema. Salt eğlendirme ve sürükleyicilik kesinlikle büyük bir yanılgıya götürüyor. Bazen sıkıcılık, bütünde büyük bir tatmin hissi yaşatan bir yoldur.

  2. Avatar for EmrecanDogan EmrecanDogan dedi ki:

    Şimdi şöyle bir durum var ki olayların sıradan olmasının sıkıcılığında yazarın yer aldığı kuşağın ve yazarın felsefi durumu da etken rol oynuyor. Adı üstünde “Bunalım Edebiyatı” diyorlar bu kuşağa ve onlar da adlarının hakkını veriyor. Orhan Duru okumaya uğraştım ve gerçekten sıradışı meselelerden güldürücü bir dille bahsettiği halde sıkıldım. Çünkü metinlerin temel felsefi altyapısı bu. Tomris Uyar da öyle çok fantastik,bilimkurgu tipi eserler yazmıyor ama okuması ferah.

    Bu bakımdan ben sadece metinlerin ele aldığı olay ve konulardan çok yazarın felsefi temeli ve bu temelin oluşturduğu üsluba bakılmalı derim. Çünkü akıcılığı sağlayan odur. Ha akıcı olmaması edebi değerini kaybettirmez.

  3. Avatar for Bay_Karamsar Bay_Karamsar dedi ki:

    Toz Ruhu filminin Barış Saydam tarafından kaleme alınan eleştirisinden. Filmi tanımlamak için Vüs’at O. Bener’in tarzı anılmış. Benim “olumsuz hisler uyandırarak hikâye anlatmak” diye yorumladığım tarzın kökenlerine ve hikâyeye katabileceklerine dair ipuçları veriyor:

    Türk öykücülüğünün hakkı teslim edilememiş yazarlarından Vüs’at O. Bener’in ölümünden sonra Enis Batur şu satırları yazar:“Onun yazıları, okur çoğunluğunun giriş kapısını bulmakta zorlandığı, okur azınlığının içinden çıkmamaya razı olduğu, ne razı olması, bundan engin mutluluk duyduğu bir labirenttir.” Batur’un bu sözleri belki de Bener’i en iyi ifade eden cümledir. Bener’in eserlerine girmek sabır ister. Etinden, kemiğinden, yalnızlığından, melankolisinden, kendi trajik hayatından damıtarak yarattığı karakterlerini tahlil etmek son derece güçtür. Okurken çoğu zaman bu hikâye neyi anlatıyordu sorusunu sorarken bulursunuz kendinizi, ama bir süre sonra alışıp Bener’in dünyasına girdiğinizde artık diğer sorular gibi bunun da bir önemi yoktur. Bener’in karakterleri de yakın arkadaşı Oğuz Atay’ın ya da Yusuf Atılgan’ın tutunamayan karakterleri gibidir. Yoğun bir ironiyle donatılmışlardır. Dost Yaşamasız isimli kitabındaki hikâyelerden Korku’daki karakterleri aklımıza getirelim. İntihar etmek isteyen ama sonrasında ne için intihar ettiğiyle ilgili nasıl bir not yazacağını bulamayan karakterin trajikomikliği bununla sınırlı değildir. Tam da intihar notu muhabbeti geçerken masadaki boşlar yeniden doldurulur, kadehler kaldırılır ve karakterimizin “sağlığına” içilir. Ya da Siyah-Beyaz kitabına adını veren öyküyü düşünelim. Öykünün finalinde, “yenilmekten korkmadığımı sandım, yenildim” diyen anlatıcı hemen ardından “hâlâ yağmur yağacak” diyerek aforizma olabilecek bir cümleyi bölmekle kalmaz; aynı zamanda Bener’in kendi hayatındaki ironi ile örttüğü iç dünyasının duvarına toslatır bizi. Burada yaşanan basit bir biçimde Brechtyen bir yabancılaştırma efekti ya da klasik anlatının kurallarını bozmak değildir. Bener’in kendisiyle çevresi arasında kurduğu duvarın aynısı, karakterleriyle okurları arasında da kurulur. Dolayısıyla metin içinde sizin ne bağlanacağınız, özdeşleşeceğiniz bir karakter vardır ne de anlatılanın sizi götürdüğü bir ana fikir. Bener’in hikâyeleri ana fikirden, olay örgüsünden ve özdeşlemeden bağımsız ilerler. Ânların ve durumların betimlemesini yapar. Dolayısıyla ya içine girersiniz ya da tümüyle dışarısında kalırsınız.

    Yazının tamamı:

Henüz yorum yok. Forum'a gelip sohbete katıl.

gorunmez gemi ust

Necva G. Esen’in Romanı “Görünmez Gemi” Bizlerle

duygusal ajanlar ust

Nihayet Arşiv Tamamlanıyor, “Duygusal Ajanlar” Bizlerle