in , ,

Kıyamet Treni – Fatih Yürür | “Hem Geçmişe Hem de Geleceğe Yaptığım Bir Yolculuk”

Fatih Yürür, birbirinden tuhaf öyküleri bir araya getiren “Kıyamet Treni” adlı yeni kitabının doğuş serüvenini anlatıyor.

Kıyamet Treni - Fatih Yürür | Yazarının Kaleminden
- Reklam -
- Reklam -

Fatih Yürür, geçen günlerde okurla buluşan Kıyamet Treni adlı eserinin ortaya çıkış macerasını Kayıp Rıhtım okurları için anlattı.


Aslında bir süredir bütün üretimlerimin anahtar söylemi “bellek yolculuğu” oldu. Dürüst olmak gerekirse, bahsi geçen bu yolculuk tahminimden uzun süredir devam ediyor fakat son iki yıl içerisinde çok daha bilinç dahilinde bir yolculuğa evrildiğini pekâlâ söyleyebilirim.

Yolculuk ilk olarak 2016 yılında ata toprakları olan Abhazya’yı ziyaret ettiğim sırada tamamen gerilla usulü bir şekilde hayata geçirmeyi başardığım “Repatriant” adlı belgesel çalışmam ile başladı. Yani hayatımın “öncesi – sonrası” ayrımını net bir biçimde yapabileceğim bir dönüm noktasından söz ediyorum. Açıkçası bunun bir dönüm noktası ya da o klasik tabirle bir “arayış” olduğunu biliyordum ama yolculuğun rotası gerçek de koca bir muammaydı.

- Reklam -

Sonrasında gerçekleştirdiğim diğer belgesel çalışmalarım da farklı merhalelerde bu arayışı perçinlediler fakat asıl soru şuydu: Gerçekte aradığım şey tam olarak neydi?

Yolculuk, mutlaka bir arayış zorunluluğu mu getiriyordu beraberinde? Adına “yolculuk” dediğimiz zaman kulağa havalı geliyor ama neydi bu yolculuğun içeriği? Yolun üzerinde hangi duraklar vardı ve ben son durağa kadar devam mı edecektim yoksa uygun bir yerde inecek miydim? Sahi, inmem gereken durağın hangisi olduğunu nereden bilecektim? Bunun anlamını gerçekten biliyor muydum? Bu noktada biraz daha duru ve dürüst bir isimlendirme yapmak daha doğru olacaktır. Kanımca son derece sıradan şeylere gereğinden fazla kutsiyet atfediyoruz ve açıkçası daha o zamanlarda bile bu atıf da bana sıkıcı gelmeye başlamıştı.

Bir Tren İstasyonunda Doğan Öyküler: “Kıyamet Treni”

Aradan üç yıl geçti. Bu süreçte farklı üretimler, yine o bahsi geçen bellek yolculuğunu diri tutacak türden başka başka anı parçalarımı spotların önüne taşıdı. Yanlış hatırlamıyorsam 2019 senesinde, yakın bir dostum olan Barış Can Bilgin ile birlikte, Kocaeli Tren İstasyonu’nun önünden geçerken, “Biliyor musun kafamda çok saçma bir hikâye var ve ben galiba artık bunu yazmak istiyorum,” dediğimi hatırlıyorum. Tamamı bir trenin içerisinde geçecek tek mekânlık bir öykü düşünmüştüm. Birbiri ile hiç bir organik bağı bulunmayan farklı karakterlere ve her vagonda farklı kaygılara yer verecek türden öykülerin vuku bulacağı bir derlemesi olmasını istiyordum. Olaylar Doğu Ekspresi’nde geçecekti. İlk taslakta 12 farklı vagonda 12 farklı öykü şablonu oluşturmuştum. Her vagonda aklıma gelebilecek en saçma fikirleri inşa etmek istediğim absürt bir anlatı yer alacaktı. Tren bir istasyondan bir diğerine varmadan hemen önce de kıyamet kopacaktı. İlk taslakta gerçekleştirmek istediğim, bütün bu karakterleri bambaşka koşuşturmalar içerisinde kıyamete tanıklık edeceğiydi. Kabaca her kahramanın son on beş dakikasına tanıklık edecektik. Barış o zaman beni heyecanlandırdı ve ben de bu primitif fikirlere ufak ufak eklemeler yaparak evin yolunu tuttum.

Kıyamet Treni - Fatih Yürür

Açıkçası bu saçma fikirler beni heyecanlandırmıştı. O zamanlar Tek Mekânlık Filmler kitabım yeni basılmıştı ve iki derleme kitabının ardından eğlenceli bir kurmaca derlemesi oluşturmak istemiştim. Derlemeler keyifliydi ama her derleme ile birlikte yayın kaygısı da patlak veriyordu. Bu sebepler araya keyifli bir kurmaca alıp yazma şevkimi katlama fikri oldukça cazip gelmişti. Kitapta yer almasını hedeflediğim. 12 öykünün ortak tarafı, aslında temel bir çatışmaya tanıklık etmeleri olacaktı. Dünyanın sonu nasıl gelecek?

İlk taslakta dünyanın sonunu getirmekle görevlendirilmiş bir adam vardı. Adamımız, ceketinin iç cebinde yer alan kumandanın kırmızı butonuna basarak öylece dünyanın sonunu getirecekti. Nedenlerin ve nasılların önemli olmadığı, büyük oranda gençliğimde maruz kaldığım eser miktarda İngiliz mizahının kalıntısı, beni böyle bir fikre yöneltmiş olabilir. Diğer yandan kıyamet için fanilerden yeterli krediyi elde edememiş olan Şeytan, dünyanın sonunu durdurmaya çabalıyordu. Bu noktada işin içerisine, emekli olmak nedir bilmeyen yaşlı bir süper kahraman, vejetaryen bir zombi, dünyanın en düşük kaşesine sahip kiralık katili, üç milyon yaşında bir uzaylı, bir android ve yanlış bir zaman dilimine yanaşmış olan bir zaman yolcusu da dahil olacaktı.

Bu öyküler silsilesinin temel etkilenimleri, henüz fikir aşamasındayken bile gayet açıktı. Etgar Keret öyküleri kadar kısa ve vurucu, Douglas Adams’ın hınzır başyapıtı “Bir Otostopçunun Galaksi Rehberi” kadar alçakgönüllü bir absürtlükle bezeli, Gaiman ve Pratchett imzalı “Kıyamet Gösterisi” gibi koşturması bol, geveze bir öykü olacaktı. Tabii Snowpiercer ya da Train to Busan gibi eser miktarda sinemasal esinti de taşıyacaktı. Gelgelelim işler pek de planlandığı gibi gitmedi. Öncelikle öyküleri gerçekten de Doğu Ekspresi ile Kars’a yolculuk ettiğim bir zamanda tamamlama totemim vardı. 2020 yılının mart ayında, bir süredir planladığım bu yolculuğa çıkma şansı elde ettim. Hatta yolculuğun ilk ayağı olan İstanbul – Ankara YHT seyri sırasında, işlemek istediğim fikirlerin çatısını da uzun uzun kurmayı başardı. Ne yazık ki asıl yolculuk sırasında işler pek de tahmin ettiğim kadar keyifli gitmedi. Tren vagonlarında priz yoktu ve gece yolculuğu süresince trenin mutfak kısmı da kapalı olduğu için kompartımanda, elimde tükenmez kalemle üçüncü öykünün bir kısmını karaladım. Yolculuğun kalan yarısında ise ilk öykünün yarısını yazabildim. Kitapta yer alacak öyküleri kafamda özetlemiş olsam da, bu aşamadan sonra seyir halinde yazarken ilginç bir tıkanma süreci yaşadım.

Tıkanma Süreci, Vagonlar Rıhtımda Yatarken…

Yolculuktan bir hafta sonra da global pandemi krizi patladı. Fakat pandeminin öncesinde Kötü Karakterin Yükselişi isimli derlememi tamamlamıştım. Yani bir başka derlemenin doğumunun gerçekleşecek olmasının, beni yazma konusunda biraz daha yüreklendireceğini düşündüm ister istemez. Global pandemi ile birlikte ne yazık ki yazmayı uzun süreliğine durdurdum. Tam da evlere çekilmiş ve yazmak istediğim ferah bir iklim oluşmuşken, farklı kaygılardan dolayı bir türlü derlemeyi devam ettirecek enerjiyi bulamadım. Süreçte ağırlıklı olarak Youtube kanalım Retroville! için, yeni yeni içerikler hazırladım. Hatta İngilizce içeriklere yer verdiği Made in Turkey ile birlikte, şivemden dolayı epey bir linç de yedim. Fakat ne yapıp ettiysem bir türlü yazma konusundaki tutukluğumu yenemedim. Daha doğrusu adeta bu kitabı devam ettirmemek için yeni yeni bahaneler ve meşgaleler üretiyordum.

Derken salgının ilk açılma ayağı olan 2020 yılının haziran ayına geldiğimde, yazabilecek motivasyonu yeniden aramaya başladım. Fakat pandemi sürecinde girdiğim zihinsel izolasyon fazımda, hem yazmak istediğim konular, hem bitmeyen bir belgesel hem de üzerinde çalıştığım yeni iş modeli dahil olmak üzere pek çok konuyu askıya almıştım. Bir taraftan da hayatımın o kısmını yeniden düzenlemem gerekiyordu. Bir çeşit kozadan çıkma süreci yaşıyordum ve ne yalan söyleyeyim, pandemideki o üç aylık izolasyon, üretim pratiklerimi öylesine değiştirmişti ki, bu görece daha özgür hareket ettiğim ortama ayak uydurmakta zorlanıyordum. Sabah koşuları ve kısa süreli doğaya kaçış süreçlerinin de kitabı yazmam için gerekli motivasyonu sağlayacağına inansam da,  öyküleri ilerletecek eğlenceli fikirler inşa edemiyordum.

Açıkçası pandeminin ikinci dalga süreci, diğer bütün bireysel üretimlerim açısından bir çeşit maraton gibiydi. YouTube kanalımı büyüttüm ve yeni yeni dostların katılımıyla, farklı türden formatlar inşa ettim. O zaman dilimi içerisinde neredeyse iki yıldır üzerinde uğraştığım Milyon Dolarlık Afiş adlı belgeselimi noktaladım. Sinemanın Maskeleri, Kötü Kötü Filmler, Kafkas Mitolojisi ve Sinemanın Geleceği kitaplarımı tamamladım. Ayrıca metaverse kurgusu olan Olmam Gereken Yerdeyim adını taşıyan bir de hikâye yazdım. Yani dördüncü kitabım olmasını hedeflediğim bu derleme, listede epey gerilere düşmüştü. Sırf bu kitabı yazmamak için üretilen bahanelerle bir uzun metrajlı belgesel ve dört farklı derleme kitabı ortaya çıkmıştı.

Demiryolu Öyküleri’nden Kıyamet Treni’ne…

Bir çeşit magnum opus vakasıyla karşı karşıya kalmak istemiyordum. Ya da böyle bir şey ile karşı karşıya kalacaksam, bu çalışmam olmamalıydı. Fakat bütün bunlar olurken, o dönemlerde Demiryolu Öyküleri adını verdiği derlemeden, iyiden iyiye uzaklaşıyordum. Öyküleri oluştururken yakaladığım hissiyat bir tarafa, bütün üretimlerime dair bakış açımın, yaklaşımlarımın tamamen değiştiği bir sürece girmiştim. Dolayısıyla böyle bir düzlemde, yola çıktığımda yakaladığım o enerji ile komşu olmayan bir bakış söz konusuydu. Bu da kitabı büyük oranda yeniden yazmam gerektiği anlamına geliyordu.

Bir gün değerli çizer dostum Dinç Onur Aydın’ı aradım ve bana bu kitap için bir kapak çizmesini istedim. Şeytan ve uzaylının karşılıklı oturduğu bir Doğu Ekspresi vagonunun penceresini resmetmesini rica ettim. Dinç, bu derleme için şık bir kitap kapağı çizimi tasarladı. Açıkçası trenin içerisinde nelerin olup bittiğine dair merak uyandıran, biraz da aradığım o çizgi roman estetiğini yansıtan bir kapaktı. Kapağı sosyal medya üzerinden paylaştım. Bunun sebebi hem yazım motivasyonumu artırmak hem de bu duyuruyu yaptıktan sonra, projeyi tamamlama konusunda geri adım atamayacağım bir mühür vurmaktı.

Biraz da bu ivmeyle yeniden yazmaya başladım. Fakat öyküler, ilk başta hedeflediğim o arı absürtlükten gitgide uzaklaşıp daha da giriftleşiyordu. Etgar Keret usulü o yalın saçmalamalardan uzaklaşmıştım. Bu şekilde, aşağı yukarı benzer uzunluklara sahip 7 farklı öykü inşa edebildim. Ne yazık ki öyküleri 12’ye tamamlamak çok zordu. Her bir fikir, ilk 7 öykünün çok çok gerisinde kalan küçük küçük tohumlara sahipti ama bu parçalardan diğer 7 öykü ile kucaklaşabilecek yeni öyküler ortaya koyamıyordum. Diğer yandan konsept anlamında tutturduğum bütünlüğü de bozmak istemiyordum. Kitabın kalan yarısının sadece bir totemi tamamlamak için oluşturulmuş zorlama öykülerden oluşmasına da vicdanım el vermiyordu açıkçası.

- Reklam -

Sonrasında hikâyeleri Doğu Ekpresi’nde geçirme fantazisini terk ettim. Olayların İstanbul’a taşınacağı bir zemin oluşturma fikrini ise Sami Dündar ortaya attı. Fakat bu zemin Marmaray ya da Metro olamazdı. Daha organik fakat diğer yandan insanların görüş açılarının daha kısıtlı olduğu, parçalı bir öykü ortamı lazımdı. İstanbul’un kalabalığı içerisinde bile insanların yalnız kalabildikleri bir iklim gerekiyordu.

O noktada olayların banliyö treninde geçmesi ve biraz da yakın geçmiş zamanı odağa alması fikri ortaya çıktı. Fakat bu da oldukça meşakkatliydi çünkü ilk 7 öykü tamamen günümüzde var olan dinamiklere ve kaygılara sahip vizyonlar üzerine yükselmişti. Dolayısıyla öykülerin arka planına sirayet edecek olan zamansal değişim, hem öykülere sirayet eden kaygıları hem de çevresel faktörleri modifiye etmemi gerektiren bir külfet de doğuracaktı. Ayrıca ilk taslaktaki öyküler, Doğu Ekspresi’nde, vagondan vagona geçişin içeriden sağlandığı tren ünitelerinde geçiyordu. Eski banliyö trenlerinde ise vagonlar arasında geçiş bulunmuyordu. Bu sebeple bazı öykülerin neredeyse bütün anatomisini değiştirmek zorunda kaldım. Ayrıca bir şekilde birbiriyle etkileşimli ve sık sık metinler arası atıflarda bulunma hakkım da elimden alınmış oldu. Karakterlerin sürekli vagon kapısını açıp bir diğer vagona geçebilmesi mümkün olmadığı ve başka bir istasyonda vagon değiştirme şansları da bulunmadığı için (nitekim kıyametin iki istasyon arasında seyir halindeyken kopması fikrini terk etmemiştim), her vagon kendi otonom öyküsüne sahip olmalıydı.

Nihayetinde öyküyü 1973 yılına taşımaya karar verdim. Kırmızı bir banliyö treni ünitesi de yeni mekânım oldu. Bunun temel sebebi, 70’li yıllarda bu banliyö treninin kapısına bacasına yüzlerce kişinin asılarak seyahat ettiği, Hindistan’dan çıkma gibi görünen o meşhur fotoğraftı. Fakat öyküler, böylesine kalabalık bir günde geçerse, karakterlerin hareket kabiliyeti kısıtlanacaktı. Dolayısıyla neredeyse bütün karakterlerin, trenin bu absürt tenhalığına atıfta bulunduğu bir ortam yaratmayı uygun buldum. Hem bu sayede vagon sayısı da 8’e düştü ve son öyküyü kurgulamak dışında önümde fazla bir engel de kalmadı. Elbette yaklaşık 50 yıl öncesini odağa alan bir öyküye “kıyamet fikrini dikmenin” okuyucuda yaratacağı etki de karmaşık olacaktı.

Türkiye Portresi

İtiraf etmeliyim ki günümüzde gerçekleşen öyküleri 73 yılına uyarlamak beni sandığım kadar zorlamadı. Hatta bir başka değişim ve dönüşümün arifesindeki Türkiye portresine dair öykülere eklemlediğim yeni yeni detaylar, atmosferi çok daha çekici bir hale getirdi diyebilirim. Ayrıca böyle bir zaman diliminde hem öteki İstanbul atmosferi zenginleşti hem de zaman – mekân dönüşümü adına yepyeni fikirler üretmemi ve çok daha esnek bir hareket alanı sağladı. Tabii pot kırmamak adına, 70’li yılların Türkiye’sine dair politik okumalar da yapmak zorunda kaldım. Özellikle dünyanın en ucuz kaşesine sahip seri katilimizin öyküsü, zengin bir politik altyapı üzerine kurulmuştu.

Kıyamet Treni - Fatih Yürür

Elbette son öykü tahmin ettiğim güçte olmadı ama öykülerin anatomisini büyük oranda değiştirmiş olduğum için her biri öyle ya da böyle bir diğeriyle dirsek temasında olan bu anlatıları daha anlamlı kılacak bir veda busesi oluverdi. Bu sayede kitaba Brautiganvari bir son da eklemiştim. Bu süreç içerisinde, derlemenin adı hâlâ Demiryolu Öyküleri olarak geçiyordu. Açıkçası o zamana kadar Google’da arama yapmaya bile gerek duymamıştım. Neden bilmiyorum ama konsepti yansıtmadığı halde bu ismi benimsemiştim. Kitabın dosyasını teslim ettiğimde Kemal Varol’un derlediği Demiryolu Öyküleri seçkisini gördüm. Tabii bu kadar benimseyince kitaba yeni isim bulamam diyordum ama anında Kıyamet Treni ismini layık gördüm. Biraz Stephen King havası vardı ama kitabın içeriğini bundan daha iyi yansıtabilecek bir isim şu an bile aklıma gelmiyor.

Kitabın kapağında da sadece kırmızı banliyö treni ünitesinin yer alacağı bir alternatif çalışmak istedik. Bu noktada Dinç’in yaptığı kapak ne yazık ki konsept değişiminden dolayı rafa kalktı ve illüstratör dostum Ferhat Katı’nin yaptığı çalışma ile birlikte kitabın yolculuğu da tamamlanmış oldu.

Yolculuk Devam Ediyor

Kıyamet Treni benim açımdan hem geçmişime hem de geleceğime doğru yaptığım bir yolculuk diyebilirim. Bu kitabı yazarken, anneannem ile birlikte, Ankara’da yaşayan teyzemi ziyaret etmek için yaptığım Mavi Tren yolculuklarını sık sık anımsadım. Fakat bu sefer, o yolculuklara dair tüm detaylara hakimdim. Bu yolculuklar sırasında sürpriz bir reklam teklifi bile almıştım.

Sonra daha çeşitli yolculukları anımsadım. Ergenliğimde kaçak bir biçimde bindiğim İzmit – Haydarpaşa trenindeki o tedirgin yolculukları, üniversitedeyken sahaf sahaf gezmek için yine İzmit’ten kalkan trenle yaptığım o yolculukları, İzmir’e ne zaman gitsem, çeper dışına seyahat etmek için yaptığım tren yolculuklarını… Yine üniversitedeyken sırf yemekli vagonda bira içip manzara izleyebilmek için tercih ettiğim o uzun uzun tren yolculuklarını… Hayatım trenlerde geçmedi tabi ama en eğlenceli yolculukların tren yolculukları olduğu fikrine pek çoğunuzun katılacağını umuyorum.

Kıyamet Treni büyük oranda hayallerimi sesini kısmadığım çocukluk zamanımda, bu uzun tren yolculukları sırasında yarattığım ilginç karakterleri de kapsayan bir çeşit kolaj aslında. Bunun farkına, hikâyelerimi tamamladığım zaman varabildim. Derin bir geçmiş yolculuğu var ama geleceğe dair de bir dolu vizyona sahip ve ben bu vizyonların bir kısmını gerçekten de sevdim diyebilirim.

Sözün özü, yıllarca kafamda döndürüp durduğum abuk fikirleri, kurmaca raylarına oturtacağım bir zaman kolladım. Aslında bu öykülerin bir kısmının temellerini çok çok öncesinde attım diyebilirim. Askerdeyken kule nöbetlerinde tuttuğum küçük not defterleri, uzun yolculuklarda yaptığım karalamalar ya da kamp yaparken, sabahın ilk ışıklarıyla demlediğim çayımı yudumlarken, o dinginlik anında aklıma gelen fikirler. Evimin münferit yerlerinde, kargacık burgacık el yazılarımla dolu onlarca not defteri var. Zaman zaman göz gezdirip henüz işlemediğim bazı fikirleri bu not defterlerinden ödünç alıp revize ediyorum. Dolayısıyla kurmaca için açılan bu yeni yolu çok sevdim. Sanırım uzun bir süre derleme çalışma da yapmayacağım. Hem gerçekten zor şartlar altında basılıyor hem de referans dışında bu kitapları alan majör bir kitle yok.

Şu sıralar ise Rejisör adlı çalışmamı tamamlamak üzereyim. Dünyanın en kötü filminin yapım hikâyesi ekseninde, gerçek bir öteki Yeşilçam romanı olmasını hedefliyorum. Aslında bu da benim bloglarda yazdığım döneme uzanan ve rahmetli Kunt Tulgar ve İrfan Atasoy, Yılmaz Atadeniz, Mehmet Soyarslan, Giovanni Scognamillo ve Çetin İnanç ile gerçekleştirdiğimiz diyaloglardan yaptığımız araştırmalardan yola çıkarak oluşturduğum bir anlatı olacak.

Yanisi, yeni bellek yolculuğu için de heyecan dorukta ve sanırım ben Kıyamet Treni’nin orta vagonunda, bu yolculuğu sürdüreceğim gibi görünüyor.

Fatih Yürür


Kıyamet Treni hakkındaki yorumlarınızı bizimle Kayıp Rıhtım Forum üzerinden paylaşabilirsiniz. Sitemizdeki diğer yazar maceralarına ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

Konuk Yazar

Siz de Kayıp Rıhtım'da konuk yazar olabilirsiniz!

İletişim: [email protected]

Henüz yorum yok. Forum'a gelip sohbete katıl.

Ölü Gözler Hayata Döndü: İşte Şaşırtan Deneyin Sonuçları

“Ölü Gözler” Hayata Döndü: Bilim İnsanları, Ölümü Tersine Çevirebilecek Bir Deney Yaptı

Daredevil dizisi geliyor

Daredevil’ın Dönüşü Kesinleşti: Charlie Cox’lı Marvel Dizisinin Yeni Bölümleri Disney+ ile Geliyor