Menu
in ,

2014’ün (Bize Göre) En İyi Oyunları

Karşınızda, şenliklerimize özel, en iyileriyle ve hayal kırıklıklarıyla 2014’ün oyunları…

Bilgisayar oyunları da tıpkı çizgi-romanlar gibidir. Çocukluğunuzdan kalma, bir türlü bırakamadığınız, bırakmak da istemediğiniz bir alışkanlık, bir hobidir. Başkaları ne kadar ayıplasa da umurumuzda olmaz. Çünkü onların yeri apayrıdır bizim için.

Bu yıl da oyun dünyasından pek çok yapım geçip gitti. Çoğu bağırlara basıldı, çoğu hayal kırıklıklarıyla uğurlandı. Arada yine birkaç sürpriz çıktı, hatta biri de bizden bir yapımdı. Ama geçen yıla damgasını vuran asıl şey hatalarla dolu yapımlar oldu muhakkak. Firmalar her oyunu tüm konsollara çıkarma aşkının çokomelini çıkarınca oyunlardan çok bugları konuşur olduk. Umarız bu sorun en kısa zamanda atlatılır da bizler de ağız tadıyla eskitebiliriz klavyeleri, gamepadleri, check-pointleri…

Bu liste tamamen şahsi kanaatimize göre hazırlandı ve doğal olarak sadece oynama fırsatı bulabildiğimiz oyunları kaleme aldık. O yüzden size göre burada yer alması / almaması gereken yapımlar olursa lütfen yukarıda belirttiğimiz noktayı göz önünde bulundurun. Karşınızda en iyileriyle ve hayal kırıklıklarıyla 2014’ün oyunları…

- Reklam -

Önemli Not: Dragon Age: Inquisition, Middle-Earth: Shadow of Mordor ve Assassin’s Creed: Unity’yi oynama fırsatı bulamadığımız ve hariçten gazel okumak istemediğimiz için listeye almadık. Ayrıca Dreamfall: Chapters ile Broken Age’in de bu yıl sadece ilk bölümleri yayınlandığından onlara da yer vermedik. Keyifli okumalar…

M. İhsan Tatari | mit

Alien: Isolation

Bugüne kadar pek çok Alien oyunu çıktı, hatta Predator de yanına sık sık konuk sanatçı olarak katıldı. Ama… ama, ama, ama 2000 yılında piyasaya çıkan AvP oyunu hariç şimdiye dek bu dehşetengiz yaratığın Ripley ve arkadaşlarına saçtığı korkuyu tam anlamıyla yaşayamamıştık. Çünkü her FPS’de olduğu gibi tüm Alien oyunlarında yürüyen cephanelik gibiydik maşallah. O ne? Alien mı? Bas tetiğe! Hele arada Alien’ın kuyruğunu ‘bloklayabildiğimiz’ güzide yapımlar da vardı ki sormayın gitsin…

Neyse ki huzurlu gecelerimiz sona erdi! (Ne?) Çünkü Creative Assembly tarafından yapılan Isolation kelimenin tam anlamıyla MUH-TE-ŞEM bir Alien oyunu. 80’lerin bilimkurgu filmlerinin atmosferini sonuna kadar yansıtan oyunda Ripley’in kızı Amanda rolünü canlandırıyor ve tıpkı ilk filmdeki gibi dehşetengiz yaratığımızdan köşe bucak kaçıyor, saklanıyoruz. Daha doğrusu saklanmaya çalışıyoruz. Çünkü Alien öyle bir yapay zekâya sahip ki sizi her delikte bulup, oradan itinayla çıkarıp bir güzel öldürüyor. Hatta sizinle resmen kedi gibi oynuyor! Yılın en iyi titreten oyunu payemiz Alien: Isolation’a!

Wolfenstein: The New Order

Yeni bir Wolfenstein oyunu yapıldığını duyduğumda hem çılgınlar gibi sevinmiş hem de deliler gibi korkmuştum. Sevinmiştim çünkü eski dost B.J. Blazkowicz ile yeniden karşılaşacaktım. Korkmamın sebebiyse yapımcının MachineGames adlı yeni bir firma olmasıydı. Evet, Starbreeze’den (Chronicles of Riddick) ayrılan kişiler tarafından kurulmuştu ama işte, insan yine de ‘Acaba?’ demeden edemiyor.

Neyse ki endişelerim fosun da fosu çıktı ve The New Order oynamaya başladığım ilk dakikalardan itibaren en iyi FPS’ler listeme kafadan dalış yaptı! Nazilerin İkinci Dünya Savaşı’nı kazandığı ve tüm dünyayı ele geçirdiği alternatif bir zaman aralığında geçiyor oyunumuz. Ayrıca ortada envai çeşit robot, lazer silahları, uçuk teknolojiler ve devasa mechler de var… aksi takdirde bu bir Wolfenstein oyunu olmazdı zaten. Oyunu öncüllerinden ayıran şeylerin en başında mekanikleri geliyor hiç şüphesiz. The New Order durmadan tetiğe asıldığınız, beyinsiz bir FPS değil çünkü. Gizlilik unsurları, derin hikâye, başarılı atmosfer, inandırıcı karakterler, harika bölüm tasarımları, düşman çeşitliliği, toplanabilecek yüzlerce eşya ve tabii ki Blazkowicz… İnsan başka ne isteyebilir ki? Oyunun başında yaptığınız bir seçimin küçük de olsa iki farklı zaman dilimi oluşturduğunu söylemiş miydim peki? Yaa… Wolfenstein: The New Order bana göre geçen yılın en iyi FPS’siydi.

Not: Bir-iki yerde bayağı +18 sahneler vardı, genç okurlarımızı uyarayım.

Child Of Light

Son zamanlarda Ubisoft’u hatalarıyla, yanlış kararlarıyla ve başarısızlıklarıyla ansak da işlerini doğru yaptıkları zaman çok kaliteli oyunlar çıkarttıklarını da unutmamak lazım. Mesela Child Of Light… Rayman: Origins’in rengarenk motoruyla hazırlanan bu güzide yapım grafikleriyle olduğu kadar hikâyesi, şiirsel diyalogları ve JRPG hayranlarını mest edecek savaş sistemiyle öne çıkıyordu. Eğer Prenses Aurora’nın Lemuria diyarında çıktığı bu rüya gibi macerayı oynamadıysanız kendisine mutlaka bir şans verin deriz.

Divinity: The Original Sin
Hazal Çamur

İlk günahın acısı da tadı da bir başkadır. Havva Adem’e elmayı sunarken, dünyanın ilk çifti o elmayı ısırırken bundan keyif almadılar diyebilir miyiz gerçekten ?

Source (Kaynak) denilen muazzam bir güç düşünün şimdi. Onları kullananlara da Sourcerer densin (kelime oyununa kurban). Ancak Source kirli bir güce dönüştüğünde onu kullananları da yoldan çıkartacak, bunu unutmayın. Başta cenneti vadeden Source, sonrasında elmayı ondan faydalananlara yedirecektir. Ama her şey bir etki-tepki olayı değil midir? Böylelikle dünya da Sourcerer’lara cevap olarak Source Hunter’ları ortaya çıkartacaktır.

Şimdi kendinize sormanız gereken yegane soru şu: Engizisyon görevi görmeye hazır mısınız?

Divinity: The Original Sin bu yılın en büyük bombası. Önceki Divinity oyunlarını silip atarak yepyeni ve beklenmedik bir şey koydu ortaya. Onu oynayanlar bir anda kendilerini o eski RPG’leri tadarken buldu. Akıllar sayısız isme gitti. Upuzun diyaloglar, oyuncuyu karar vermek zorunda bırakan sayısız durum ve Dark Souls’u aratmayan (ve bitmeyen) ölüm şekilleri kesinlikle bu zamana ait değildi. Ama bununla da bitmiyordu. Bir de Multiplayer imkanı sunuyor ve sizi “tam bir takım” yapıyordu. Çünkü artık bir duruma karar verilecekse NPC ile konuşmak yetmiyor, takım da kendi içinde diyalogları seçerek iletişim kuruyor ve karara varıyor. Karar verilemedi mi? Taş-kağıt-makas ne güne duruyor dersiniz? Yo hayır, dalga geçmiyorum. Tam olarak olan bu!

Source Hunter olarak görev aldığımız bu oyunda alacağımız her karar bizim kişiliğimizi şekillendirmede farklı bir yol izleyecek. Takımımıza birçok yeni karakter kendi hikayeleri ve özellikleriyle katılacak. Craft kısmında bir rehbere ihtiyaç duyacak denli çok seçeneceğiniz olacak. Hatta daha başta sınıf seçerken bile bu kadar çeşit beklemeyebilirsiniz.

The Original Sin, size haritada işaretli görevler bile vermiyor aslında. Her yeri araştırmanız ve her araştırmada bambaşka şeylerle karşılaşmanıza olanak tanıyan, şaşırtıcı derecede derin bir oyun. Müziklerine değinmemek olur mu peki? Kimi zaman sizi alıp götüren, kimi zamansa Arcade benzeri ezgileriyle kıs kıs güldüren ilginç bir playlist’e sahip. Bu oyunu da müziğini duyduğunuzda içinizin cız edecekleri listesine rahatlıkla ekleyebilirsiniz. Aynı zamanda Kickstarter kampanyasıyla hayata geçtiğini de belirtmek gerek. Zaten oyunun başında yapımcılar da bunu size yansıtarak tüm bağışçılara selam durmayı ihmal etmiyor.

Ona bağış yapmış her kişinin gönlüne sağlık. Onlar sayesinde yeniden o eski RPGleri derin derin içimize çektik.

Wasteland 2

İtiraf ediyorum, ilk Wasteland’i oynamadım. Ben bile o kadar yaşlı değilim sevgili rıhtımperverler. Ama oyunun yapımcısı Brian Fargo’nun bir diğer efsanevi yapımı Fallout ile muhteşem takipçisi Fallout 2’yi defalarca bitirmişliğim, yalayıp yutmuşluğum ve yemeyip yanında yatmışlığım var. Evet, her iki yapımın da büyük bir hayranıyım. O yüzden Wasteland 2’den ne beklemem gerektiğini çok iyi biliyordum. Asıl bilmediğim en çılgın hayallerimin bile ötesinde iyi çıkacağıydı.

Yani… demek istediğim Unity motoruyla ve topluluk desteğiyle yapılan bir oyun ne kadar iyi olabilirdi ki? Bu sorunun cevabını önce Shadowrun: Returns’ten, ardından Wasteland 2’den yediğim şamarlarla aldım âdeta. Buram buram Fallout kokan atmosferi (aslında Fallout’un kokusu Wasteland’i andırıyormuş ama çaktırmayın), takım tabanlı savaşları, dallanıp budaklanan senaryosu, yüzlerce görevi, mutantları ve robotlarıyla geçen yılın, hatta son zamanların en iyi izometrik RYO’larından biriydi Wasteland 2.

South Park: The Stick of Truth

“Oh my God! They killed Kenny!!” Eğer bu minik diyalog sizin için çok şey anlam ifade ediyorsa South Park: The Stick of Truth’u oynamamak için hiçbir nedeniniz yok demektir. Ne de olsa arkasında Black Isle’dan ayrılanların bir kısmı tarafından kurulan Obsidian var. Ve Obsidian demek eşsiz bir oyun tecrübesi (ve göz ardı edilmesi gereken bir sürü bug) demek benim gözümde. South Park da bir istisna değildi bu konuda.

Oyunun oynanışından, konusundan vs uzun uzun bahsedebilirim ama ne gerek var? South Park’ı Southpark yapan Cartman, Kenny, Stan ve Kyle’dır. O çarpık espri anlayışıdır, insanı güldüren küfürleridir. Trey Parker’ın akıllara zarar seslendirmeleridir. Ve bu bahsettiklerimin hepsi, hatta çok daha fazlası bu oyunda var! Yazının başında da dediğim gibi, eğer iflah olmaz bir South Park hayranıysanız bu oyunu oynamamak için hiçbir sebebiniz olamaz.

Dark Souls 2

Oyunları eskisine nazaran aşırı kolay bulanların sığındığı ve hunharca katledildiği Dark Souls, ikinci oyunuyla bir çıktı pir çıktı bu sene karşımıza. Ölümlerden ölüm beğendiğimiz, bir arpa boyu yol katedince çocuklar gibi sevindiğimiz, hemen ardından itinayla katledildiğimiz oyun, öncülünün tüm artılarını alıp üstüne daha fazlasını ekliyor. Elimizden tutup bize her şeyi öğreten oyunların iyice revaçta olduğu şu günlerde her şeyi ölerek, deneme yanılma yaparak, ölerek ve tekrar ölerek başardığımız Dark Souls 2 gerçekten de bulunmaz bir nimet.

The Evil Within

Resident Evil serisinin yapımcısı Shinji Mikami’den günümüzün teknolojilerinden sonuna kadar faydalanan, heyecanlı, gizemli, korkunç ve bol miktarda kanlı bir yapım The Evil Within. Akıllara zarar senaryosuyla daha ilk dakikalardan itibaren sizi avucunun içine alıyor ve son ana kadar da bırakmıyor. Bir taraftan korkuyor diğer taraftan da neler olacağını merak ettiğiniz için oyunun başından bir türlü kalkamıyorsunuz. Resident Evil 2’den beri yaşamadığımız “O kapının ardında ne var acaba?” korkusu bu oyunla geri dönüyor.

Doğaüstü düşmanlar, bulmacalar, unutulmaz karakterler, algınızla oynayan mekân geçişleri, çözülmeyi bekleyen gizemler derken sizi âdeta ekranın başına esir ediyor The Evil Within. Ruvik kim, bunca olağanüstü ve de korkunç şeyi nasıl başarıyor, tüm bu insanlara neler olmuş, hastanedeki kadın kim, Castellanos’un geçmişinde yatan olay ne, ben kimim, buraya nasıl geldim derken zaman mefhumunu kaybedip öd miktarınızda ve temiz çamaşır adedinizde hızlı bir kayıp yaşıyorsunuz oyun boyunca. Ah bir de bazı soru işaretlerinin cevaplarını DLC’lere bağlamasalardı ne güzel olurdu…

Broken Sword 5: The Serpent’s Curse

Bir efsaneyi kaldığı yerden devam ettirmek zor iştir. Hele ki aradan yıllar geçmişse… Genellikle hayal kırıklığıyla sonuçlanır bu çabalar. Fakat neyse ki yılların deneyimi Revolution Software bu sınavın altından başarıyla kalktı. Hem de ne başarı! Nico ve George (ya da Fransız gazetecimizin telaffuz ettiği hâliyle Jorj) hiç gitmemiş gibi geri döndüler aramıza!

Evet, biliyorum. Oyunu beğenmeyenlerin sayısı azımsanacak gibi değil. Mekânların boşluğundan, yeteri kadar modern olamamasından şikâyet ediyorlar. Ama beni oyuna çeken asıl unsurlardan bazıları da bu. Çünkü Broken Sword 5 her hâliyle serinin ilk oyunlarının havasını solutuyor bizlere. Asıl güzel olan yeterince modern olmaması, nostaljik olması zaten. Üstüne birbirinden keyifli bulmacaları, her zamanki gibi tarihle iç içe senaryosu, önceki karakterlerin işin içine girmesi (merhaba Lady Piermont!) ve Rolf Saxon’ın unutulmaz George Stobbart seslendirmesi eklenince her şey benim için dört dörtlük oldu.

Bir de şu Hairy Lobsters’ın Jasmine şarkısını kafamdan çıkarabilsem harika olacak… Hazır sözü açılmışken bu şarkıyla ilgili ilginç bir not düşeyim: Ben dâhil herkes ilk duyduğunda burun kıvırmış, ama oyunda ilerledikçe feci derecede bağımlı olmuş kendisine. Jas-miiine!

The Wolf Among Us

Telltale Games bunu hep yapıyor. Önce Sam & Max ve Wallace & Gromit serileriyle bizi güldüren, ardından The Walking Dead ile psikolojimizi bozan firma bu yıl da bizleri Fables evreninin o grift evrenine konuk etti. Her ne kadar oyuna ilham veren bu meşhur çizgi-romanın adını çok duymuş olsak da onu okuma fırsatını bir türlü bulamamıştık. Bizi onunla tanıştıranın Telltale olacağıysa hiç aklımıza gelmezdi doğrusu. Hem de harika bir hikâye eşliğinde!

Bu kez daha yetişkin bir senaryoya, daha fazla seçeneğe sahipti oyun. Bir yandan adını çok duyduğumuz Bigby Wolf’a, Pamuk Prenses’e, Güzel ve Çirkin’e eşlik ederken diğer taraftan da karmaşık bir cinayet vakasını çözmeye çalışıyoruz. Oyunda herkes Wolf’a sakin olmasını, şiddet uygulamamsını söyleyip duruyor, ancak diğer karakterlerin sinirinize dokunacak hareketlerde bulunması o kadar incelikle işlenmiş ki içinizdeki kurdu salmanız işte bile değil!

Arada inişli çıkışlı bölümleri olsa da genel olarak bakıldığında Şerif Bigby Wolf’un maceralarına eşlik etmek gerçekten de keyifliydi. Hakkında daha fazla şey yazasım var ama ne desem spoilera girecek. O yüzden en iyisi yılın en iyilerindendi diyerek sırtını sıvazlamakla ve türü sevenlere önermekle yetineyim sadece.

Monochroma

Kim demiş Türkler oyun yapamaz diye? NoWhere Studios bunun doğru olmadığını bizlere çok güzel, çok keyifli ve siyah-beyaz bir yapımla başarılı bir şekilde kanıtladı. Monochroma, adına Kickstarter denen küçük mucizenin birbirinden tatlı meyvelerinden biri. 2013’ün Ağustos ayında, son dakika atağıyla gerekli finansal kaynağı toplamış, 1 yılın ardından da ekranlarımızda bizlerle kucaklaşmıştı.

Küçük kardeşimizi sırtımızda taşıdığımız, zekice hazırlanmış bulmacaları çözmeye çalıştığımız, 50’lerin havasını yansıtsa da distopik bir atmosfere sahip bir platform oyunu kendisi. Ve bir firmanın, hele hele bir Türk yapımcının ilk oyununa göre oldukça başarılıydı. Ufak tefek hataları yok değildi elbette, ama ay yıldızlı bayrağımızı bu sektörde daha fazla görebilmek için mutlulukla göz ardı edilebilecek, oyunu çökertmeyen şeylerdi hepsi de. Gevende’nin kulaklarımızın pasını silen müziklerini de unutmamak lazım elbette… Dilerim kendilerini çok daha başarılı projelerde görmek nasip olur.

Teslagrad

Bu yılın minik ama en güzel sürprizlerinden biriydi Teslagrad. 2D bir platform / bulmaca oyunu olan bu güzide yapımın en önemli özelliği içinde hiçbir diyalog barındırmaması her şeyi size görsel olarak anlatmasıydı şüphesiz. Mesela duvardaki bir freskle, karakterlerin hareketleriyle ya da içinde resim bulunan minik konuşma baloncuklarıyla… Bunun yanı sıra el çizimi 2D grafikleri de gözünüze bayram ettiren cinstendi.

Ama aslolan oynanıştır ve Teslagrad bu konuda da gayet başarılıydı. Oyunun ismindeki “Tesla” ibaresinden de anlayacağınız gibi oyundaki bulmacaların büyük çoğunluğu manyetizma ve elektrik üzerine kurulu. Onlarca kat yüksekliğindeki bir kulenin en üst katına çıkmaya çalışıyor, esrarengiz düşmanlarla karşılaşıyor, birbirinden zekice bulmacaları çözmeye çalışıyor, gizli eşyaları topluyor, ilginç yetenekler kazanıyor ve saç baş yolduran ama yine de bir şekilde eğlendiren bosslarla kapışıyoruz oyun boyunca. Üstelik iki farklı sonu var! Bu küçük ama başarılı yapım ağabeylerinin yanındaki yerini pikselinin son damlasına kadar hak ediyor.

Transistor
Hazal Çamur

Her şey aslında Bastion ile başlamıştı. Supergiant Games o mini mini oyunu çıkarttığında herkesi önce renkleri, sonra sahneleri ve son olarak da kırık beyaz saçlarıyla hiç konuşmayan Kid ile tavlamıştı. Ama ya anlatıcı? O genizden gelen, bariton sesin yarattığı huşu hiç mi etki etmemişti?

Böylece Bastion ile başladı tanışıklığımız. Supergiant Games Bastion’ın sonunda bana 4 olasılık sundu ve ben kendi karakterime göre yaptığım tercih sonucu en etkileyici sonu aktif ettim. Şimdiyse hala daha o sonu hatırladıkça yoğun bir duygu şerbeti yayılıyor damarlarıma. Hem tuhaf bir acı-tatlı an yaşıyorum, hem de böyle bir şeyi bana yaşattığı için oyuna tekrar hayran oluyorum.

Ama konumuz Transistor’dı, değil mi?

Başkarakter yine konuşmuyor, ama onun üzücü bir maruzatı var. Red, nam-ı diğer kızıl saçlı, şehrin en ünlü şarkıcısı sesini kaybetmiş durumda. Taşıdığı siberpunk kılıç Transistor ise onun sesi. Tıpkı bir zamanlar aşığı olduğu gibi.

Transistor’ın geliştiricileri ve şehri ele geçirmek isteyen güçler, son konserinde Red’e saldırdığında ondan sesini çeker alırlar. Ama canını değil. Çünkü bu güzel sesli, güzel yüzlü kadına sırılsıklam aşık bir adam kendini önüne atmıştır. Böylece Transistor artık bir kılıç olmaktan çıkmış ve çaldığı ruhla bütünleşerek bir kişiye dönüşmüştür. Aynı zamanda Bastion’dan tanıdığımız etkileyici sesli anlatıcımız olarak yine karşımızdadır.

Ne anlatayım ki bu oyunla ilgili? Duyguları ne kadar iyi verdiğini mi? Kılıcın vakti zamanında emerek yok ettiği her bir kişinin kişiliğine uygun biçimde, ek özellikler olarak kılıçta yer aldığını mı? Red’in spot ışıklar bulduğunda kılıca sarılıp mırıldanarak şarkı söylemesini mi? Çünkü tek yapabildiği bu. Şehri yöneten bilgisayar ağı Process’in çökmesi sonucu şehirde çıkmış olan karmaşayı mı? Eski bir şarkıcının nasıl büyük bir azim ve intikam hissiyle yoluna çıkanları tek tek geçerken en tepedekilere gözünü kaçırmadan bakabildiğini mi? Yoksa o şarkıcının aynı zamanda şehirde sağ kalan tek insan olduğuna mı? Ama ya Transistor’ın her şeyden çok sevgilisinin sesini geri getirmek isteyişi ne olacak? Sıra tabanlı, ama oldukça akıcı oynanışı ya da? Siberpunk dokusundaki renk zenginliği?

Peki ya sonu? O sonda dolan gözlerim?

Transistor bu yılın en başarılı oyunlarından biriydi. Öyle ki, sadece bir oyun olarak değil, bir soundtrack albümü olarak da ciddi bir başarıya sahiptir. İnanmayan aşağıdaki şarkıları mutlaka dinlesin ve sesini kaybetmeden önce Red’in insanın ruhunu nasıl sarıp sarmaladığına şahit olsun.

 

Hearthstone: Heroes of Warcraft
A. Orçun Can

Bu oyunu anlatmaya neresinden başlasak bilemiyoruz. Hayatına bir yerden Magic: The Gathering dokunmuş herkesi kendine bağladığı ortada. Warcraft külliyatını kullanıyor olması da gönlümüzü fethetmesi için yeterliydi. Bir de Blizzard gerçekten HİÇ para vermeden oynayabileceğimiz bir oyun mu yapmış? Gerçekten de “oyun içi satın-alma”ları kullanmadan bile oyunu keyif alarak oynamak mümkün müymüş?

Evet. Ve evet. Kendi deyişleriyle “aldatıcı derecede basit” olan bu oyun o kadar eğlenceli ve karmaşık ki oynadığınız her müsabaka yepyeni bir deneyim. Sıkılmamak, bıkmamak gerekli. Hele ki Blizzard’ın oyunu iPad, Android ve Windows tabletlere de getirdiğini, ve 2015’in ilk aylarında önce iPhone, sonra da Android telefonlara da geleceğini düşününce tüm eğlence katlanıyor.

Her ay yenilenen sezon ve sıralamada yerinizin değişmesi, eklenen “maceralar” ve “geliştirme” paketleri derken anlatacak çok şey, görülecek daha çok şey var. İyisi mi siz listemizi okumaya devam ederken bir yanda battle.net hesabınızı açın, oyunu kurmaya başlayın. Liste bittiğinde desteniz de müsabakaya hazır olacak.

Biz oyunu 1 yılı aşkın süredir oynuyoruz. Uzun süredir de bu kadar az zamanımızı yiyip bu kadar çok keyif veren oyuna pek rastlamadık. Eğer kart oyunları bilmem diyorsanız da merak etmeyin. Hearthstone: Heroes of Warcraft tutorial olarak oldukça basit ve açıklayıcı bir şekilde başlıyor.

The Vanishing Of Ethan Carter

TWOEC geçen yıl en çok beklediğim ve hakkındaki tüm bilgilerden itinayla kaçındığım oyunlardan biriydi. Bunu bana yaptıransa sadece bir ekran görüntüsü ve oyunun kısa bir tanıtımı oldu üstelik. Ama bir şekilde iyi olacağını, her gizemine ilk elden şahit olmak isteyeceğimi biliyordum. Ve ne mutlu ki haklı çıktım.

Yapımda Ethan Carter adlı kayıp bir çocuğu arayan Psişik Dedektif Paul Prospero’yu canlandırıyoruz. Oyuna başlar başlamaz manzaranın muhteşemliği ve ortamın tekinsizliği bizi sımsıkı kuşatıyor. İlerledikçe tuhaf cinayetlerle ve gizemli olaylarla karşılaşıyor, bunun basit bir kayıp vakasından daha fazlası olduğunu keşfediyoruz. Bir yandan dedektifimizin özel güçleri sayesinde orada neler döndüğünü çözmeye çalışıyor, diğer yandan da Ethan’ın sağda solda bıraktığı tuhaf hikayeleri sayesinde aklınıza bile gelmeyecek şeyler yaşıyorsunuz. Belki sonu bir parça klişeydi fakat oyundan aldığınız keyif bunu görmezden gelmenizi fena halde sağlıyor. Hatta böyle bir listeye bile gönül rahatlığıyla alabiliyorsunuz kendisini (Aldı).

Hayal Kırıklıkları

Watch_Dogs

Watch_Dogs aslında kötü bir oyun değildi. Ama çok fazla şişirilmiş, oyuncular çok fazla beklentiye sokulmuştu. Nerede o ilk tanıtım videoları, nerede bu oyun? Sürüş mekaniklerinin güdüklüğünden tutun da ana görevlerin vasatlığına kadar saymakla bitiremeyeceğimiz pek çok problemi vardı. İşin ilginç tarafı ellerinin altında Splinter Cell, Driver, Assassin’s Creed gibi oyunlara imza atmış harika ekipler olmasına rağmen en kötü yanları sürüş mekanikleri, cansız şehri, birbirine benzeyen görevleri ve saçma online kontrol sistemiydi. Yani o ekiplerin daha evvel başarıyla kotardıkları şeyler.

Hâl böyle olunca beklentilerin çok altında kaldı ve kaçınılmaz olarak yılın hayal kırıklıklarının arasında yer aldı Watch_Dogs. Hâlbuki bu kadar şişirilmeseydi, bu kadar abartılmasaydı hatalarını kolayca görmezden gelip severek oynayacağımız, kulaklarını iyi hatıralarla çınlatacağımız bir yapım olması işten bile değildi…

Hayal Kırıklıkları

Thief

Olmadı. Uzun zamandır heyecanla bekletti kendisini. Önce hatalarıyla boy gösterdi: ojeli ve iki gözü sağlam bir Garrett, Gotik atmosfer… Derken yanlışlarını kabul eden ve ilk oyunlara benzemeye çalışan tasarımlarla çıktı karşımıza ve bizi heyecanlandırdı. Garrett ojesizdi artık, hareketleri efemine değildi, The City harika görünüyordu.

Ama… Olmadı, olamadı.

Eidos-Montreal maalesef Deus-Ex: Human Revelations’ta gösterdiği başarıyı burada tekrarlayamadı. Bölüm tasarımlarının basitliği, burnunuzun dibindeki muhafızların sizi görmemesi, sadece belirli alanlara halat atabilmek, geri zekâlı yapay zekâ, kötü dövüş mekanikleri gibi şeyler işi çok fena bozdu. Eğer adı Thief olmasaydı kendisini vasat bir oyun olarak kabul edebilirdik belki, fakat parçası olmaya çalıştığı efsaneye baktığımızda bu adı taşımaya yakışmadığını kabul etmek gerekir.

Hayal Kırıklıkları

The Crew
Tarık Kaplan

Bir araba yarışı düşünün ki sizi ilk önce müthiş bir sinematik fragman ile tavlasın. Üstelik fragmanda sadece müziği, polis kovalamacasını ve grafikleri göstermekle kalmayıp oyunda aracınızı arazi şartlarına göre nasıl değiştirebildiğinizi, başka sürücülerle birbirinize nasıl yardım edebildiğinizi, koca haritanın uçsuz bucaksız yönlerini birlikte keşfederken birbirinizle nasıl yarışabildiğinizi de hafif hafif çıtlatıp, en sonunda bombayı patlatsın: Massive Multiplayer Online (MMO: Devasa Çok Oyunculu) bir araba yarışı! Herkes aynı haritada oynasın, üstelik harita Amerika Birleşik Devletleri’nin küçültülmüş hali olsun(Bir baştan diğer başa 1 saat civarında araba sürmekten bahsediyoruz). Aracınızı dilediğiniz gibi kişiselleştirin ve sizin gibi yarışçılarla dolu bir evrende en iyi olmak için çalışın.

Araba yarışlarını seven insanlar için bu bir rüya değilse neydi? Ben söyleyeyim: Bir kabus…

The Crew’ı çıktığı ilk gün aldım. Ve oyuna girdiğimde beni ilk şaşırttığı yanı hikayesi oldu. Bir araba yarışından sağlam bir hikaye yapısı beklemezsiniz. Crew ise bu klişeyi yıkacağa benziyordu zira sinematik videoları, hikaye örgüsü derken kendinizi hikayenin içine gömülmüş bir halde oyunda buluyordunuz. Ama sonra bunun sebebi belli oldu, hikayenin bazı şeyleri saklama görevi vardı. Tutorialı geçip oyunun gerçek yüzünü görünce yüzüm ekşimeye başladı. Nereden başlamalıyım ki? Maddeleyeyim en iyisi:

1- Hikaye modu güzel başlıyor gibi görünse de çok klasik ve derinliği yok, bir süre sonra görevler baş ağrıtacak kıvama geliyor.

2- Araba sayısı inanılmaz az. Toplamda 40 civarı araç var ve hepsini her şekilde kullanamıyorsunuz, belli yarışlar için belli araç modları gerekiyor ve her araç her şarta göre modifiye edilemiyor.

3- Yapay zeka hile yapıyor. Sürekli. Bilgisayarın kontrol ettiği araçların özellikleri, modelleri, arazi tiplerine göre olan modifiyeleri hiçbir önem taşımıyor, hepsi her durumda gerektiğinde sizi geçebilecek kadar hızlanabiliyor.

4- Polis araçları bir kamyonun ağırlığına ve Bugatti’nin hızına sahipler. Sizi kovalarken ivmeleri bir jeti aratmayacak şekilde artabiliyor, önünüzü keser ve fren yaparlarsa saatte 350 km ile onlara çarpsanız bile yerlerinden 1 santimetre dahi kıpırdamıyorlar.

5- Oyunun fizik motoru gerçekten sorunlu. Ağaçlara bodozlama çarptığınızda hızınız 30 km düşerek yana kayabiliyor, tahta çitlere çarptığınızda yarı hıza düşüp olduğunuz yerde 360 derece dönebiliyorsunuz.

6- En Büyük sorun bu: BU OYUN HİÇBİR ŞEKİLDE DEVASA ÇOK OYUNCULU DEĞİL! Fragmanlarda gösterilen her şeyi unutun: Oyunda aynı anda sadece ve sadece 8 kişiyi görebiliyorsunuz. Yanlış duymadınız, etrafınızda 120 kişi yarışıyor olsa bile en fazla 8 tanesi sizin ekranınızda görünüyor ve diğerlerinden haberdar olmuyorsunuz bile! Normal şartlarda çevrede yarış yapan insanlar yok, sadece haritada farz-ı misal 45 km ötede, kendi yoluna giden bir oyuncunun simgesini görüyorsunuz. Aynı anda gördüğüm en yüksek araç sayısı 3tü, bunlardan biri muhtemelen bilgisayara bakmıyordu, diğerleri ise aynı bölgedeki bir yarış noktasına gelmiş, yani tek kişilik moddaki görevleri yapmak isteyen oyunculardı.

7- PVP çok sorunlu. Upload hızı düşük bir kişiyle yarış yapmanız mümkün değil, zira araçlar yarış içinde ışınlanıyor. Aynı şekilde co-op bir yarışa girerseniz yapay zeka ikinize birden ayak uydurmaya çalışarak dengesizleşiyor, araçlar ışınlanabiliyor veya olmadık yerlerde hızlarını düşürüyorlar.

8- Serverlar stabil değil. Sürekli internete bağlı olmanız gerekiyor ve serverlardaki en ufak bir sıkıntıda oyundan düşüyorsunuz. Zorla bitirdiğiniz bir yarış sonunda seviye atlamayı beklerken bağlantı problemi hatası alıp yarışınızın hiçe sayıldığını görebiliyorsunuz. Aynı yarışı 5 kez kazanıp da bir kez bile tamamlandığını göremediğim oldu.

Güzel yanları da yok mu? Güzel modifiye olanakları, büyük haritası, gizli parçaları bulmak gibi RPG ögeleri gibi artıları var elbette. Ama bu bize söylenen koca yalanları değiştirmiyor ve söylenen şeyi kesinlikle yansıtmıyor.

Crew bana göre bu yılın oyun bazında EN BÜYÜK hayal kırıklığı. Ubisoft’a bu kadar büyük bir rezaletten sonra hiçbir şekilde bir daha güvenebileceğimi sanmıyorum.

Yorum Yap

Exit mobile version