in ,

İsmail Güzelsoy: “Edebiyatın Her Şeyden Önce Eğlenceli Olması Gerektiğine İnanıyorum”

İsmail Güzelsoy ile gerçekleştirdiğimiz kapsamlı röportaj sizlerle. Yazar son romanı “Kıpırdamıyoruz” ile edebiyatının 20. yılını kutluyor.

İsmail Güzelsoy Röportaj
- Reklam -
- Reklam -

Kıpırdamıyoruz adlı son romanı Doğan Kitap etiketiyle raflarda yerini alan, edebiyatının 20. yılını kutlayan İsmail Güzelsoy ile gerçekleştirdiğimiz kapsamlı röportaj sizlerle.

Edebiyatınızın 20. yılında 12. romanınızla karşımızdasınız… Öncelikle tebrik ediyorum. Kıpırdamıyoruz, Can Direği olarak adlandırdığınız serinin ikinci kitabı. Fakat şunu söylemek gerekiyor ki sizin serilerinizin bağlantısı olay örgüsünden ziyade tema üzerinden. Zaten kitap kapaklarında da seri ismi yer almıyor. Banknot Üçlemesi, Fennî Sihirler, Can Direği… Romanlarınızı bu şekilde gruplandırmak yazma pratiğinize ve okur deneyimine ne katıyor sizce?

Yazma sürecinde, bu kadar karmaşık bir zamanda dünyaya bir tek odak noktasından bakabilmemi sağlıyor. Yazarken belli sınırlar içinde hareket etme serbestisi veriyor bana. Biraz çelişkili bir ifade gibi gelebilir ilk anda ama sonsuz özgürlük, tutsaklıktır bir bakıma. Gerçekten özgür düşünebilmek için elimizde destek noktaları, estetik güzergâh olmalı bence. Müzikte majör, minör dizileri ya da musikide makamları düşünün. Onlar sınırlayıcı olduğu ölçüde yol göstericidir aynı zamanda, değil mi? Ağaçlar ve ahşap eşya üzerine birden fazla kurguya açılımı olan bir fikir varsa aklımda, bunu birbirine açılan, birbirini destekleyen, genişleten, zenginleştiren birkaç kurgu halinde işliyorum önce. Uzun zaman alan bir çalışma yöntemi bu ama sonuçta iki, üç, belki dört kitaptan oluşan bir set çıkıyor karşıma. Konu bütünlüğü derdinde olmadan, ruh haline ve tema odaklı bu serileri olgunlaştırabiliyorsam bir seri halinde yazıyorum, yoksa da kaldırıp atıyorum zaten.

Okur açısından da okuyacağı kitabı seçebilmesini kolaylaştırıcı bir işlevi oluyordur, diye ümit ediyorum. Diyelim ki Fennî Sihirler serisinden bir kitabı sevdi, o seriden başka bir kitabın da benzer bir ruh halinde, aşağı yukarı aynı frekansta olduğunu bildiği için oradan sürdürebilir okuma programını. Ki gördüğüm kadarıyla öyle de oluyor. Okur gruplarıyla yaptığım oturumlarda bunu çok sık duyar oldum. “Fennî Sihirler bana daha uygun” ya da “Can Direği serisini daha çok sevdim” filan gibi yorumlar bana doğru bir yolda olduğumu telkin ediyor doğrusu.

- Reklam -
İsmail Güzelsoy
İsmail Güzelsoy

Başka türlü söylemek gerekirse, benim bir tarzım yok aslında. Birden fazla var… Türlerle, tarzlarla, üsluplarla oynamak çok eğlenceli bir şey. Kendimi bir tek ruh haline hapsetmek istemiyorum. Diyelim ki neşeli şeyler söylemek istiyorum ama bir yerde kendimi “gotik” olarak tanımlamışım. Tıkanıp kalırsın, değil mi? Bu bana uygun bir yazma deneyimi değil. Karanlık hikâyeler yazmak istediğim bir dönem oluyor, umutlu şeylere ihtiyaç duyduğum bir dönem oluyor. Her biri için ayrı tezgâhım var ve ben bu esneklikten yararlanıyorum. Tutarlılık adına eğlenceyi kaçıramam. Edebiyatın her şeyden önce eğlenceli olması gerektiğine inanıyorum çünkü. Yazarken eğlenemezsen, okur da sıkılır. Bu benim öğrencilerime en sık telkin ettiğim tüyodur. Yalnızca yazma deneyimi için düşünmeyin bunu. Diyelim ki yemek yapacaksınız ve özel olmasını istiyorsunuz. Telaşla, kaygıyla ya da yorgun olduğunuz zaman yapacağınız yemeğin lezzeti, dans ederek yaptığınızla aynı olmaz. Bunun malzemeyle, baharatla ilgisi yok. Siz zevk alıyorsanız, yemeğin lezzeti artar. Mistik mi, bilmiyorum ama öyle oluyor sahiden, deneyin.

Can Direği serisinde ağaçların dilini konuşan, konuşmakla da kalmayıp onlarla hem ruhsal hem fiziksel olarak bir araya gelen insanların hikâyesini anlatıyorsunuz. Pek çok koşulda ayakta kalmalarıyla, yıllara direnmeleriyle tanıdığımız ağaçları dünyadan birer birer siliyor insanoğlu; ağaçlar, insana direnemiyor ne yazık ki. Bize can veren doğadan giderek uzaklaşıyoruz. Can Direği serisi kafamızı kaldırıp ağaçlara bakmak, onlarla kaybetmekte olduğumuz bağı yeniden kazanmak için bir çağrı mı, yoksa bir tür ağıt mı?

Her ikisi de var ama daha derinde başka bir şey olsun istiyorum: Fabl-masal keyfi… Günümüz romancılığı gerçekçiliğin jandarmalığından kurtarabildi kendisini. Yaşadığımız hayatlar çok acımasız, ezici, boğucu. Biz Naziler yenildi ve faşizm çöktü zannederek büyütüldük, bin tane de film seyrettik, kitap okuduk buna dair ve bir dönemecin başına geldik ki, aslında yenilen yalnızca Hitler’miş, zulüm muzaffer olmuş meğer. Böylesi boğucu bir zamanda gerçeklik, gerçek, onun farklı algılanışları çok yaralayıcı hale geldi ve böylesi karanlık dönemlerde eğlenceli, zengin hayallerle çeşnilenmiş anlatılara ihtiyacımız olduğunu fark ettik. Masal dinlemek, mutlu çocukların değil, yatağında üşüyen gariban çırakların ihtiyacıdır. Biz gariban çıraklarız ve nefes alabilmek için masala ihtiyacımız var. Can Direği serisinde nesneler canlıdır, fabl öğelerinden bonkörce yararlandım, çünkü bu dediğim boğucu “kurşun gibi ağır” havadan arınmaya ihtiyacım var.

Geçenlerde bir öğrencim “kaçış edebiyatı”ndan söz etti, tabii ne dediğini anladım ama ona şakacıktan, “Edebiyatın kendisi kaçıştır zaten,” dedim. Buna biraz inanıyorum. Edebiyat bu dünyanın zulmünden, kargaşasından bir anlığına sıyrılmak, yaşamanın lezzetli yanlarıyla baş başa kalma lüksü verir bize. O küçük haz adacığında çevrecilik adına insanları boğmak istemem. Can Direği ağaçlara karşı duyarlık oluşturmayı filan hedeflemiyor bu bakımdan. Roman sanatında fabl kullanımını olabildiğince makul bir çerçeveye taşımayı hedefliyorum. İşim eğlence, dedim ya. Okura hayatı sorgulatmak, sorular sordurtmak hatta etik değerlerle yüzleştirmek filan, eyvallah, hiçbir itirazım yok ve bu yapılmalı da ama güçlü bir hikâyenin gerisinde olmalı bu. Hani saatler vardır ya, bakınca içindeki çarkları da görürsün, öyle olmamalı bu iş. Hikâyeyi öyle kurmalıyız ki, bütün bu telkinler, sorgulamalar filan o güçlü hikâyenin tematik derinliklerinde, alt katmanlarda saklı kalmalı.

Bir çeşit felaket döneminden geçiyoruz. Dünya çapında bir salgın yaşanıyor, gündelik yaşamın neredeyse tüm koşulları değişmiş durumda. Kıpırdamıyoruz’da, rivayet edilen bir mahşerin hemen öncesini anlatıyorsunuz. Romanı yazmaya pandemiden önce başladığınızı tahmin etsem de, böyle bir dönemde kıyametle ilgili bir romanı okurla buluşturmak nasıl hissettirdi size?

Kıpırdamıyoruz’un yedinci yazımı bitmişti pandemi başladığı zaman. Yani yaşananlarla oradaki kıyamet rivayetleri arasında bir esin söz konusu değil. Tuhaf bir rastlantı oldu tabii bu durum. Kıpırdamıyoruz, toplumsal çalkalanış, korku, savruluş vs. ile bireysel hayatların seyri arasındaki etkileşim üzerine bir roman ve şu an yaşananları anıştırıyor.

Bu romanı yazarken, resmedilen arka plan ne kadar karanlık, kasvetli olursa olsun; umutlu, aydınlık, cıvıltılı bir hikâye anlatmayı kafama koymuştum ve galiba onu yapabildim. Yaşanan bütün bu felaketler için bir şey yapabiliyorsan yaparsın, yoksa da kendi özgür, mutlu, huzurlu adacığına sığınır, kendi yolunu çizersin. Bunda ayıp, günah bir şey yok ve kilo aldırmaz. Bütün inanç sistemleri bizden bireysel hayatlarımızı kolektif bir amaca adamamızı bekler. Toplumsal ütopyaların, inanç sistemlerinin özü buna dayalıdır. Bir gün karşımıza bir inanç sistemi, ideoloji, neyse işte, o çıkar da bizden mutlu, neşeli, huzurlu filan olmamızı isterse, işte ona yürekten inanıp, militanı olurum. Mutlu olmak amaç olmayabilir ama bizim bireysel yaşantımızı besleyen, ona katkıda bulunan bir ortaklığa ihtiyacımız var.

Adanmak, çilecilik ve bu uğurda ortaya çıkarılan bütün inanç sistemleri acıdan başka bir şey vermedi dünyaya. En iyileri bile! Kaldı ki, bireysel mutluluk, huzur, keyifli bir şeyler arzulamak düşkünlük hali değil, mutlu olmayı istemek de ayıp değil. Çileciliğin, adanmışlığın sonu gelsin artık. Şu pandemi döneminde çok keyifli şeyler de yaşadım şahsen, ayıp mı ettim yani? Kıpırdamıyoruz biraz bu kafayla yazıldı. Kötülüğe karşı elinden bir şey geliyorsa yap ama kendi hayatından vazgeçerek yapma bunu. Senin kendi mutluluk hayalinden vazgeçmen kötülüğün ana besin kaynağıdır çünkü. Biz kendimizi bir amaca adadığımız zaman, kendimizi değerli kılmıyoruz, amacı değersiz hale getiriyoruz. Çünkü hiçbir yüce amacın, bizim adanmamıza ihtiyacı yoktur. Bizim o yüce amaca inandığımız gibi, onun da bize inanmasını beklemek hakkımızdır.

Kıpırdamıyoruz - İsmail Güzelsoy
Kıpırdamıyoruz, Doğan Kitap, 2020, İsmail Güzelsoy

Romanın adı Kıpırdamıyoruz… Durmak, beklemek, kıpırdamamak. Günümüzde giderek zorlaşan bir şey. Her an zihnimizi meşgul etmeye çalışıyoruz, ekrana bakmadan bir saniye bile geçiremiyoruz çoğumuz. Belki pandemi bize biraz durmayı, nefes almayı öğretti diyebiliriz ama bundan da şüpheliyim. Durmak, kıpırdamamak neden önemli? Hareket ederken göremediğimiz şeyleri, kıpırdamadığımızda fark edebilir miyiz?

Tam olarak öyle. Koşuşturup duruyoruz. Yakıcı bir hıza kapılmış durumdayız. Kendimizi, değerlerimizi, sevdiklerimizi hissedemeyecek kadar yorucu bir tempo bu. Bir araç ne kadar hızlıysa onu yönetebilmek o kadar zordur. Bu ilke bizim hayatlarımız için de geçerlidir. Settar’ın “durma” dediği anlar biraz buna gönderme yapar. Durup dünyayı izlemek, bazen hiçbir şey yapmamak… Hiçbir şey yapmamanın da bize büyük katkıları olabilir. Bazen “bilmiyorum” diyemeyiz ya, o anların eziciliğine dikkat edin. Oysa “bilmiyorum” diyebildiğin zaman önünde bilgeliğin kapısı aralanır, çünkü o bilmeme hali, öğrenmeyi, deneyimlemeyi, edinmeyi tetikler.

Durmak bir eylemdir ve bize yaşananları daha derinden kavrama şansı verir. Hiçbir şey yapmamak bazen çok güçlü bir tepkidir ve düşündüğümüzden daha çok iş görebilir.

Romanda Settar, “Sevdiklerimize söylediğimiz yalanlar özeldir Perva. Onları kandırmak için değil, avutmak için yalan söyleriz. Bazen böyle yalanlar kutsaldır” diyor… Öksüz Ağaçların Çobanı’nda da yalanlar üzerine eğilmiştiniz. En zararsız yalan söyleme biçimi edebiyat mı sizce? Yoksa bu yalan söyleme biçimi de bir tür silaha dönüşebilir mi?

Bu yoruma katılmıyorum, ayrıca Perva’ya söylenmesinin nedeni sonraki romanda daha iyi anlaşılacak diye düşünüyorum. Şimdilik bu romanda “misafir” ettik Perva’yı, bir sonraki romanın ana karakterlerindendir kendisi. Kişisel fikrim şu ki, edebiyat bir yalan değil aslında. Yani siz yaşanan şeyleri biricik gerçek olarak görüp, onun estetik olarak kurgulanışını yalan olarak kabul ederseniz, bu yorum yalnızca gerçeğin değerini küçültür. Roman da kendi gerçeklik algısını oluşturur, yeni bir paradigma sunar. Bu bakımdan gerçeği “olduğu gibi” ya da “olduğu haliyle” tam olarak anlatabilen ne var ki? Haydi roman uyduruk, yalan olsun, haber metni ne peki? O daha mı “gerçek”? Fotoğraf çekerek bile yalan söyleyebiliyoruz, değil mi? O zaman sanat, gerçeğin aktarılışının en estetik biçimi olsa gerek. Bu onu yalan kılar mı, emin değilim? Öyle bile olsa, silaha dönüşüp dönüşmemesi de çok tartışmalı. Daha doğrusu yaşadığımız çağda silaha dönüşmeyecek ne kaldı ki? Her şey ve herkes bir silah olarak işlenebilir.

- Reklam -

Bir söyleşinizde, Çıt Yok’un edebiyatınızda yeni bir dönemin başlangıcı olduğunu, o yüzden sizde ayrı bir yeri olduğunu söylemiştiniz. Hatta Kıpırdamıyoruz’da da Çıt Yok ile doğrudan veya dolaylı birtakım bağlantılar görmek mümkün. Çıt Yok’ta bir karakter “Bazı oyunları kaybetmek için oynarız” diyordu. O zamandan beri oyun teması edebiyatınızın neredeyse baş köşesinde yer aldı. Kaybetmek kaçınılmaz olmasına rağmen oyunu bu kadar cazip kılan nedir? Ve zaman zaman kazanmak, kaybetmekten daha korkutucu olabilir mi?

Tam olarak Çıt Yok’u yazarken düşündüklerimi söylüyorsunuz. Biz kazanmanın bir zafer olduğuna inandırılarak bu yerlere geldik. Yani çevre felaketlerinden, aşırı nüfuslanmadan, kentlerin betonlaşmasından, insanların duyarsızlaşmasından, tüketim çılgınlığından söz edip de bunun arkasındaki kazanma ihtirasını görmemek gülünç olurdu, değil mi? Herhangi bir mutsuzluğu yakından inceleyin, bir kazanma ihtirasına tanık olursunuz. Kudret, iktidar, ezmek, rövanş almak modern barbarlıktır. Kazanç yönelimli bu barbarlık, çağımızda kendi vasatını üretmiş ve kendisini doğal bir güdü olarak doğallaştırmış görünüyor. Bin yıl sonra bunun sapkınlık olarak tanımlanacağını umuyorum. Zaten öyle olmazsa bin yıl sonra diye bir şey olmayacak. En azından bizim için…

Bize, oynamanın esas olduğunu, kazanmanın sadece basit bir skor olduğunu öğretseler, dünya başka bir yer olurdu. Bilinen bir anekdottur, misyonerler, ücra bir yerleşimde kabilenin çocuklarına futbol öğretir, giderler. Uzun yıllar sonra geri dönüp, “Haydi, futbol oynayın da seyredelim,” derler. Saatler geçer, hava kararır ama maç bir türlü bitmez. Misyonerlerden biri sonunda dayanamaz, sorar, “Maç ne zaman bitecek gençler?” diye. Çocuklardan biri de, “Ama daha skor eşitlenmedi ki!” diye cevaplar onu. Dediğim tam olarak bu işte. Kazanma-kaybetme eksenli bir dünya, nereden başlarsa başlasın, şu yaşadığımız garabetle sonuçlanacaktır. Çok mu iddialı konuşuyorum, bilmiyorum ama üzerine çok kafa yorduğum bir şey bu. Dünya tarihinden, bireysel hayatlara kadar, her şeyi mahveden şeyin bu mutlak kazanma ihtirası olduğuna dair sayısız örnek bulursunuz. Oynamanın kendisinin zevkli olduğu oyunlar zariftir, besleyicidir, huzurludur. Kazanmaya adanmış oyunlar yıkıcıdır, sinir bozucudur.

İsmail Güzelsoy Söyleşi
İsmail Güzelsoy

Romanlarınız arasındaki bağlantılar, bir karakterin romanlar arasında gezinmesi, yıllar öncede kalmış bir hikâyenin gölgede kalmış bir tarafını yeniden ele almanız… Romanlarınızdan birden fazlasını okumuş olanlar bu tür küçük sürprizlere aşinalar, hatta her yeni kitapta bunları bekler olduk. Fakat genellikle bir romanın doğrudan devamını yazmayı tercih etmiyorsunuz. Belki Değil Efendi’nin Renk ve Korku Meselleri bir çeşit istisna sayılabilir, Sincap’ın devamı olarak düşünebiliriz ancak orada da iki kitap arasında ciddi bir ton farklılığı mevcuttu. İleride dönüp şu hikâyenin devamını getireyim ya da şu karakterin yıllar sonraki halini ele alayım gibi planlarınız var mı hiç?

Fennî Sihirler serisindeki üç kitabı bir araya toplayacak bir tek roman var. Kurgusu da hazır ama yazması çok zor ve daha da önemlisi okur açısından sıkıntı yaratabilir, çünkü ben her kitabın bağımsız olmasına özen gösteriyorum. Ne kadar çapraz-gönderim olsa da her romanın kendi içinde kapalı bir sistem oluşturması önemli. Yani bir kitabı okuyan okuru, eksik ya da başı kaçırılmış bir hikâyeyle muhatap etmek istemiyorum. Bu yüzden o serinin son romanını, diğerler romanlara muhtaç olmadan okunabilecek şekilde yazabilmem gerekiyor. Bu da sıkıntılı bir süreç benim açımdan. Biraz daha zamana ihtiyacım var.

Günümüzde e-kitap, sesli kitap gibi, matbu kitaba alternatif formatları daha sık görür olduk. Sesli kitabın son dönemde ciddi bir ivmesi oldu. Sadece seslendirilmek üzere romanlar, öyküler bile yazılıyor… Siz okuma alışkanlıklarının değişmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Format, içeriği de değiştirir mi, edebiyata ruhundan bir şey kaybettirir mi? Yoksa yepyeni bir zenginlik mi katacaktır?

Elbette bir zenginliktir. Nasıl ki sinema, tiyatro uyarlaması eserleri güdükleştirmiyorsa, sesli kitapların da edebiyatı güdükleştirmesi söz konusu olamaz. Ancak sesli kitaplar artık başka bir şeye dönüşecek gibi geliyor bana. Yani sadece romanın seslendirilmesinden çıkıp, müzik, efekt vs. ile beslenerek ikinci adım atılacak galiba. Sonrası da var bunun elbette. Şu an için fütüristik yorumlarda bulunamam ama teknik dönüşümler her zaman içeriğe de katkı yapar. Ben olumsuz bir sonucu olacağına inanmıyorum. Yani yazarlar kendi romanlarını sesli olsun diye basitleştirme yolunu seçmeyeceklerdir. Böyle bir şey gülünç olur zaten. Yani yazacağım roman şöyleyken, kolay okunsun diye böyle yazar mıyım? Saçma olur, zaten hikâyem bunu kaldıramaz. Şu olabilir, yüksek sesle okunması kolay eserler çıkar ortaya, ki bunun da bir sakıncası olacağını düşünmüyorum. Olumlu katkısı olur hatta. Hikâyelerimizi daha akıcı anlatmanın yollarını düşünmeye çabalarız. Zaten bir romanı yazdıktan sonra yazarın yapabileceği en iyi redaksiyon, onu yüksek sesle okuyup, takıldığı cümleleri yeniden düşünmektir.

Bu dediğim uygulanan bir yöntemdir ve ben her romanda yaparım bunu. Sonuçta biri seslendirsin diye değil, gözle bile okunacak olsa, akıcı bir müzikalite yakalamak adına çok faydalı bir yöntem bu. Kaldı ki, bazı seslendirmelerin de romanlara ruh kattığını söyleyebilirim. Her şeyde olduğu gibi, bu işi de yapanın ne kadar usta olduğu, işini ne kadar sevdiği, ne kadar renk kattığı önemli. Bazı eserlerin seslendirilmesinin neredeyse imkansız olduğunu da söylemeliyim ama.

Kıpırdamıyoruz - İsmail Güzelsoy
Kıpırdamıyoruz, Doğan Kitap, 2020, İsmail Güzelsoy

Yaratıcı yazarlık üzerine atölyeler de düzenliyor, eğitimler veriyorsunuz… Bu çalışmalar, yazar olmak isteyen kişilerle çalışmak sizi de besliyor mu? Yazma pratiği üzerine düşünmek, eserlerinizi ortaya koyarken size yeni bir enerji mi sağlıyor, yoksa büyü bozan, heyecan eksilten yönü daha mı fazla ağır basıyor?

Kurgu üzerine düşünmek, tartışmak, denemeler yapmak çok besleyici. Öğrencilerim çok gayretli ve yetenekli, onlarla çalışmak keyifli. Hatta galiba onlar bana, benim onlara yaptığımdan daha büyük katkı yapıyorlar bana. Kurgu üzerine kafa yormak büyü bozan bir etki yapmaz, tam tersine, büyü kurmanın doğasını keşfetmeye yöneltir sizi. İlk aklınıza gelen türevleri sorgulamaya zorlar sizi. Daha derin bağlar, daha etkili ifadeler, dramatik derinlikler aramaya başlarsınız. Sadece doğru sorular ve sorgulamaları bilmeniz, öğrenmeniz gerekir. Biz atölyede kurgu sorgulamalarına çok enerji veriyoruz. “Bunu daha farklı nasıl anlatabiliriz?” ve, “Bu ne kadar gerekli?” başlıklı iki ilkeyle hareket ediyoruz. Bu sorgulamaları uzun yıllar kendi içimde de yaptığım için, böyle bir süreçte öğrencilerime kılavuzluk etmek bana çok iyi geliyor.

Âdettendir, hep sorulur tezgâhta ne var diye… Kıpırdamıyoruz daha çok taze ama, yeni kitap için çalışmalara başladınız mı? Can Direği 3 mü gelecek yoksa başka bir hikâye mi? Ya da yıllar sonra sizden yeni bir öykü kitabı görebilir miyiz?

Şu anda Kıpırdamıyoruz’daki olayların başka bir cephesini anlatan üçüncü hikâye üzerine çalışıyorum. Avucumda Rüzgar Var isimli roman, bir udinin hikâyesi. Ağırlık merkezi müzik olan, müzik gibi yapılanmış bir roman bu. Avucumda Rüzgar Var’a 2018 Mayıs başında çalışmaya başladım ve eşzamanlı olarak ud ve müzik teorilerine gömüldüm, hâlâ da sürdürüyorum bunu. Kıpırdamıyoruz ile yolları kesişecek bir hikâye. Yani bu romanda eksik kalan, şöyle bir geçilen bazı ayrıntılar o romanın ana izleğini oluşturuyor. Bir kez daha, birbirini takip eden olaylar olmamakla birlikte, birini okuyan, öbüründe loş bırakılmış bazı noktaları daha ayrıntılı görebilecek. İki roman birbirine geri plan teşkil ediyor bir bakıma.

Sorularımı cevaplama inceliğini gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim. Umuyorum edebiyatınızın 40. yılında da aynı keyifle yeni bir söyleşi için bir araya geliriz.

Teşekkür ederim. Zaten 20 yıl, benim ilk kitabımın yayımlanışının üzerinden geçen süre. Ondan yaklaşık on yıl önce bir Abdi İpekçi ödülü derecem, onun öncesinde bazı dergilerde yazdıklarım vardı. Öyle baktığınız zaman 40 yıl olmuştur zaten, temenninizi 60 yapalım, derim. Gözü doymaz olduğum için değil, edebiyat muazzam gibi bir hazine sandığı karşısında elimdeki çeyrek altın çok cılız geldiği için…


Siz İsmail Güzelsoy imzalı eserler hakkında ne düşünüyorsunuz? Yazara, Güzelsoy’un edebiyata bakışına ve Kıpırdamıyoruz özelinde esere dair yorumlarınızı Kayıp Rıhtım Forum’da bizimle paylaşabilirsiniz.


* Sevgi Soysal’dan Attilâ İlhan’a Mektup: “Öyle Çok Şey Düşünüyorum ki”

Ozancan Demirışık

1993, İstanbul doğumlu. Ege Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okudu. Hayatını çeviri ve editörlük yaparak kazanıyor. Bilimkurgu ve fantazya üzerine uzmanlaşmaya çalışıyor.

2 Yorum BULUNUYOR


  1. Avatar for Orhan_Kolibandi Orhan_Kolibandi dedi ki:

    Bu ayin öykü teması gölge oluğu için mi “Gölge” nin yazarının haberi çıktı? :yum:

  2. Avatar for Giskard Giskard dedi ki:

    Güzel tesadüf olmuş :blush:

Henüz yorum yok. Forum'a gelip sohbete katıl.

Stephen King Yeni Kitap The Button Box 3 Richard Chizmar

Stephen King Yeni Kitap Projesini Duyurdu: The Button Box #3 Geliyor

elon musk mars üssü

Elon Musk Açıkladı: Mars’ta Kurulacak İlk Üssün Konumu Belli Oldu