Çevirmenin Çemberi köşemizde bu hafta Dilek Şendil, Alfa Kitap etiketiyle yayımlanan Oxford Antik Anadolu kitabının tercüme yolculuğunu anlatıyor.
Orijinal adı The Oxford Handbook of Ancient Anatolia olan Oxford Antik Anadolu, kendi dilinde ilk defa 2011 yılında yayımlandı. Sharon R. Steadman ve Gregory McMahon ikilisinin editörlüğünü üstlendiği eser, Anadolu’nun geçmişine dair önemli tartışmaları ve güncel araştırmaları bir araya getiriyor.
Çevirmen Dilek Şendil’in Kaleminden “Oxford Antik Anadolu”
Her yeni çeviriye başlamak heyecan uyandırır. Yazarı (ya da yazarları) anlayabilecek miyim, onun (onların) kaleminden akan sözcükleri iyi aktarabilecek miyim kaygılarının getirdiği bir heyecan bu. Aynı zamanda yeni bir kitap okumanın heyecanı. Ne de olsa bir kitabı onun çevirmeni kadar dikkatle, evire çevire okuyan biri yoktur.
Çeviribilim kuralına aykırı bir tutumla bir kitabın çevirisine başlamadan önce o kitabı okumam. Okursam o heyecanı kaybedeceğimi düşünürüm. Öyle de olur. Elbette yayınevi veya editör ilk önerdiğinde kararımı vermeden önce kitap hakkında genel bir bilgi edinirim, ama o kadarla sınırlı kalır bu. Çevirdikçe okur, okudukça öğrenir, Türkçeye aktarırım, daha doğrusu aktarmaya çalışırım.
Genellikle biz çevirenlerin emeği yazarlar kadar değer görmez. Bazen adımız bile geçmez. Emeğimizin karşılığını da alamayız her zaman. Ama ne gam! Çevirdiğimiz bir kitap matbaadan çıkınca çocuğumuz büyümüş gibi sevinç duyarız. Orada yazan her bir sözcük bizim dağarcığımızdan çıkmıştır ne de olsa. Bizim ürünümüzdür. Burada editörleri, yayına hazırlayanları, düzelti yapanları es geçmek haksızlık olur elbet. Çeviri yolculuğu ortak bir çalışma gerektirir: onun ürünüdür.
Oxford Antik Anadolu’yu Türkçeleştirme konusunda epey kararsızdım aslında. Uzun süre direndim. Ancak yayın yönetmenim ısrarlıydı. Üzerinde yaşadığımız bu topraklardaki kültürel evriminde geçirdiği aşamalar ışığında gelişen bu kitabın Türkçeye kazandırılması gerektiğini savunuyordu. Sonunda kararımı verdim ve klavyenin başına oturdum.
Zamanın Anlamsızlığı
Uzun soluklu bir çalışma oldu. Okudukça (siz bunu aynı zamanda çevirdikçe diye anlayın) bugünkü dünyadan ne kadar uzaklaştığımı fark ettim, zaman adı verilen insan tarafından uydurulmuş kavramın anlamsızlığını düşündüm. Bize çok uzun gelen elli, yüz, beş yüz, … hatta beş, on bin yıl; yazılı tarihten – daha öncesi var – bu yana geçen gerçekte göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısacık bir süre aslında!
Daha fazla uzatmadan Anadolu bağlamına gelelim. Huntington gibi kimilerinin “medeniyetler çatışması” dediği, kimilerinin “medeniyetler buluşması” demeyi yeğlediği bu topraklar, aslında Neolitik adı verilen dönemden bu yana iç içe örülmüş, üst üste binmiş yerleşme katmanları; ardışık toplulukların yaşam alanları.
Anadolu kültürleri diyerek biz bu alanları sınırlıyoruz. Oysa kültürler insan tarafından konmuş sınırların dışına taşar. Coğrafi bir tanımla Yakındoğu mu desek? Anadolu kültürlerini ne Mezopotamya’dan ne Doğu Akdeniz’den ne Levant’tan ayırabiliriz. Jak Yakar bu alanlarda yaşamış kültürleri tanımlamanın “arkeolojinin doğasından gelen bir gereklilik olmakla birlikte kendi içinde sakıncalar barındırdığını” ileri sürüyor. Çünkü diyor, bu“… zamansal ve mekânsal esneklikten yoksun gelişigüzel sınırlar içerisinde görülen kültürel ve teknolojik gelişmeleri kısaltarak özetleme eğiliminde”.
İşte bizler de her konuyu, ama öncelikle tarihteki olguları, geçmişi ele alırken onları bağlamından koparmadan değerlendirmeliyiz. Unutmadan, eski çağ tarihleri arkeolojik çalışmalarda yüzeye çıkarılan buluntuların tarihlenmesine, değerlendirilmesine dayanır. Kazıların sürdürülmesi, farklı seviyelerdeki yerleşmelerin günışığına çıkarılması, buluntu ve bulguların toplanması büyük önem taşır. Tarihöncesi zaman dilimlerini anlamada kullanılan yöntemlerin bize sunduğu verileri çözümlemenin temel taşı o buluntu ve bulguların değerlendirilmesidir. Prof. Dr. Mihriban Özbaşaran’ın sözleriyle:
“Bu genel değerlendirme… MÖ 9. binyıldan 6. binyıla kadar topluluklara ilişkin verileri derleyerek her birinin ayırt edici niteliklerini kronolojik sırada vurgular ve Neolitik dönemin geleneksel evre terminolojisini kullanmaktan kaçınır.”
Hafiyelik
Basit bir benzetmeyle bir tür hafiyelik de diyebiliriz belki: Fiziksel kanıtları toplayıp kayıtlarla verileri inceleyerek elde edilen ipuçları ışığında olgulara ulaşma çabası. Örneğin, kimler kimlerle ticaret yapmış, kimler kimlerle savaşmış ve barışmış, kimler kimlere egemen olmuş, kimler nerelerde koloniler kurmuş, vb?
Kimi yerleşmelerin eşzamanlı kurulduğu, bir coğrafyada bir yerleşme gelişirken, aynı sıralarda başka bir yerde bir başkasının sona erdiği anlaşılır. Dolayısıyla bir dönemi kesin çizgilerle belirlemek de bir yerleşmenin ya da bir topluluğun şu veya bu dönemde yaşadığını belirlemek de söz konusu değildir. Bu da bana hiçbir şeyin kesin sınırları olmadığını, geçişkenliklerin kaçınılmaz olduğunu düşünmeye yöneltiyor. Örneğin, bir kuş veya arı ülkesinin topraklarından komşu B ülkesinin topraklarına uçuyor. Bunu yaparken hangi ülkenin hava sahasından geçtiğini, aşağıdaki toprakların hangi ülkeye ait? olduğu gibi bir bilgisi var mı? Yok. Dilerseniz, akarsuları da ele alalım. Üzerinde yol aldıkları toprakların hangi ülkede bulunduğunu bilerek mi ilerliyorlar? Bütün bu kesin sınırları çizen de tanımlayan da insanoğlu. Doğa bundan habersiz.
Aynı şekilde tarihöncesinde bir kültürü kesin hatlarla örneğin, Epipaleolitik veya proto-Neolitik olarak tanımlamanın da zorlukları var. Diyelim belirli bir yerleşme belli bir çağa tarihleniyor. Ancak o yerleşmedeki bazı bulgu ve buluntular nedeniyle başka bir yurtlanmayla çağdaş olduğu ortaya konuyor. Ne var ki yine aynı yerleşmede elde edilen kimi bulgular o çağla bağdaşmıyor. Demeye çalıştığım, tarih ve tarihöncesini ele alıp değerlendirirken, esnek olmak, geçişkenliklerin söz konusu olduğunu bilmek çok önemli.
Kendi payıma, Oxford Antik Anadolu ve Türkçeye kazandırdığım daha önceki çalışmalar hem günümüze hem tarihe bakışımı değiştirdi. Farklı akademisyenlerin kendi çalışma alanlarında edindikleri buluntu ve bulgular ışığında ortaya koydukları tartışmanın çok değerli olduğunu düşünüyorum. Üstelik bunu akademik, didaktik bir dille değil, okunup anlaşılması kaygılarıyla yapıyorlar. Umarım, bu uzun metnin Türkçesi de amaçlandığı gibi anlaşılır, akıcı olmuştur.
Dilek Şendil
Oxford Antik Anadolu kitabı üzerine yorumlarınızı bizimle Kayıp Rıhtım Forum’da paylaşabilir, diğer çevirmen maceralarına buradaki bağlantıdan erişebilirsiniz.
Bizleri Google News, Facebook, X, Instagram ve WhatsApp’tan takip edebilirsiniz.
Forum üzerinden yorum yapıp sohbete katılmak için tıkla!