in ,

Yavru Kuş: Vampirizm Üzerinden Ayrımcılığın Tüm Renkleri

Irkçılık, farklılık, cinsiyet, bağnazlık, toplumsal baskı, homofobi, kusura veya sakatlığa karşı hoşgörüsüzlük, teknoloji veya gelişim karşıtlığı, gönüllülük veya bağımlılık, özgür irade ve daha niceleri.

Yavru Kuş - Octavia E. Butler - İnceleme
- Reklam -
- Reklam -

“Karanlığa uyandım. Açtım – açlıktan ölüyordum!- ve acı içindeydim. Ne başka insanlar, ne başka zamanlar, ne de başka duygular; dünyamda açlık ve acıdan başka bir şey yoktu.”

“Bir kitabın ilk cümleleridir sizi çeken,” sözünü ne zaman duysam kaşlarımı kaldırmaktan kendimi alamıyorum. Zira her ne kadar ortalıkta ilk cümle önemlidir gibi bir söylem dolanıp dursa da, bana göre bu her zaman geçerli bir değil. Bazen elime aldığım kitabın ilk bir iki sayfasında zorlanıp sonrasında bittiğini bile fark etmediğim olmuştur. Kısacası bunu bir kıstas olarak aldığım söylenemez. Ben her zaman şans vermekten yanayım. Vaktimi boşa harcadım, dedirtme olasılığı olsa da.

Gene de “İlk Cümle Büyücüsü” bir eserle karşılaştığımda zevkten dört köşe olduğumu inkâr edemeyeceğim. Çünkü böyle eserler, güneşli havada nereden peydahlandığı belli olmayan yıldırım gibidir. Sizi hazırlıksız yakalar. Çarptığı anda ayakkabılarınızdan çıkıp havalandığınızı anlamazsınız bile. Son sayfanın son cümlesini okuyup noktayı koyana kadar sadece size hissettirdiği o uçuş keyfini yaşarsınız. Bittiğinde ise fena halde çarpıldığınızı ancak fark edersiniz ki, bunun en belirgin yan etkisi de daha fazlasını istemenizdir.

- Reklam -

İşte, Amerikalı siyahi bilim kurgu yazarı, bilimkurgunun tıpkı Le Guin gibi “kraliçe” unvanıyla anılan ancak ülkemizde bir türlü kıymeti bilinmemiş olan Octavia Estelle Butler‘ın son eseri Yavru Kuş (Fledgling) da benim için böyle bir eser: İlk cümlesinden son cümlesine kadar sessiz bir yıldırım.

Yavru Kuş: Vampir Cephesinde Yeni Bir Şey Var mı?

İtiraf ediyorum, ben bir korku ve fantazi tutkunuyum. Okuma alışkanlığını kazandığım günden beri bu iki türden her daim ayrı bir zevk almışımdır. Tabii vampir külliyatının da bu tutkumun büyük bir parçası olması şaşırtıcı değil. Ne de olsa vampir, hem korku hem de fantazi yazınının vazgeçilmez bir öğesi. Değişken yapısı, tıpkı bir heykeltıraşın elinde şekillendirilmeyi bekleyen çamur gibi, onu her türlü olasılığa açık hâle getiriyor. Ve bu olasılıklar üzerine hayal kuran her yazar da kendi vampirini ve hatta vampir ilmini yaratmaya çalışıyor.

Kimi başarılı oluyor, kimisi de fena hâlde çuvallıyor. Özellikle günümüzde, modaya ayak uydurmak adına aynı kalıptan çıkmış gibi duran seri eserler var ki bunlar bize “Vampir cephesinde değişen bir şey yok” dedirtecek kadar öne çıkmış durumda. Bu da hâliyle konunun müdavimi okuyucular üzerinde “gene aynı terane” önyargısını oluşturuyor.

Ancak bazen, kilometrelerce uzanan bir kumsalda tamamen şans eseri minicik bir cevher bulmak gibi, hiç beklenmedik bir anda kendini hemcinslerinden ayıran bir hikâyeyle karşılaşabiliyorsunuz ve o anda vampirin daima kendini okutacak farklı bir yol bulabileceğini anlıyorsunuz. İşte Yavru Kuş size, “Vampir cephesinde yeni bir şey var!” dedirtecek, külliyat içinde yer ayıracağınız tam bir cevher.

Farklı Olmak Üzerine

fleedingEser, vampir olgusunun alışıldık yapı taşlarını ustalıkla kullanmasıyla birlikte konuya bambaşka bir bakış açısı getiriyor: Bir vampirin kendi türü içinde hayatta kalma ve tüm farklılığına rağmen kendini kabul ettirerek doğru bildiği şekilde yaşama çabası.

Hikâye, Shori adlı anlatıcının feci şekilde yaralanmış hâlde karanlık bir mağarada uyanmasıyla başlıyor. Zihni açlık ve acıyla dolu. Ne olduğuna, kim olduğuna, nasıl yaralandığına, oraya nasıl geldiğine, kısacası kimliğine ve geçmişine dair hiçbir fikri yok. O an için bunların önemi de yok. Tek hedef, hayatta kalmak ve iyileşmek.

O uyanış aslında yeniden doğuşu temsil ediyor ve biz bunu hikâye ilerledikçe açık bir şekilde fark ediyoruz. Kahramanımız varlığına dair her şeyi yeniden öğrenmek durumunda. Ayrı düştüğü kendi türünü, hatırlamadığı ailesini ve geçmiş hayatını bulmak zorunda. Bunun için de iyileşme süreci sona erdiğinde sorularına yanıt bulmak için mağaradan çıkıp yola düşüyor.

Çıktığı bu yolda karşılaştığı ilk şey yakılıp yok edilmiş bir yerleşim ve ilk kişi ise Wright adında bir adam. Wright ile karşılaşmasında kahramanımız Shori‘nin onlu yaşlarında, siyahi, küçük bir kız görünümünde bir vampir olduğunu anlıyoruz. Böylece ilk kez onu dışarıdan görüyoruz. İkilinin ilk başta çoğumuza ters gelecek ilişkisi hikâye geliştikçe ilginç bir boyut kazanıyor. Çünkü Shori’nin görünümünün tersine, aslında elli üç yaşında ve insanlıktan çok daha eski, Ina adında antik bir türe ait olduğunu öğreniyoruz.

- Reklam -

Vampir Edebiyatında Yeni Soluk: Inalar

Inaların kendilerine ait kültürleri, mitleri, kuralları ve hiyerarşileri var ve bu doğrultuda insan düzeninden ayrı, aile klanları hâlinde ve tek cinsiyetli komünler oluşturarak kendi gelenekleri, öğretileri doğrultusunda yaşıyorlar. Dünya dışı veya dünyaya ait bir tür olup olmadıkları kendi içlerinde bile tartışma konusu. Tıpkı insanlarda olduğu gibi, onların da genç nesilleri varlıklarına bilimsel bir cevap bulmak peşinde.

Inalar pek çok yönden vampiri andırsalar da, tehlikeli veya saldırgan bir tür değiller. Evet, insan kanı içiyor, gün ışığında uyuyor ve bir insana göre çok daha uzun yaşıyorlar; ancak ne geceleri karanlık sokaklarda kurban arıyorlar, ne de kanı sağladıkları insana zarar veriyorlar. Seçtikleri insanlarla aralarında simbiyotik “ortak yaşam” denilen bir ilişki var ki, kullandıkları terim de tam olarak bu. Her Ina’nın yedi sekiz simbiyonta ihtiyacı var. Shori de kendi insan- simbiyont ailesini kurmaya bu ihtiyacın bilgisi olmadan tamamen içgüdüsel olarak Wright ile başlıyor.

Shori kendi türü ile bağlantı kurmayı başardığında onun aslında genetik bir deneyin meyvesi olduğunu öğreniyoruz. Kendi türünün tersine, derisinin siyah olması, gündüzleri uyanık kalabilmesi, gün ışığına çıkabilmesi elbette bu deneyin sonucu. Ancak bu farklılık, ona avantaj sağlamakla beraber tehlikede olmasının da en büyük sebebi. Çünkü ailesini yok eden, kim oldukları, ne istedikleri belirsiz kişiler onun da peşinde.

Kitabın ilk bölümü oldukça hızlı. Kaçıp kovalamacayla birlikte cevaplanması gereken pek çok soru var. İkinci bölüm ise biraz daha ağır ilerliyor, ancak esas sorgulama ve derinlik bu bölümde ortaya çıkıyor.

Bu esere sadece bir vampir hikâyesi olarak bakmak çok yanlış olur. Zira sorgulanan pek çok şey var. Irkçılık, farklılık, cinsiyet, bağnazlık, toplumsal baskı, homofobi, kusura veya sakatlığa karşı hoşgörüsüzlük, teknoloji veya gelişim karşıtlığı, gönüllülük veya bağımlılık, özgür irade ve daha niceleri.

Üstün gibi görünen ve kendini insanların kusurlu sisteminden ayrı tutan bir türün, kendi içinde isteyerek veya istemeyerek oluşturduğu kusurlar çok güzel verilmiş. Ten renginin, kadın olmanın, hasarlı olmanın, farklı olmanın her türde aynı sorunları yaratabileceği öyle incelikli işlenmiş ki hikâyeye, bir süre sonra bunun bir vampir hikâyesi olduğunu unutup, tamamen farklı bir gözle bakmaya başlıyorsunuz. Sanırım eserin güzelliği de aslında bu. En azından beni en çok etkileyen bu yönü oldu.

Keşke Devamı Olsa

Böylesine değerli bir yazarı son eserinde keşfettiğim için kendimden utandım desem yeridir. Kitabın son sayfasını çevirdiğimde, eserin seri olabilecek potansiyelini fark eder etmez araştırmaya başladım, ancak ne yazık ki Octavia E. Butler‘ın 2006 yılında ölmüş olduğunu öğrendim. Yavru Kuş (Fledgling) da onun ölmeden önce yazdığı yayımlattığı son eseri. Nasıl bir hayal kırıklığı yaşadığımı tahmin edersiniz. Çünkü Yavru Kuş hakikaten yeni maceralara açık bırakılmış ve daha fazlası için iştah kabartıyor.

Ben kitabın orijinalini okudum, ancak kütüphanemde yerini alması için türkçe çevirisini ve diğer eserlerini araştırdığımda, sadece Yavru Kuş‘un Aylak Kitaptan çıkan çevirisini bulabildim. Ne kadar arasam da maalesef dilimize çevrilen başka bir eserini bulamadım. Dahası, Aylak Kitap’ın baskısı da ikinci baskıyı görmemiş ve tükenenler arasına girmiş bile. Sanırım bu da türün müdavimi olan bütün o yayınevlerinin ayıbı. Umarım birileri yakın zamanda fark eder ve diğer eserleri de dilimize kazandırılır.

Ne yazık ki ben çevrilmesini bekleyemeyecek kadar sabırsız biriyim. O yüzden daha şimdiden bulabildiğim orijinal dilindeki eserlerini toparlamaya başladım bile. Eğer korku/fantezi/bilimkurgu tutkunuysanız bu yazarı ve eserlerini kesinlikle es geçmeyin derim. Octavia E. Butler, bilimkurgu camiasında edindiği “kraliçe” unvanını sonuna kadar hak ediyor.

Işın Beril Tetik

1970 yılında Edinburgh , İngiltere’de doğdu. Uzun yıllarını sıkı bir okuyucu olarak geçirdikten sonra 2001 yılında kafasındakileri kâğıda dökmeye başladı. Derinden Gelen Sesler, Hayal Gücünün Merkezine Seyahat, Anadolu Korku Öyküleri 1 ve 2 adlı kitaplarda öyküleri bulunan yazar, 2004 yılından beri Kangüncesi/ Gölge Dergisi için öykü yazıyor.
Gerisi Hikaye Korku Konuşmaları Podcast serisinin anlatıcılarından biri olmakla beraber, Yabani Çizgi Roman Dergisi'nde de hikayeleri bulunmaktadır. Ayrıca Ravendark Coven markası ile Alternatif Giyim tasarımları yapmaktadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

istanbul comics art festival

İstanbul Comics & Art Festival’e Sayılı Günler Kaldı

ball lightning cover

Çinli Bilimkurgu Ustası Cixin Liu’dan Yeni Kitap Yolda