Menu
in , ,

Metro: Kıyamet Sonrası Ayakta Kalan Son Kaleye Hoş Geldiniz

Metro 2033’le başlayan dünyaca ünlü post-apokaliptik serinin tüm kitaplarını ve oyunlarını tek bir özel dosyada topladık. Gaz maskenizin filtrelerini ve tüfeğinizin mühimmatını kontrol edin, metroda uzun bir yolculuğa çıkıyoruz!

Kim bir ömür boyu karanlığa bakacak kadar cesur ve kararlıysa, ilk umut ışığını o fark edecektir.” – Han

Fantastika, Rusların fantazi, korku ve bilimkurgu gibi türleri tanımlamak için kullandığı bir sözcük oldu yıllar boyunca. Hatta bilimkurgu olarak bildiğimiz tür için kullanılan ve direkt olarak “bilimsel fantazi” anlamına gelen “noçnaya fantastika” sözcüğü Perestroika’ya kadar kullanılmadı dahi. Fakat bu terminolojik karmaşa, Rusları tarih boyunca bilimkurgu alanında yeni dünyalar üretmekten alıkoymadı. Mihail Bulgakov, Strugatsky Kardeşler, Sever Gansovsky, Kir Buliçev ve adını sayamadığım onlarca isim kalem oynattı bu alanda. En gençleriyse Metro Serisi’ne imza atan ve dünya çapında bir başarı yakalayan Dmitry Glukhovsky

Rusya dışında yaşayan okurların birçoğu gibi benim de bu seriyle tanışmam 4A Games‘in geliştirdiği ve serinin ilk kitabıyla aynı ismi taşıyan Metro 2033 adlı oyun sayesinde oldu. Oyunu bitirdikten sonra hiç zaman kaybetmeden kitabın bir kopyasını edindim ve bir solukta okudum. Devam kitaplarını merak etsem de bir türlü fırsatım olmadı fakat kutulu set olarak gelen bir doğum günü hediyesi sonrasında kendimi nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde umutsuzluğun ve kasvetin sonsuz çölünde buldum, yalanlar ve entrikalar da cabası. Ve artık eminim; kızım olursa Anna, oğlan olursa Artyom olacak çocuğumun ismi.

- Reklam -

Metro 2033’ün Geçmişi

Metro 2033 sadece üçlemenin değil, aynı zamanda Dmitry Glukhovsky’nin de ilk kitabı olma özelliğini taşıyor. Karanlık tüneller, mermer işlemeleri dökülmüş istasyonlar ve yeraltının soluk benizli sakinleri, hepsiyle bu kitapta tanışıyoruz. Fakat Metro 2033’ün tarihi okurların çoğunun bildiğinden daha eskiye dayanıyor.

Underground ismiyle ilk olarak 2002 yılında ortaya çıkan bu kitap, Dmitry Glukhovksy’nin gençliğinden beri üzerine çalıştığı bir hikâye ve Metro 2033 gibi yirmi bölümden değil on üç bölümden oluşuyor, finalinde de Artyom bir kaza kurşunuyla ölüyor. Hatta son derece yenilikçi bir düşünceyle Glukhovsky, kitaba müzik referansları bile dahil etmiş; her bölüme has on üç adet şarkı. Kitap bu hâliyle yayıncılar tarafından basılmıyor ve Glukhovsky’nin belirttiğine göre final ziyadesiyle kötü bulunuyor, buna ek olarak hikâyenin genel yapısının okurun ilgisini çekeceği düşünülmüyor. Fakat yayıncıların olumsuz yorumları Gukhovsky’yi durdurmuyor ve hikâyeyi internet sitesine yükleyerek kullanıcıların erişimine açıyor. Kısa sürede binlerce okur tarafından okunduğu gibi tamamen “interaktif bir deney” hâlini alıyor ve okurlar olay örgüsünden karakterlere, atmosferden finale kadar muhtelif konularda görüşlerini belirtiyor.

Glukhovsky, internet üzerindeki okurlar tarafından büyük takdirle karşılanan ve birçok insanın nasıl olması gerektiği konusunda fikir belirttiği bu hikâyesini tekrardan gözden geçiriyor ve 2005 yılında kitap olarak bastırabiliyor. Metro 2033, kısa bir sürede Rusya çapında en çok satan kitaplar arasına giriyor. 2007 yılında Kopenhag’da düzenlenen EuroCon yarışmasında Avrupa Bilimkurgu Topluluğu tarafından Teşvik Ödülü’nü kazanıyor. 2009 yılındaysa Metro 2033 sadece Rusya dahilinde tamı tamına dört yüz bin kopya satıyor. Dijital ortamda kitabı okuyanların sayısıysa iki milyonu geçiyor. Ulusal çapta büyük bir başarı ve üne kavuşan roman, sonrasında yirmi farklı dile çevrilerek Rusya’nın dışına çıkıyor.

Gazetecilikten Yazarlığa: Dmitry Glukhovsky Kimdir?

1979 yılında Moskova’da dünyaya gelen Glukhovsky’nin CV’si epey dolu aslında. Lise yıllarında Fransızca öğrenen Glukhovsky, gazetecilik ve uluslararası ilişkiler okumak için Kudüs İbrani Üniversitesi’ne gidiyor. Mezuniyetini takip eden yıllarda Avrupa’ya geçen ve 2002’den 2005’e kadar Lyon’da EuroNews TV için muhabirlik yapan Glukhovksy’nin ilk kitabı Metro 2033 ise aynı sene yayımlanıyor. Üç yıl süren Fransa macerasından sonra memleketi Moskova’ya dönerek RussiaToday için muhabirlik yapmaya başlıyor ve burada çalıştığı üç sene boyunca neredeyse dünyayı geziyor; bu yerlerin arasında 1986 yılında patlayan nükleer reaktörden en yoğun şekilde etkilenen Pripyat ve Çernobil Nükleer Santrali ile Kuzey Kutbu da mevcut. 2007 yılında tekrar Avrupa’da çalışmaya başlayan Glukhovsky, Radio Mayak, Welle ve Sky News gibi oluşumlarda da bulunuyor. Anadili Rusçanın yanı sıra İngilizce, Fransızca, Almanca, İbranice ve Ermeniceyi akıcı bir şekilde konuşabilen Dmitry Glukhovsky, şu an Moskova’da ikâmet etmekte ve Rusya’nın politik ve sosyal yapılarını ele alan eleştirel yazılar yazmaktadır.

Şimdi gelin incelememizin asıl bölümüne, romanlara ve konularına geçelim.

Metro 2033: “Hey, Artyom!”

2013 yılında gerçekleşen Üçüncü Dünya Savaşı kısa sürede küresel bir nükleer savaşa dönüşmüştür ve dünya olarak bildiğimiz yer artık sadece bir moloz yığınından ibarettir. Savaş sırasında metroya sığınan birkaç bin “şanslı” Moskova sakini, nükleer savaş sonrası ortaya çıkan yüksek radyasyon ve mutantlar yüzünden yüzeyin artık insanlık için sadece bir hayâl olduğunu anlar ve bunun yarattığı zaruretten ötürü yavaş yavaş metroya uyum sağlamaya başlar. İstasyonlar Yunan Şehir Devletleri’ni andıran bir yapıda, küçük devletlere dönüşür ve bu devletler arasında ideolojik, dinî, siyasî ve politik ayrılıklar, hatta ve hatta savaşlar çıkar. Metrodaki yaşam her ne kadar biçimsel açıdan yüzeydeki yaşamı hatırlatsa da, burada duygulara yer yoktur, zira artık tek bir amaç vardır, hayatta kalmak. Evet, klişe dediğinizi duyar gibiyim fakat durun, çok daha fazlası var tünelin ucunda. Ama önce sabretmeniz gerekiyor, tıpkı yazımızın başında Han‘ın da dediği gibi.

Hikâye, 20 yaşındaki kahramanımız Artyom üzerinden ilerliyor. Artyom, savaş esnasında annesi tarafından getirildiği VDNKh İstasyonu’nda ikâmet etmektedir ve metroda bulunduğu süre boyunca bu istasyonu hiç terk etmemiştir. Annesi hayatını kaybedince onu aynı zamanda yaşadıkları istasyonun şefi olan üvey babası Sukhoi yetiştirir. Ve bir gün Hunter isminde bir stalker çıkagelir, beraberinde kötü haberler getirerek.

Hunter yüzeyde yaptığı araştırmalar doğrultusunda elde ettiği bilgileri Sukhoi’a sunar. Metro, öncekilerden çok farklı bir tehlikeyle karşı karşıyadır: Karaderililer. Bir süredir metroya saldıran bu yaratıklar sadece VDNKh’yi değil, metronun tamamını tehdit etmektedir.

Karaderililer: Homo Novus

İnsanlarla temas kurdukları anda onların aklî fonksiyonlarını allak bullak eden Karaderililer, Sukhoi’u umutsuzluğa düşürse de her anlamda gerçek bir savaşçı olan Hunter ve ona gıptayla bakan Artyom aynı fikirde değildir.

“Bütün metro mu dedin? Hayır, sadece metro değil, bütün medeniyetleri de tehdit ediyor, biraz daha fazla kalkınmış olan medeniyetleri. Şimdi bedelini ödemek zorundayız. Bu var olma savaşı Hunter, türümünüzün devamı için bir savaş. Onlar hayalet ve vampir değil. Onlar, Homo Novus, yani çevreye bizden çok daha iyi uyum sağlayan evrimin son basamağı. Onlar geleceği temsil ediyorlar!”- Sukhoi

Hunter, istasyonu terk etmeden evvel Artyom’a bir görev verir: Eğer olur da iki gün içerisinde dönmezse, Artyom ne pahasına olursa olsun Polis’e, metronun kâlbine giderek Melnik’i bulmak ve onu gelişmelerden haberdar etmek zorundadır. Ve ne yazık ki Hunter’dan bir daha asla haber alınmaz. Kahramanımız Artyom’un metrodaki yolculuğu da işte bu şekilde başlar.

Drezin Hızında İlerleyen Bir Hikâye

Artyom’un yola çıkmasıyla birlikte hikâye biraz hareketlense de Metro 2033 genel itibariyle ağır bir tempoya sahip, bu sebepten ötürü kıyamet sonrası bilimkurgu türünde psikolojik çözümlemeler ve felsefî içerikten ziyade vurdu kırdı bekleyen okurlar için hayâl kırıklığı yaratabilir. Yanlış anlaşılmaya mahâl vermemek açısından şimdiden uyarmakta fayda var, hikâyede böyle bölümler de mevcut, lâkin öncelikle okurun Artyom’la birlikte metronun derinliklerinde bir yolculuğa çıkması ve onunla birlikte hayatta kalması gerekiyor.

Artyom, VDNKh İstasyonu’ndan Polis’e doğru yola çıkıyor fakat alevler içerisinde yok ettiğimiz eski dünyada en fazla bir saat sürecek olan bir yolculuk, artık bambaşka bir hayatın olduğu metroda birkaç haftayı bulabiliyor. Yolculuk esnasında yaşanan aksilikler ve beklenmeyen hadiseler karşısında Artyom, tanımadığı insanlarla işbirliği yapmak zorunda kalıyor. Bunların yanı sıra, kahramanımız kendisini türlü çatışmalara sürükleyen ahlâkî ve vicdanî ikilemlere düşüyor ve bizleri de beraberinde sürüklüyor.

Hikâye boyunca sayısız insanla tanışan Artyom’un vakit geçirdiği en ilginç karakter şüphesiz ki Han. Kendisini “Cengiz Han’ın son reenkarnesi” olarak tanımlayan Han, bir yandan sahip olduğu bilgelik ve erdemle Artyom’a rehberlik ederken diğer yandan da taşıdığı soğukkanlılık ve savaşçılık özellikleriyle onu “çakal”lardan koruyor.

“Şimdi bunlara insan mı diyorsun? Hayır dostum, onlar hayvan. Bir çakal sürüsü. Bizi parçalamak istiyorlardı. Ve bunu yapacaklardı. Ama bir şeyi hesaba katmadılar. Onlar çakal olabilir ama ben de bir kurdum. Bazı istasyonlar var ki, orada beni sadece bu adla tanıyorlar.” – Han

Artyom’un Polis’e olan yolculuğu önceden de belirttiğim üzere beklendiği rotada seyretmiyor. Bu da yarattığı evreni biz okurlara tanıtmak isteyen Dmitry Glukhovsky’ye mükemmel bir fırsat sunuyor. Artyom’un yolculuğu esnasında bulunduğu her istasyon, geçmişi ve şu anki hâliyle bizlere aktarılıyor. Böylece daha önce hiç başka istasyona gitmemiş Artyom’la birlikte öğreniyoruz metroyu, ona hükmeden grupları, serserileri, fahişeleri, katilleri, mültecileri…

Rusça istasyon isimleri ve dünyanın en büyük metro ağlarından biri olan Moskova Metrosu‘nun büyüklüğü kafa karıştırabilir fakat kitapların başı ve sonundaki haritalarla birlikte Artyom’un yolculuğu daha anlaşılabilir ve somut bir hâl alıyor.

Gerçekçilik ve Mistisizm

Glukhovsky’nin hayâl gücü ve dünya inşasının yanı sıra takdiri hak eden başka bir özelliği de kalemi. Öyle ki yazar geride bıraktığımız dünyanın belki milyonda biri dahi olmayacak büyüklükteki bir metroyu bütünüyle uçsuz bucaksız bir evren hâline getiriyor bu kitapta ve Artyom ile birlikte okur da kayboluyor metronun karanlık tünellerinde. Dördüncü Reich’taki disiplin ve korku, Hansa’da hissedilen aşağılanma ve yabancılık, Kızıl Hat’tın demir yapısının sahip olduğu soğukluk Artyom üzerinden somut bir şekilde okura ulaşıyor.

Metroyu sarıp sarmalayan çember üzerine kurulu olan ve ticarî gelirden korkunç bir zenginlik yakalayan Hansa Birliği, Stalinist devlet yapısı üzerine kurulu komünist Kızıl Hat, metro dahilinde dengeyi sağlamak amacıyla hareket eden ve bünyesinde sanatçılardan entelektüellere kadar birçok farklı grubu barındıran Polis, insanlığı “anormal” genlerden kurtarmak üzere kurulmuş Dördüncü Reich ve irili ufaklı onlarca istasyon. Kimi bağımsız, kimi bu saydığım devletler kadar nüfuza sahip değil. Hatta bazı istasyonlar var ki varlıkları tamamen şehir efsanelerinden ve nöbet noktalarında anlatılan hikâyelerden ibaret.

Siyasî ayrılıklardan dolayı çizilmiş sınırların yanı sıra metroda yeni bir ticarî sistem de mevcut. Artık para olarak bildiğimiz şey mermi, buna ek olarak da takas mevcut. Domuz çiftçiliğiyle uğraşan bir istasyon, yem karşılığında domuzların dışkısını tarımla uğraşan başka bir istasyona veriyor. Aynı şekilde elektrik üreten bir istasyon, sağladığı enerji karşılığında gıda ve silah yardımı alıyor.

İnsanlık ne kadar metroya tıkılmış olursa olsun, hâlâ bir düzen mevcut. Eskisi gibi istasyonlar arasında kafanıza göre gezemiyorsunuz, belli bir pasaporta ve seyahat belgelerine ihtiyacınız var. Şayet bunlara sahip değilseniz sınır muhafızları tarafından tutuklanıp casusluk suçlamasıyla kendinizi toplama kampında kürek sallarken veya dışkı temizlerken bulmanız işten bile değil. Genel itibariyle insanoğlunun ne olursa olsun birbirini yemeyi bırakmayacağını son derece gerçekçi bir atmosferde okuyucuya sunuyor Glukhovsky. Kitabın insanın içini ürperten temel hammaddesi de bu. Sadece Rusya’da 140 milyon insanın öldüğü bir nükleer soykırım sonrasında dahi insanlar işbirliği yapmak yerine belirli amaçlar doğrultusunda birbirinin başını ezmeye çalışıyor.

Gerçekçi temeller üzerine kurulmuş Metro 2033‘te anlatılanlar bunlar değil sadece. Glukhovsky, mistik ögeleri de son derece rafine bir şekilde kullanıyor kitabında. Öyle ki metronun belirli kısımlarında kimsenin açıklayamadığı doğaüstü olaylar ve fenomenler gerçekleşiyor. Bunun yanı sıra stalkerlar gece yüzeye çıktıkları vakit, yıldızlı gökyüzünün altında onları cezbeden Kremlin‘e bakamıyorlar, çünkü oradaki bir güç onları kendine çekiyor ve sonrasında tüketiyor. Bütün bu yaşananların Tanrı’nın insanlık üzerindeki cezası olduğuna inananlar, metroyu “yaratan” Dev Solucan ve ona inanan yamyamlar. Bu ve bunun gibi tonlarca mistik etmen barındırıyor kitap ve sahip olduğu gerçekçi atmosfer dahilinde mükemmel bir kontrast oluşturuyor.

“Her şey bitti, dostum. Bu noktaya tam olarak nasıl gelindiğini bilmiyorum ama bu kez insanlık iyice zorlandı. Artık cennet yok, cehennem de. Araf da yok. Ruh bedeni terk etti mi -umarım en azından ruhun ölümsüzlüğüne inanıyorsundur- bir daha artık kendine sığınak bulamıyor. Olmayan bölgeyi toz haline getirmek için kaç megatona ihtiyaç olmuştu acaba? Oysa buradaki çaydanlık kadar gerçekti. Her zaman olduğu gibi burada da hasis davranmadık, cennetle cehennemi aynı anda yok ettik. Ve şimdi çok tuhaf bir dünyada yaşamak zorundayız, ölümden sonra ruhun artık neredeyse orada kalacağı, artık değişime uğramayacağı bir dünyada. Beni anlıyor musun? Sen ölüyorsun ama acı çeken ruhun artık değişime uğramıyor, cennet olmadığı için de bir türlü huzur bulamıyor. Bütün ömrünü nerede geçirdiysen, ruhun da orada yaşamaya mahkûm oluyor, yani metroda kalmak zorunda.”– Han

Artılar ve Eksiler

Metro 2033, içerik açısından ele alındığında son derece zengin ve başarılı bir eser. Peki neden? Öncelikle kıyamet sonrası bir dünya oluşturmak başlı başına zor bir işken, Dmitry Glukhovsky bunu metro gibi kapalı ve sınırları belli bir alanda yapıyor. Yani yaşadığımız dünyayı alabildiği en ince detaya kadar alıp metroya sıkıştırıyor. Spiritüel ve mistik ögeler, soğuk ve gerçekçi metro atmosferiyle mükemmel bir uyum içerisinde, bu karışım sırıtmıyor.

Hikâyede kapladığı yerden bağımsız olarak ilginç karakterler de mevcut kitapta. Han başta olmak üzere Şenya, Burbon, Russakov, Fyodor ve Melnik gibi karakterlerle Artyom’un girdiği diyaloglar son derece doğal ve bize yolculuk esnasında tanıştığı bu yoldaşlarını anlatıyor, yer yer derin, yer yer yüzeysel biçimde.

Okuduğu hikâyede vuruculuk bekleyen okurlar içinse mükemmel bir final mevcut. Gerek içerik ve sunum, gerekse işleniş bakımından öyle tatmin ediyor ki son, uzun bir süre etkisinden kurtulamıyorsunuz.

Önceden de belirttiğim gibi kitapta mükemmel bir dünya inşası mevcut; sistemler, devletler, bunların arasındaki ilişkiler, istasyonların durumu, şehir efsaneleri, yüzeyin ne durumda olduğu… Karşımızda yıllardır üzerinde çalışılan bir eser olduğu sadece yaratılan dünyaya bakılarak bile görülebilir.

Gel gelelim kitabın zayıf noktalarına. Bunların en başında karakter gelişimi geliyor. Evet, yazar Artyom‘u bir küre yapıyor ve bizi içine koyuyor, yaşananları onun gözünden görüyoruz, amma ve lâkin okuyucu olarak belirli bir noktadan sonra Artyom’un bazı şeylere tepki göstermesini ve gördükleri karşısında değişmesini bekliyoruz. Nasıl mı? Şu şekilde; Artyom saf bir çocuk, çocukluğundan beri aynı istasyonda, fakat Polis’e olan yolculuğu esnasında sıradan bir insanın hayatında görmeyeceği şeyleri kısa bir süre zarfında görüyor. Birkaç defa başı belâya giriyor ve kiminin mucizevî, kimininse tesadüfî diyebileceği bir şekilde kurtuluyor ya da kurtarılıyor. Fakat Artyom hep aynı; hatta çoğunlukla ölümden döndüğü, yoldaşını kaybettiği durumlarda dahi bir duygu emaresi göremiyoruz onda. Yer yer o kadar göze çarpan bir hâl alıyor ki bu durum, karakter gelişimine önem veren okur açısından sorun yaratabiliyor. Keşke Artyom’un duygu ve düşünceleri istasyonların mermer işlemelerinin onda biri kadar tasvir edilseydi yazar tarafından.

Diğer bir husussa yabancıların info-dumping olarak adlandırdığı bilgi bombardımanı hususu. İncelemeyi yaparken Dmitry Glukhovsky’nin yarattığı evreni ve atmosferi ne denli övdüğüm ortada, lâkin yer ve miktar hususunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Öyle ki Artyom daha VDNKh İstasyonu’ndan çıkmamışken Hansa’dan Kızıl Hat’a, Polis’ten Dördüncü Reich’a kadar her şey alâkasız bir şekilde bize sunuluyor, ansiklopedik bilgi kıvamında hem de. Oysa buraları Artyom ile birlikte keşfetmek, istasyonların tarihçelerini okuyucuyu boğmayacak oranda yine o istasyonun sakinlerinden dinlemek hikâyeye çok daha akıcı bir hava katardı. Çünkü hâlihazırda her grupla o veya bu şekilde temas kuruyor Artyom ve ağır bir tempoda ilerleyen hikâye de buna çok müsait, yani ilk yüz sayfa dahilinde metronun bütün devletlerinin, sisteminin vs. üzerimize yığılması yersiz. Bütün bunlar kitabın akıcılığını baltaladığı gibi bir yerden sonra okurda roman değil de tarih kitabı okuyormuş hissi uyandırabiliyor. Yine de yazarın ilk kitabı olmasından ötürü bu konuda kendisine fazla yüklenemiyorum.

Son olarak değineceğim nokta (ki kimilerinin tercihine göre görmezden gelinebilir) hikâyenin hızı. Altı yüz sayfalık bir kitap bu ve yirmi bölümden oluşuyor. On ikinci ve on üçüncü bölümde hikâyeye hâkim olan ağırlık kırılıyor ve aniden muazzam bir ivmelenme başlıyor; özellikle kütüphane ve sonrasında Artyom’un yüzeyde kaldığı bölümler sizi ensenizden tutup Moskova’nın nükleer bombalarla moloz yığınına dönmüş sokaklarına çekiyor. Oturduğunuz/yattığınız yerde hafifçe hareketlendikten sonra hikâye tekrardan yavaşlamaya başlıyor. Ve son yirmi sayfada her şey olması gerektiği hâli alıyor. Artyom’un yaşadıklarını görüyoruz böğrümüze oturmuş öküz eşliğinde. Artık geç mi dersiniz, zamansız mı dersiniz bilemem lâkin değinilmesi gereken bir nokta. İnsanlığın yok olduğu her metni zevkle olurum fakat her okuyucu aynı özelliğe sahip olmak zorunda değil ve bu yapısıyla kitap, her okuyucuyu kendi atmosferinde kalıcı kılmakta zorlanıyor. Evet, yavaş ilerleyen hikâyede bile bizleri Artyom’un yanında tutan olaylar mevcut fakat pek yeterli değil gibi.

Uzun lâfın kısası, sahip olduğu birkaç eksiğe rağmen bütün olarak bakıldığında vurucu bir eser Metro 2033. Eminim ki günlük temelde Moskova metrosunu kullanan okurlar için daha etkileyicidir hikâye, fakat şu hâliyle bile türü seven okurların gözdesi olabilecek bir kitap.

Küçücük metroda yaşananlar bizlere gösteriyor ki insan için en büyük tehlike ne mutantlar, ne de radyasyon, ama insan, insanın ta kendisi.

Metro 2034: Dört Yıllık Bekleyişin Ardından Gelen Hayâl Kırıklığı

Metro 2033’ten tamı tamına dört yıl sonra basıldı Metro 2034 Rusya’da, çevirilerse tahmin edeceğiniz üzere birkaç yıl sonra geldi. Bir hâyli beklenen devam kitabı için beklentiler yüksekti, çünkü hiçbir şey bitmemiş, tam aksine her şey yeni başlamıştı Metro 2033’ün sonunda. Oluşturulan evren, devletler, ticarî ilişkiler, savaşlar, bütün bunları ilk kitapta öğrendik ve Metro sevdalıları olarak devam kitabı özelliği taşıyan bu kitabın biraz daha farklı olmasını istedik. Ne oldu peki? Eh, pek bir şey olmadı.

Metro 2034 genel itibariyle son derece zayıf bir kitap. Ve ne yazık ki kendisiyle ilgili gerçekten ilgi çekici veya iyi diyebileceğim pek bir şey yok. Büyük bir hevesle okumaya başlanıp, diğer kitaba geçmenin hatırına bitirilen bir kitap.

Metronun güney ucundaki Sevastopolskaya İstasyonu, elektrik hârici pek bir şey üretmeyen ve hayatta kalması için metronun merkezindeki istasyonlardan gelen gıda ve cephane ikmâline ihtiyaç duyuyor. Ve bir gün iletişim kesiliyor, istasyondan ayrılan kervanlardan haber alınamıyor, olayı araştırmak için görevlendirilen keşif grupları istasyonu terk ediyor fakat kimse geri dönmüyor. Gizemli ve heyecan verici, değil mi? Ben de aynı şekilde düşünmüştüm. Hatta ilk kitapta Artyom’la konuştuktan sonra kelimenin tam anlamıyla ortalıktan kaybolan, metronun ve yüzeyin en tecrübeli stalker’ı olan Hunter‘ı görünce sahip olduğum heyecan daha da arttı. Üstüne bir de Homer‘le tanıştım ki adından da anlayabileceğiniz üzere kendisi bir tarihçi ve yazacağı kitap için ilham arayışı içinde. Metro 2033’teki karakterlere kıyasla ziyadesiyle derin ve ilginç bir karakter. Ama beklentilerimin hiçbiri gerçekleşmedi.

Yeni Bir Tehlike: Salgın Hastalık

Kitap lâfı fazla dolandırmıyor, zira dolandırabileceği bir şey yok. Az önce belirttiğim üzere hikâyenin geçtiği dünya Metro 2033’te zaten kurulmuştu, son derece detaylı bir şekilde hem de. Bu yüzden okuyucuya mevcut sorun veriliyor; kervanlar gelmiyor, orada neler oluyor? Kısa bir süre içerisinde Hunter yanına Homer ile genç Ahmet‘i de alarak keşfe çıkıyor. Sevastopolskaya ve varılacak nokta olan Tulskaya İstasyonu arasında üç istasyon mevcut; Naçimocski Prospekt, Nagornaya ve Nagatinskaya. Bu üç istasyonun ortak noktası terk edilmiş olmaları. Yani haydutlardan mutantlara, yüksek radyasyondan hastalıklara kadar birçok bilinmeyen var bu istasyonlarda. Ve liderliğini Hunter’ın yaptığı bir ekibin buralarda yaşayacağı maceralar doğal olarak beni heyecanlandırdı. Lâkin önceden de belirttiğim üzere pek bir şey yaşanmadı, kitabın da en büyük sorunu bu zaten. Bir şeyler olacakmış gibi olup olmuyor.

Hunter’ın liderliğini yaptığı ekip kısa bir sürede Tulskaya’ya varıyor, sınır nöbetçileri ile kısa süreli bir tartışma yaşanıyor ve kapılar kapanıyor. Bu noktada yazar bizlere bir çatışma sunmaya çalışıyor fakat sebebini okurlar olarak pek anlayamıyoruz. Hunter, Homer’e istasyonun haydutlar tarafından ele geçirildiğini ve bu sebepten ötürü yok edilmesi gerektiğini söylüyor fakat çok geçmeden Homer önceki keşif birliğinden bir askerin günlüğüne, bu günlük sayesinde de gerçeğe ulaşıyor. İstasyon, ölümcül bir salgın hastalığın etkisi altındadır.

Bu noktaya kadar hikâye güzel ilerliyor, yani beklediğimiz kıvamda. Hareket var, çatışma var, tüfek namlularının ucundan duman tütüyor, ortalıkta barut ve kan kokusu mevcut, Homer düşündükleriyle kitaba derinlik katıyor, Hunter karşısına çıkan her unsuru yok ediyor. Ama bu noktadan sonra kitap tarifi zor bir tekrara düşüyor, Hunter ve Homer ikilisi sürekli bir yerlere yolculuk ediyor ve aralarında pek diyalog geçmediği için, durgun bir atmosferde, yazar karakterler hakkında sözde felsefi ve psikolojik çıkarımlar yapıyor. İlk kitaptaki ahlâkî ikilemler burada gösteriş olarak sunuluyor ve hepsi son derece basit. Karakterler son derece düşük bir sıklıkta diyalog kuruyorlar birbirleriyle, fakat içerikler o kadar boğucu ve yavan ki hâlihazırda yavaş ve sıkıcı ilerleyen hikâye iyice katlanılmaz hâle geliyor.

Eşzamanlı ilerleyen iki hikâye

Nedendir bilinmez, Dmitry Glukhovsky bu romanında çok farklı şeyler denemiş. Takdir edeceğiniz üzere bir şeyin “farklı” olması onu direkt olarak başarılı yapmıyor. Metro 2034‘ün anlatımı da bunun somut bir örneği.

Hunter ve Homer o istasyondan bu istasyona gezerken, biz de diğer yandan Avtosavodskaya İstasyonu’nun sürgündeki eski şefi ve kızı Saşa‘nın hikâyesini okuyoruz. Bir bölüm Hunter ve Homer, bir bölüm Saşa ve babası olarak değil ama. Bunu özellikle belirtiyorum zira bir noktadan sonra olaylar öyle kafa karıştırıcı bir hâl alıyor ki zaten çok sıkıcı olan romanda iyice bunalıyorsunuz. İki hikâye bir noktada birleşiyor, yani Hunter ve Homer, Saşa ile karşılaşıyorlar ve bu noktada derin bir oh çekiyoruz, diyoruz ki çile bitecek. Yoo dostum yoo, her şey daha yeni başlıyor. Zira Paveletskaya’da yaşanan bir mutant saldırısı esnasında bir arada olan üçlü, saldırı sonrasında tekrardan dağılıyor ve yine karman çorman bir anlatımla karşı karşıya kalıyoruz. Bir aradayken birbirleriyle iletişim kurmaktan imtina eden karakterler yalnız başlarına kalınca sayfalar boyunca düşünüyorlar. İçerik açısından doyurucu olsa ve miktarı pek fazla olmasa güzel olabilir, fakat bir noktada okuyucu aynı şeyleri farklı sözcüklerle okumaktan bunalabiliyor. Kendini tekrar eden tek şey kitabın akışı değil, karakterlerin davranış ve düşüncüleri de sürekli bir döngü içerisinde. Gerek birlikte, gerek yalnızken envai çeşit olayla karşılaşan karakterler hep aynı soruları kafalarında dolandırıp duruyorlar.

Kitabın geneline hâkim bir dağınıklık söz konusu olmasa görmezden gelinebilir, fakat şu hâliyle gerçekten okuyucunun dikkatini dağıtan bir olay bu. Öyle ki metronun onda birinde geçen ve vadettiğine kıyasla çok sıkıcı ilerleyen bir hikâyede bu iyiden iyiye katlanılmaz bir hâl alıyor.

Karakter Sorunu

Toplamda beş karakter sayabiliriz Metro 2034 için: Homer, Hunter, Saşa, Leonid ve Melnik, ki sonuncusunu Metro 2033’ten hatırlıyoruz. Gelin şöyle kısaca bir göz atalım hepsine.

Homer: Kitap dahilinde en iyi işlenen karakter. Metro Üçlemesi dahilindeki en yaşlı karakter olması da mümkün kendisinin, bu sebepten ötürü yüzeydeki dünyayı hatırlamayan gençlere kıyasla zihinsel bağlamda daha derin. Sadece “hayatta kalmak” değil, ölümsüz olmak istiyor, bunu da yazacağı tarih kitabıyla sağlayacak. Yazarın kitaba kattığı varoluş mücadelesinin güzel bir örneği Homer; okurun gözüne sokulmayan bir bilgeliğe sahip, aynı zamanda gerçekçi temeller üzerine kurulmuş rasyonel bir bakış açısı var olaylara.

Hunter: Metro 2033’te her şeyi başlatan karakter Hunter’dı. Artyom’a Polis’e gitme görevini verdi, yüzeye çıktı ve bir daha kendisinden haber alamadık, ta ki Metro 2034’e kadar. Hunter öncekine kıyasla çok değişik, yine profesyonel bir stalker, iyi bir asker, güçlü bir karakter, amma ve lâkin iki kitap arasında geçen bir yıl yazar tarafından bize açıklanmadığı için kafalarda soru işaretleri oluşuyor. Ne gibi mi? Şöyle:

– Teşkilât’ın (The Order) en seçkin stalker’ı desek yalan olmaz Hunter için, işinin ehli bir görev adamı. Fakat Metro 2034’teki davranışlarına, hâl ve hareketlerine baktığımızda gördüğümüz şey, orta yaş krizine girmiş, şiddet manyağı, aklî olarak iyiden iyiye dengesizleşen bir manyak. Yaptığım şey yazara kendi oluşturduğu karakteri nasıl kullanması gerektiğini söylemek değil, ama Hunter neden ve nasıl bu hâle geldi? Evet, Karaderililer ve yüzeyde yaşadıklarıyla ilgisi var bütün bunların, fakat bu değinilmeye değer bir konu değil mi?

– Hunter ve Saşa arasındaki aşk hikâyesi neden bu kitapta var? Anladığım kadarıyla yazar, şiddet delisi Hunter’a düalist bir ruhsal yapı kazandırmak istemiş. Karakteri zenginleştirmek açısından son derece mantıklı fakat işleniş için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Zira hikâyede ilerlerken olaylar yeterince alâkasız değilmiş gibi bir de karşımıza Hunter ve Saşa arasında bir aşk hikâyesi çıkıyor. Saşa, Hunter’da kimsenin göremediği bir yanı görüyor ve onu kurtarmaya çalışıyor. Bir önceki maddeye atıfta bulunarak soruyorum, Hunter’ın düalist yapısı tesadüfen karşılaştığı ve kurtardığı Saşa yerine vahşice yok ettikleri Karaderililer üzerinden işlenemez miydi? Belirtmekte fayda var, büyüteci biraz geriye çekip işin içine Leonid ve Homer’i de sokunca olaylar daha da anlamsız, hatta komik bir hâl alıyor.

Saşa: Liderliğini yaptığı istasyonda çıkan ayaklanmayı şiddetle bastırmayı reddeden eski bir istasyon şefinin kızı Saşa. Babasıyla birlikte sürgüne gönderiliyor ve son derece zor şartlarda yaşıyor. İnanılmaz bir güzelliğe sahip (en azından söylenen o), ama bakımsız ve hareketleri bir oğlan çocuğu gibi. Saşa, önemli bir karakter, yani öyle olması gerekiyor hikâye gereğince ama olamıyor.

Hunter ve Homer’in yolculuk ettiği Kahovskaya Hattı’nda karşılaşıyoruz Saşa ile. Öncesinde de hikâyesini okuyoruz son derece dağınık bir şekilde. İdamından saniyeler önce kurtarılıyor Hunter tarafından ve ikilinin yanında kelimenin tam anlamıyla “kuyruk” oluyor, bu rolü kitabın geri kalanındaki hareketlerini de tanımlamakta ki bu hususa tekrar değineceğim.

Hunter ile bir yakınlaşma yaşıyor Saşa, büyüsel bir şekilde ondaki “insanî” yanı görüyor. Çok değil, birkaç bölüm sonra Saşa’nın aptal âşık gömleğini üzerine giydiğini görüyoruz. Cümleleri genel olarak “Onun bana ihtiyacı var,” “Onu bu şekilde bırakamam,” “Hunter’ı kurtarmalıyım,” gibi temelsiz, boş, günlük hayatta da duyduğumuz şeyler. Burada bahsedilen isim Hunter, yani açık ara metronun en ehil stalker’ı. Ve Hunter ile Saşa arasındaki bu ilişki takribi altı saatte gelişiyor. Nasıl yani?

Saşa’nın Hunter’a karşı geliştirdiği aşkla yoğrulmuş anaç ve korumacı duygular bir yana, Leonid ile olan ilişkileri de bütünüyle komik. Fakat kasvetli ve gerici olması gereken bir kitapta bu tarz şeylerle karşılaşmak okuyucu için belirli bir noktadan sonra sinir bozucu oluyor. Metronun zorlu şartlarını bilen ve kimseye güvenmeyen bir kız olan Saşa nasıl oluyor da Leonid gibi bir fırıldağın peşinde istasyon istasyon dolaşıyor? Olay sadece yol katetmek de değil, geçiş noktalarında tutuklanıyorlar, üzerlerine ateş açılıyor ve bunlar gibi onlarca delik var hem Saşa’da hem de Saşa’nın bulunduğu bölümlerde.

Bütün olarak ele alındığında son derece havada kalan bir karakter Saşa. Görünen o ki yazar tarafından hikâyede elzem yapılmaya çalışılmış fakat gerekli altyapı olmadığı için bu pek başarılı olmamış. Öyle ki Saşa kitap boyunca sürekli birilerinin peşinde kuyruk gibi dolanıyor ve olay örgüsünde hiçbir etkiye sahip olamıyor. Sürekli kandırılması da bir noktadan sonra sinir bozucu bir hâl alıyor.

Leonid: Dobrininskaya İstasyonu’nda karşımıza çıkan Leonid epey ilginç bir karakter. Metroda dolaşarak müzisyenlik yapıyor, buna ek olarak metrodaki gergin havanın aksine son derece rahat davranışlara sahip. Yalnız pekâlâ Saşa gibi alâkasız bir karakter. Öyle ki Metro 2033’teki mistik ögeler ve şehir efsaneleri bu kitapta Leonid üzerinden işleniyor, fakat çok başarısız bir şekilde. Zümrüt Şehir‘den kovulduğunu iddia ediyor Leonid. Zümrüt Şehir ise medeniyetin hâlâ devam ettiği, bilinen metroya kapalı bir şehir.

Homer ve Saşa ile tanıştıktan kısa bir süre sonra Leonid’in Saşa’ya olan ilgisini görebiliyoruz. Burada garip bir durum yok. Fakat Saşa’yı anlatırken değinmediğim şeylere şimdi değineyim; Leonid bütünüyle yalancı bir karakter, bütün bunları da Saşa’nın ilgisine mazhar olma amacıyla yapıyor. Zümrüt Şehir, salgının tedavisinin radyasyon olduğu iddiası gibi sayısız yalan söylüyor. Ve Saşa hepsine inanıp onun peşinden gidiyor, kendisini kurtaran ve korumak isteyen Homer’iyse bir başına bırakıyor.

Başlarda şımarık bir çocuk olarak okura sunulan Leonid, hikâye sona yaklaştıkça bir Arthur Schopenhauer oluyor. Öyle ki hayatın özü ve estetiğe yönelik son derece “bilgece” sözler sarf ediyor. Bu arada belirtmekte fayda var; Leonid, Kızıl Hat’ın lideri Moskvin’in istemediği oğlu, bu yüzden diplomatik pasaporta sahip ve metro dahilinde bu pasaportun yardımıyla rahatça gezebiliyor. Fakat hayatı boyunca gösteremediği cesareti nasıl oluyor da bir anda gösterebiliyor, onu buna iten ne, bütün bunlar yine yazar tarafından cevapsız bırakılıyor.

Melnik: Melnik… kendisi hakkında söylenecek pek fazla bir şey yok, zira üç kitapta da aynı olan bir karakter. Bir kolu ve bacağı kopmuş, hâlâ Teşkilât’ın başında, hâlâ çok şüpheci ve olaylara düz bakıyor. Öyle ki en yakın arkadaşlarından biri olan Hunter’a bile bakışında şüphe var. Ama yine de ona yardım etmek için bir ekip tesis ediyor.

Artılar ve Eksiler

Metro 2034‘ün övebileceğim pek bir tarafı yok açık konuşmak gerekirse. Dediğim gibi, heyecanla beklenen bir devam kitabıydı, ama kitabın devam kitabı olmadığını ve bağımsız bir konuya sahip olduğunu gördük. Evet, illâ ilk kitapla ilgili olmak zorunda değil, fakat bağımsız olarak da başarısız bir eser.

Metro 2034’ün ana kolonunu oluşturan felsefî/psikolojik yön çok zayıf. Karakterler sürekli bir şeyleri sorguluyor, kıyas yapıyor, yaşadıkları zor durumlar ve girdikleri çıkmazlar konusunda türlü arayışlara giriyorlar. Sözde entelektüel ama aslen sığ ötesi tartışmalar okuyucuyu boğduğu gibi kısa sürede de sıkıyor. Homer bir istisna, fakat Leonid’in Saşa’ya argo tabirle yürümesi, Saşa’nın Hunter’a olan aşkı ve Hunter’ın başına buyruk davranması arasında kendisine de pek vakit kalmıyor ne yazık ki.

Her ne kadar değinmiş olsam da karakterler çok zayıf. Kitaptaki temel sorun okuyucunun tıpkı Artyom ile yaptığı gibi kendini bir karakterin yerine koyamaması değil, karakterlerin içinin boş olması. Sıcak çatışmaların veya mutantlarla çarpışmaların sıkça yaşandığı bir kitap olsa, belki bir ihtimâl görmezden gelinebilir bu yaşananlar fakat bu hâliyle mümkün değil. Çünkü üst paragrafta belirttiğim üzere kitap ne yazık ki böyle bir yol seçmiş, ama bunda da pek başarılı olamamış.

Metro 2033’teki doğallık ve üzerimize kara bulut gibi çöken atmosfer bu kitapta yok. Keşfettiğimiz bir şey yok, yıllardır metroda olmasına rağmen en ufak şeye doğallıktan uzak bir şekilde şaşıran ve bunlar karşısında dehşete düşen karakterler var.

Kurgu, karakter, diyaloglar, mekânlar, her açıdan çok ama çok zayıf bir kitap Metro 2034. Ve hayır, Metro 2033 standardı çok yüksekten başlattığı için değil bu, yazar görünen o ki (hadsizlik ediyorsam affola) pek de sıkı kavrayamadığı bir alanı romanın merkezine koymuş, bu sebepten ötürü kitaptaki konu dahil her şey eğreti durmuş. Sanki zorla yapıyorlar bir şeyleri, sanki zorla yazılmış kitap, sanki birkaç nokta hâricinde olmasa da olurmuş gibi.

Belirtmeden geçemeyeceğim, Artyom Popov isimli bir karakter (Metro 2033’teki Artyom değil) mevcut kitapta. Yazarın neden böyle ucuz bir numarayı yaptığı merak konusu açıkçası.

Uzun lâfın kısası, dört yıllık bir hayâl kırıklığından başka hiçbir şey değil Metro 2034. Fakat durun, Dmitry Glukhovsky henüz son sözünü söylemedi.

Metro 2035: İlk Umut Işığı

“Olmaz, Artyom.”

“Aç! Aç diyorum sana.”

Açık konuşmak gerekirse yaşadığım Metro 2034 hayal kırıklığından sonra pek hevesli değildim Metro 2035’e; haklı bir korku sarmıştı içimi. Sürekli “Ya bu da diğer kitap gibi çıkarsa?” dedim durdum kendime ama pek uzun sürmedi ne kadar yanlış düşündüğümü anlamam. Hanımlar beyler, hazırlanın, ait olduğumuz yere çıkıyoruz, yukarıya.

Çürüyen Bir Cüzzamlı: Artyom

Anlaşılan o ki Artyom iki yıl önce yaşanan olayları hâlâ unutamamış. Her şeye onunla birlikte tanıklık eden okuyucu olarak suçlayabilir miyiz peki onu? Birlikte izlemedik mi tek isteği insanlarla iletişim kurmak isteyen canlıların onlarca nükleer başlıkla yeryüzünden silinişini? Birlikte çıkarmadık mı gaz maskesini suratımızdan, kirli de olsa doğal olan soğuk havayı burun deliklerimizden içeri çekip yanan vicdanımızı ferahlatmak için? Artyom’la birlikte bizim de yüreğimiz dağlanmadı mı o an?

Karaderililerin yeryüzünden silindiği vakitlerde Ostankino Kulesi’nin zirvesinde bulunan Artyom, Ulman’ın telsizinden bir ses duyduğuna emin. Sıradan bir ses değil ama; zayıf, ne söylediği anlaşılmayan, fakat uzaklardan gelen bir sinyal bu, hayatta kalan insanların olduğu bir şehirden hatta! İşte bu, Artyom’un ölümsüz umuduyla birleşince, kendisi için yepyeni bir mücadele başlıyor.

Artyom, hemen hemen her gün sırtına telsizi alarak yaşadığı istasyon olan VDNKh’yi terk ediyor ve yakınlardaki bir gökdelene gidiyor. Bıkmadan usanmadan tüm o basamakları tırmanıp, binanın tepesine çıkıyor ve telsizini kuruyor. Diğer şehirlere sinyal gönderip, varlığından dahi haberdar olmadığı, haritada yerini gösteremeyeceği şehirlerden sinyal bekliyor. Somut kanıtın ötesinde bir inancı var diğer yerleşim yerlerinde de insanların yaşadığına. Öyle ki bunu Şenya‘yla da paylaşıyor sürekli. Bu arada belirtmekte fayda var, Şenya ölü ve Artyom bir ölüyle konuşuyor, açık ve net bir şekilde akıl sağlığı yerinde değil. Bu durum sürekli olarak yüzeye gitmesi ve radyasyona maruz kalmasıyla birlikte diğer insanlar tarafından açık bir delilik emaresi olarak değerlendiriliyor, hatta ve hatta Melnik’in itirazlarına rağmen onun kızı Anya ile evlenen ve Teşkilât’tan ayrılan Artyom’un evliliği bu sebepten ötürü sallantıda. Artyom ait olduğu yere, yüzeye dönmek istiyor, fakat Anya sağlıklı bir çocuk doğurarak bir aile kurmanın peşinde. Her ne kadar kocasını sevse de o bile çoğunlukla Artyom’un maruz kaldığı radyasyondan kısa sürede öleceğini, ölmese bile sağlıklı bir çocuk veremeyeceğini düşünüyor. Karaderilileri yok ettikten sonra kahraman gibi karşılanan Artyom’un eşi, üvey babası ve “kurtardığı” insanlar, herkes, ama herkes onun delirdiğini ve yalan söylediğini düşünüyor.

Her ne kadar kimsenin onayına ve takdirine ihtiyaç duymasa da Artyom tarifi zor bir yalnızlık içerisinde. Yirmi yılı aşkın süredir metroda yaşayan ve yüzeyi hayâl dahi edemeyen binlerce insan. Fakat tanıdık bir yüz beliriyor istasyonda çok geçmeden. Metro 2034’ün Homer‘i, yazacağı tarih kitabı için Artyom’la görüşmek istiyor. Artyom’un ukalâ ve umursamaz tavırlarına rağmen ona diğer insanların baktığı gibi bakmıyor Homer, öyle ki yaptıklarını ve yapacaklarını gerçekten merak ediyor ve özveriyle dinliyor onu. Ve bu noktada, Artyom’un hâlihazırda son derece kuvvetli olan umudunu daha da güçlendirecek bir şey söylüyor: “Peki size… Kurtulanların olduğunu, başka şehirlerden de sinyaller gönderildiğini ve bunların bana ulaştığını söylesem?”

Ve metronun en karanlık sırlarının açığa çıkacağı hikâye, ikilinin Teatralnaya İstasyonu’na doğru yola çıkmasıyla başlıyor.

Metroda Neler Değişti?

Son hatırladığımızdan bu yana metroda epey değişiklik mevcut. Dördüncü Reich reform yoluna giderek metroda sahip olduğu “vahşi” imajı yıkmanın ve bir kültür merkezi olmanın peşinde, fakat kapalı kapılar ardında kan donduran gerçekler var. Kızıl Hat‘ta mantar stoklarının tamamına yayılan bir bakteriden ötürü kıtlık yaşanıyor. D-6‘ya Korbut önderliğinde yapılan saldırı sonrası (kitap bu noktada Metro Last Light isimli bilgisayar oyununu temel alıyor zira kitapların hiçbirinde bu bilgi yok, her ne kadar D-6 ismi anılmasa da kastedilen “sığınak” burası. Yazar oyunun senaryosuna sadık kalıp hikâyeyi oyunun sonundan devam ettiriyor) Melnik önderliğindeki Teşkilât’ta sadece elliye yakın savaşçı kalmış ve Polis ile Hansa beklenmeyen bir yakınlaşma içerisine girmiş, Teşkilât dahilindeki savaşçıların birçoğu Hansa geçmişine sahip.

Metro 2035’te ilk iki kitaptan birçok karakterle karşılaştığımız gibi yeni yüzler de görüyoruz. Artyom, Homer’le çıktığı yolculuk esnasında onlarca istasyonda bulunup, yine onlarca insanla tanışıyor. Kan kardeşi ve yoldaşı Letyaga, Artyom’la birlikte sayısız maceraya atılan Lyoha ve Saveli, esrarengiz Bessolov, otoriter astsubay Ditmar ve daha niceleri.

Belirtmekte fayda var, Metro 2033’ün aksine Metro 2035’te dünya inşası ve mutantlar yok. Yazar, hâlihazırda önceden detaylı bir şekilde kurduğu dünyayı ağır bir şekilde kullanıyor bu sefer. Artık istasyonların tarihçesini okumuyor, bunun yerine o istasyonlarda insanın en büyük düşmanıyla, kendisiyle yüz yüze geliyoruz. Tarafsız bir yorum yapmanın hatırına belirtmeliyim ki kıyamet sonrası bir dünyanın inşası konusunda tutkulu olan okurların hayâl kırıklığına uğradığı bir eser bu, fakat yukarıda belirttiğim değişiklikler hâricinde pek kurulacak da bir şey yok açıkçası. Metro, sahip olduğu ufak tefek değişiklikler hâricinde hep aynı. Tansiyonun bir saniye olsun düşmediği bu kitapta bu durumun arkasındaki gerçekliği öğreniyoruz.

Tavşan Deliğinden Aşağı Doğru Bir Yolculuk

Metro 2033’ün arka kapak yazısında yer alan “Moskova Metrosu’ndaki sırrı keşfetmeye hazır mısınız?” sorusu esasen bu kitap için çok daha uygun çünkü tam olarak yaptığımız bu. Bir değil, birçok sır keşfediyoruz hem de. Çizdikleri portrelerden epey farklı olan liderler, Görünmez Gözlemciler, yüzey… Üçleme, Metro 2035’te yaşanan olaylar ve sonuca bağlanışlarıyla birlikte şanına yakışır bir sona kavuşuyor.

En sade sinopsisin bile epey uzun olacağı, en detaylı özetin dahi can alıcı detayları atlayacağı bir eser Metro 2035, fakat bilmeniz gereken en önemli şey, hızın Glukhovsky tarafından son derece ince bir şekilde ayarlandığı. Öyle ki kahramanımız Artyom, Homer ile yolculuğa çıktıktan sonra sayısız istasyona gidiyor, bu istasyonlarda yeni insanlarla tanışıyor ve hepsinin o veya bu şekilde bir önemi oluyor. Bütün bunlara ek olarak Artyom’un ayak bastığı her istasyon kendi içinde veya dışarıdan gelen etkilerle bir değişim içerisinde. Ve Artyom yine hepsinin merkezinde. Hikâyenin yavaşladığı bölümler kurgu ve olay örgüsü açısından gerekli kanaatimce, çünkü okurken durup bir nefes almak isteyeceksiniz.

Metro 2034’ü değerlendirirken söylediklerimi bu kitap için söyleyemiyorum. Metro 2033 ve oluşturulan bir dünya, Metro 2035 ve bitmek bilmeyen bir aksiyon. Bunu derken belirtmeliyim ki bütün bu aksiyonların altında gayet rafine mesajlar mevcut.

Bir rejimi öldürmek mümkündür, imparatorluklar yaşlanır ve yok olurlar, fikir ise veba mikrobu gibidir. Cesetlerde kuruyup kalırlar, böylece beş asır boyunca rahatça varlıklarını sürdürürler. Sonra birileri bir yerlerde tünel kazmaya kalkar ve vebalıların mezarlığına rastlar… Eski kemiklere dokunur. Artık hangi dili konuştuğu veya neye inandığı değildir önemli olan. Mikrop için hepsi birdir.”

Dördüncü Reich’ın Lubyanka’dan kendisine yaklaşan Kızıl Ordu’nun hızını sekteye uğratmak amacıyla kazma ve küreklerle savaşmaya zorladığı savaş esirleri ve tamamen aynısının Kızıl Hat tarafından yapılması; Artyom’un birey olarak metroya, yani topluma karşı verdiği amansız mücadele ve inancının yılmaz savunucusu olması; kadın-erkek ilişkileri; siyasî ve dinî fanatizmin insanlar üzerindeki etkileri; insanların acı gerçekten ziyade kendini rahatlatacak yalanları tercih etmesi gibi saymakla bitmeyecek tonlarca mesaj mevcut metinde ve Metro 2034’ün aksine hepsi çok iyi bir şekilde kaleme alınmış. Sadece Artyom’un değil, bütün karakterlerin başa çıkmak zorunda kaldığı durumlar ve zorluklar oluyor ve karakter gelişimi bunun üzerinden işleniyor.

Metro 2033 genel itibariyle beğenilen fakat ağır işlenişinden dolayı eleştirilen bir kitaptı. Aynı şekilde Metro 2034 çoğunluk tarafından hayâl kırıklığı olarak nitelendirildi. Metro 2035, Dmitry Glukhovsky’nin yarattığı bu evrende geldiği en üst nokta.

Metro 2035 ve İçerik

Kitap kimi okur tarafından eleştiri bombardımanına tutulsa da kimi okur genel itibariyle içeriği ve işlenişini yere göre sığdıramıyor. Sizin de çoktan anladığınız üzere ben ikinci gruptanım. Fakat şu bir gerçek ki herkes kendince haklı. Gelin bu sebeplere bakalım hep birlikte.

Dmitry Glukhovsky’yi kitaplar ve oyunlar hâricinde takip edenler bilir, kendisi muhalif bir yazar. Gerek yurt içi, gerek yurt dışında yaptığı röportajlarda bütünüyle siyasî konular üzerinde konuşmasa da sorulan sorular karşısında muhalif duruşunu belli eden ve cevabını esirgemeyen bir insan. Kendisinin söylemiyle “SSCB’de doğan ama Rusya’daki büyük çoğunluk gibi ona özlem duymayan” birisi ve gerek doğuda gerekse de batıda onlarca ülke gezmiş, birçoğunda çalışmış ve yaşamış. Kendisinin politik görüşleri Metro 2035’te açıkça görülebiliyor. Devleti temsil eden ve insanları yalanlarla kandıran Bessolov, metrodaki insanlara göre açık ara farkla çok ama çok rahat bir yaşam sürüyor. Bunu neye borçlu peki? Metrodaki insanların yüzeye çıkmamasına ve sürekli birbirini yemesine. Aynı şekilde nükleer savaş sonrası diğer ülkelerden bir saldırı yokken (ki saldırabilecek ne bir güç var ne de bir ülke) insanların belirli unsurlarla (basın, medya) hâlâ savaşın sürdürüldüğüne inandırılması, otoritenin halka nasıl yalan söyleyip kendi işlerini gördüğünün en büyük göstergesi. Glukhovsky’nin eleştirisi bununla da kısıtlı değil; mensubu olduğu Rus milletine de sert bir tokat atıyor. Zira kitap dahilinde Artyom’a inanan insan sayısı iki, bilemediniz üç. Onunla birlikte gelense tek insan var, o da Anya. Burada da yazar, halkının herhangi bir şeyi sorgulamaktan aciz olduğunu söylemenin yanı sıra, insanların her zaman ama her zaman kendilerini bir yalana inandırıp onunla elden geldiğince memnun olacağını gösteriyor.

Kitaba yapılan eleştirileri “beyin yıkamak için yazılmış zırvalık” seviyesine getirenler de mevcut, lâkin genel itibariyle dünya tarihine baktığımızda yazarın pek de haksız olduğunu söyleyemeyiz, değil mi? Hatta bunun için Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne ve oranın “bütün Batı düşmanımız” zihniyetiyle yetiştirilmiş insanlarına gitmemize gerek yok. Hâlihazırda sokakta yürürken bile daha hiç görmediği, muhtemelen hayatı boyunca da hiçbir zaman görmeyeceği ve tanımayacağı insanlardan nefret eden milyonlarca insan mevcut.

Evet, kitapta mutantlar yok artık, mistik olaylar gerçekleşmiyor, fakat insanın en büyük düşmanı işleniyor kitapta: İnsan. Sahi, ne olmuştu da insanlar metrolara tıkışıp hayatını orada geçirmek zorunda kalmıştı? İnsanın insanla savaşı, değil mi? Var mı bir mutanta veya sivri dişli canavara ihtiyaç?

Karakterler

Artyom: Metro 2033’teki “boş küre” yok artık karşımızda. Artyom, geçmişte yaşadığı olayların üzerine eklenen düşünceleri ve duygularıyla son derece savaşçı, yılmaz ve hırçın bir hâlde karşımızda. Karaderilileri yok ettikten sonra kahramanlar gibi karşılanan, Korbut’un saldırısını Teşkilât’taki yoldaşlarıyla birlikte bertaraf eden Artyom, ilk kitaptaki gibi olaylar karşısında sessiz kalmıyor, kalamıyor. Ağzını bozuyor, hırçınlaşıyor, yumruk yiyor, yıkılmıyor, savaşıyor, bıkmadan usanmadan devam ediyor doğru olduğuna inandığı dava için mücadele etmeye. Önceki kitaplarda eksikliğini hissettiren karakter gelişimi bu kitapta ziyadesiyle mevcut.

Homer: Metro 2034’te favori karakterim Homer’di. Hakikî bir derinliğe sahip olup iyi işlenmemişti, fakat Metro 2035’te Homer de epey badire atlatıyor, kâh Artyom’la birlikte kâh yalnız başına. İhtiyarlık ve zamanın etkisi Homer’le birlikte okuyucuya sunuluyor. Epey buruk bir şekilde hem de.

Lyoha: Açık ara kitabın en ilginç karakteri Lyoha, öyle ki yetiştiği metroda şansını dahi deneme şansına erişememişlerden o. Aidiyetsizlik o kadar kuvvetli ki Lyoha’da, önce Artyom ve Homer’in peşine takılıyor, sonrasında Dördüncü Reich’a katılmak istiyor fakat reddedilip soluğu toplama kampında alınca bambaşka şekilde düşünüyor. Basit kişisel çıkarlar değil peşinde olduğu, ait olma duygusu. Her ne kadar önceden kestirilebilir bir şekilde kolaya kaçsa da sahip olduğu ilginç karakter ve yaptığı gülünç hareketlerden ötürü kızamadım kendisine okur olarak.

Saveli: Homer ile birlikte sanıyorum ki kitabın en yaşlı karakteri Saveli. Metronun genç ve orta yaşlı sakinlerinin aksine eski dünyayı net bir şekilde hatırlayan, vakti zamanında hızlı yaşamış karakter, Artyom’a onun düşündüğünden çok daha fazla yardım ediyor. Zamanla birlikte kazanılan bilgeliğin güzide bir örneği olmasının yanı sıra The Prodigy hayranı ve metronun diğer sakinlerinin aksine Lady GaGa‘nın kim olduğunu biliyor. (Bu muazzam bilgi için teşekkürler – Türker)

Letyaga: Artyom’un en yakın arkadaşlarından biri, aynı zamanda kan kardeşi. Görülen o ki Korbut’un sığınağa yaptığı saldırıda ciddi şekilde yaralanan ve kan kaybından ölecek olan Letyaga, Artyom’un kendisine verdiği A Rh- kan ile hayatta kalıyor. Her ne kadar Artyom için canını vermeye hazır olsa da, bir de bağlı olduğu Teşkilât mevcut ki kitapta “emirleri uygulamak” adına korkunç şeyler yapıyor. Yaşanan onca şeye rağmen Artyom’u ne satan ne de yalnız bırakan iki karakterden biri.

Saşa: Önceden tanıdığımız karakterler arasında en çok değişime uğrayan sanırım ki Saşa, zira Metro 2034’teki “aptal ama idealist” kız gitmiş, yerine kanunsuzların, uyuşturucu bağımlılarının ve kaçakçıların cirit attığı Tsvetnoy’da fahişelik yapan, kendisini satan adama âşık olan bir kadın gelmiş. Belirtmekte fayda var, Batı’daki okurlar tarafından kitap yoğun eleştirilere maruz kaldı, özellikle Saşa karakterinden ve davranışlarından ötürü. Öyle ki fahişelik yapmaktan zûl addetmeyen, bulunduğu yeri kanıksamış, son derece atıl bir karakter. Artyom’un kendisine olan aşkına karşılık vermese de ona karşı bir bağlılık hissediyor Saşa ve muhtemelen yaptığı fedakârlıkla hayatını kurtarıyor.

Bessolov: Her şeyin arkasındaki, Görünmez Gözlemciler efsanesini varlığıyla gerçek yapan adam. Bessolov, savaştan zarar görmemiş sığınakta bulunan devlet görevlilerinden biriyken, şu an bütünüyle metronun tamamını yöneten bir şahsiyet. Öyle ki dengeyi sağlayan Polis’in Melnik’i, Dördüncü Reich’ın “mutant” bir çocuğa sahip Führer’i, yüzeydeki inşa çalışmalarını düzenleyen Kızıl Hat, metronun ticaretini elinde tutan Hansa, her şey, ama her şey Bessolov’un kontrolü altında. Aynı zamanda cinsel sapkınlıkları bulunan Bessolov, Saşa’ya özel bir ilgi duyuyor ve onu satmaktan, başka erkekler tarafından korkunç bir şekilde ırzına geçilirken izlemekten zevk alıyor. Politik eleştirinin üzerine kurulduğu karakter olan Bessolov, metronun Rus milletinin var oluşu açısından elzem olduğu düşüncesinde ki bu sebepten ötürü sürekli bir asimetrik denge sağlanıyor metroda, savaşlar ve kıtlık ile.

Melnik: Metro 2033 ve Metro 2034’te bedensel olarak çok farklı olsa da karakter olarak aynıydı Melnik, bu kitap için de aynı şeyi söyleyebiliriz, sadece ufak birkaç değişiklikle. Zira bundan önceki kitaplarda Melnik’in herhangi bir otorite karşısında eğildiğini görmemiştik, fakat Metro 2035’te öğrendiğimiz kadarıyla o da Bessolov’un kuklalarından biri, o da yalanlarla besleniyor ve işleyen düzeni tesis ediyor.

İşin politik kısmı bir yana, Anya’dan öğrendiğimiz kadarıyla Melnik içip içip eşini döven, kızı Anya’yı da ileride asker yapmak için erkek gibi yetiştiren, en ufak merhamet duygusundan uzak bir karakter. Ve kesin bir şekilde Artyom’un deli olduğuna inanıyor.

Suhoy: Artyom’un üvey babası Suhoy, Anya ile aynı görüşte Artyom konusunda. Gereğinden fazla yukarıya çıktığını, orada hiçbir şey olmadığını, bu gidişle mutasyona uğrayacağını veya kendisine “sakat” torunlar vereceğini söylüyor. Her ne kadar sert bir görünüşte olsa da oğlu Artyom ve gelini Anya’ya sahip çıkarken, hayatta kalmak için eline bakan VDNKh sakinlerini de yalnız bırakmıyor.

Anya: Melnik’in kızı, Artyom’un eşi. Metro Last Light sonrasındaki sığınak saldırısından sonra evlenen çift, Melnik’in baskısından ötürü Polis’ten uzaklaşıyor ve Artyom’un memleketine, VDNKh İstasyonu’na yerleşiyorlar. Anya, güzelliğiyle dikkat çeken, çekici bir kadın, hatta kendisinin söylemesine göre Hunter bile koşmuş peşinden. Cefakâr Rus kadınını temsil ediyor ve metroda bolca bulunan sert ve duygusuz asker tiplemesinden nefret ediyor. Bu yüzden Artyom’u seçtiğini, onun yaşanan onca şeye rağmen insan kalabildiğini söylüyor. Letyaga ile birlikte Artyom’u yalnız bırakmayan ve hiçbir zaman pes etmeyen ikinci karakter.

Çeviri, Editörlük ve Kapak Tasarımı

Öncelikle bu güzide üçlemeyi dilimize kazandıran Panama Yayıncılık‘a şahsım adına teşekkür etmek istiyorum. Her ne kadar bilimkurgu ülkemizde yükselen bir tür olsa da alt türü olan kıyamet sonrası bilimkurgu yok sayılabiliyor. Bu sebepten ötürü bilgisayar oyunuyla tanıştığım bu dünyayı bana kazandıran bu yayınevine sonsuz teşekkürler.

Metro 2033 ve Metro 2034’ün çevirisi, Stefan Zweig kitaplarındaki yetkin çevirileriyle tanıdığım Deniz Banoğlu‘ya ait. Lâkin aynı yetkinliği bu kitapta göremedim. Her ne kadar çeviriyle ilgili yorumların internette epey abartıldığını düşünsem de (kimi kullanıcılar okunmaz olarak nitelendirmiş kitabı çeviriden ötürü, abartı), genel itibariyle kitap iyi çevrilmiş diyemeyeceğim. Anadili Rusça olan bu üçlemenin ilk iki kitabının dilimize Rusçadan değil, Almancadan çevrildiği çok bariz. Türkçe karşılığı “Botanik Bahçesi” olan “Ботани́ческий сад” karşımıza yer yer “Botaniçeskiy Sad,” yer yer “Botanik Bahçesi” olarak çıkıyor. Aynı şekilde ikinci kitapta orijinal Rusça ismi VSS Vintorez (ki Türkçede de aynı şekilde geçiyor) olan tüfek, karşımıza Wintores olarak çıkıyor, ki Almancadaki ismi bu tüfeğin. Buna ek olarak ilk kitaptaki Şaşa ismi yanlış, bu isim Slavik milletlerde bolca kullanılan Aleksandr isminin kısaltılmış hâli (Mihail-Mişa, Natalya-Nataşa, Artyom-Tyomka gibi) ve doğrusu Saşa (Саша). Bu ve bunun gibi epey nokta mevcut. Fakat daha da önemlisi, zaten ağır akan kitaplarda bulunan garip yapılı cümleler. Öyle ki yer yer diyalogları anlamak için tekrar tekrar okumanız gerekebiliyor. İnternetteki yorumlar kadar acımasız olmayacak olsam da özetle çok iyi bir çeviri diyemeyeceğim. Konuyla ilgili olması açısından fayda var, Rusçası 348 sayfa olan Metro 2033, Türkçede 600, Farsçada 700 sayfa. Bu noktada Rus dilinin zenginliği ve diğer bir dile çevirilmesi konusundaki zorluk da belirtilmeli ki İngilizce çeviriyi de okumuş biri olarak benzer eleştirileri diğer çeviriler için yapabilirim.

Metro 2035’in çevirisiyse Zarifa Huseynova‘ya ait ki sanıyorum kendileri Metro 2035’i aslından çevirmiş. O kadar belirgin bir fark mevcut ki hikâyenin sahip olduğu sürükleyicilikle birlikte yağ gibi akıp gidiyor cümleler. Özellikle diyaloglarda hiçbir yabancılık hissetmiyorsunuz. Kusursuz bir çeviri diyebilirim Metro 2035 için.

Kapak tasarımı konusunda gelince tarafsız bir yorum yapmak zor takdir edersiniz ki, Türkçe çevirilerin kapakları ve İngilizce ve Almanca örnekleri gibi, Moskova Metrosu’nu andıran bulanık çizgiler. Burada kişisel tercih ve zevkler devreye giriyor ve bana kalsaydı kapakta kesinlikle ve kesinlikle gaz maskeli bir illüstrasyon kullanırdım. Rus, Çek ve İsveçli baskılarda böyle kapaklar mevcut ki metronun aurasını çok daha somut bir şekilde yansıtıyor.

Metro 2033, Metro Last Light ve Metro: Exodus

Bu koca dünyayı sayfalarca anlatıp da onun ününe ün katan oyunlardan bahsetmemek olmazdı ama, değil mi?

S.T.A.L.K.E.R ile zirve yapan GSC Game World‘ün eski çalışanlarının kurduğu 4A Games geliştirdi, geliştiriyor Metro 2033, Metro Last Light ve Metro: Exodus‘u. Ve ilk iki oyunda öyle iyi bir iş çıkardılar ki Metro Serisi âdeta bir kült FPS hâline geldi. Bu başarının belli başlı sebepleri var elbette, onlardan biri de firmanın daha öncesinde post-apokaliptik atmosfere sahip üç oyun geliştirmesi; S.T.A.L.K.E.R. Serisi’nin Shadow of Chernobyl, Clear Sky ve Call of Pripyat oyunları bu ekibin elinden çıktı. Bunun yanı sıra geliştirme aşamasında Dmitry Glukhovsky’nin ekibe sağladığı özgürlük de önemli, kendisi şöyle diyor bu konuyla ilgili:

“Ekibin romanlarımı cümlesi cümlesine çevirerek tekrara düşen bir oyun yapmasını beklemedim. Benim hikâyelerimi temel alan bağımsız bir başyapıt yapmalarını istedim ve yaptılar. Bu hayatın bir kuralıdır, her şeyi kontrol etmek isteyen gerizekâlılarla çalışmaktan ziyade, özgürlük ve yaratıcılığa önem veren yetenekli bireylerle çalışın.”

Bilgisayar oyunlarına âşina olmayan okurlarımızı uyarmakta fayda var, kitaba sâdık bir şekilde yapılan oyun uyarlamaları düşünüldüğü gibi kolay olamıyor bazen. En basitinden şöyle bir örnek vereyim; FPS türünde bir oyun yapıyorsunuz fakat temel aldığınız eserdeki ana karakter, koca kitap boyunca sadece bir insan öldürüyor. İşin içinden nasıl çıkarsınız? İşte Glukhovsky’nin bahsettiği deha bu noktada ortaya çıkıyor, zira Metro 2033’te öldürmek şart değil, pekâlâ düşmanlarınızı bayıltarak da yolunuza devam edebilirsiniz. Hatta seçtiğiniz oyun moduna göre şiddetin her türlüsünden uzak durup, sadece ortamı keşfetmek ve yolunuza devam etmek isteyebilirsiniz.

Karma sistemi bulunan oyunlarda aynı zamanda iki farklı son bulunuyor, oyun dahilinde aldığınız kararlar, davranışlarınız, düştüğünüz ikilemlerde seçtiğiniz yollar, kısacası her şey bu sisteme dahil ediliyor ve ona göre iki sondan birini alıyorsunuz. Ayrıca Korbut ve Moskvin gibi karakterlerle de oyunlarda tanışıyoruz.

Kıyamet sonrası bilimkurgu türündeki bir kitabın oyunundan bahsederken atmosfere değinmemek olmaz. Her ne kadar şu sıralar geliştirilme aşamsında olan ve önümüzdeki sene çıkması beklenen Metro: Exodus, oyuncuya özgür dolaşım imkânı sağlayacak olsa da ilk iki oyunda bu mevcut değil. Ama bu demek değildir ki insanı büyüleyen bir atmosfer mevcut değil. Işığı kapatın, kulaklıkları takın ve istasyonlarda insanların arasına karışın, dertlerini dinleyin, çocukların yüzeyi nasıl hayâl ettiğine kulak misafiri olun, yapabileceğiniz sayısız şey mevcut. Artyom gözünden oynadığımız bu oyunlarda öyle sahneler var ki tüylerimiz diken diken oluyor. Özellikle Han‘la birlikte yolculuk ettiğimiz bölümlerde hop oturup hop kalkıyor, metronun sahip olduğu mistik zenginlikleri Artyom’un gözünden görüyoruz. Gaz maskemizi yüzümüze taktığımızda ekranın buğulanması, derin derin nefes alış-verişlerimizin kulağımızda yankılanması ve kendimizi âdeta boğuluyormuş gibi hissetmemizi de (abarttığımı sanıyorsanız fena yanılıyorsunuz) unutmamak gerek elbette.

Önceden belirttiğim gibi, yazar ve geliştirici ekip birlikte çalıştığı için karşımızda hikâye açısından kitaplardan bağımsız iki oyun var. Hatta işin daha güzel yanı, iki taraf da birbirine sâdık. Metro 2035 henüz basılmamışken geliştirilip piyasaya sürülen Metro Last Light, Metro 2035’te yer yer karşımıza çıkıyor. Yani öyle ki, Glukhovsky kitabı kaleme alırken oyunun hikâyesine ihânet etmiyor ve belirli noktaları (Korbut’un sığınağa saldırısı vb.) direkt olarak oyundan temel alıyor. Heyecanla beklediğimiz Metro: Exodus ise Metro 2035’in sonunu temel alıyor, Artyom’un Anya ile yüzeye çıkma mücadelesini.

Oynanış ve atmosferin mükemmeliyeti bir yana dursun, Metro oyunları, yaratıcı ve geliştirici ekibin birlikte çalıştığı vakitlerde ortaya ne güzide işlerin çıktığına dair en somut örnek olmakta.

Bir Çırpıda Metro

Metro Üçlemesi, çok da uzak olmadığımız bir geleceği anlatıyor. 2033 yılını ve onu takip eden iki yılı değil, kitle imha silahlarının on binlerle ifade edildiği, düşmanlığın ve rekâbetin had safhaya ulaştığı bir zamanı ve onun korkunç sonuçlarını anlatıyor.

Unutmayın, kaderiniz değil.

Kim bir ömür boyu karanlığa bakacak kadar cesur ve kararlıysa, ilk umut ışığını o fark edecektir.” – Han


Metro Serisinin Yazarı Dmitry Glukhovsky ile Röportaj

İhsan Çağatay Boz

1991 yılında geldiğim bu dünyanın mevcut gerçekliğinden hiçbir zaman memnun olmamam hasebiyle oyunların ve kitapların sonsuz dünyasında yaşarken, her şeyi istediğim şekilde bükebildiğim öyküler yazıyorum. Tarih ve felsefenin yanı sıra insanlığın nükleer savaşlar, durdurulamayan virüsler veya kontrolden çıkan yapay zeka ile intihar ettiği veya karanlığa gömüldüğü eserlere de ilgim ve takdirim sonsuz. Son olarak, George Romero ile başlayan zombi sevdam katlanarak devam etmekte.

Exit mobile version