Menu
in ,

Kayıp Eşya Kütüphanesi | Matthew Bright

Tabiatta hiçbir şey yok olmaz. Ufak yaşlarda karaladığımız ve memnun olmadan atıverdiğimiz şiirler, şarkılar, öyküler, romanlar ve denemeler nereye gider? Görünen o ki çevirdiğimiz bu öykü, yitirdiğimizi sandığımız eşyanın bulunduğu bir dolambaç. Buyurun Hemingway, Shakespeare, Rimbaud, Byron ve nicesinin bulunduğu koridorlarda birlikte kaybolalım.

Karşılığını bulamamış ergen aşk şiirleriyle dolu ciltlerden tutun da, uzun zaman önce imha edilmiş ya da kaybolmuş meşhur edebiyat eserlerine kadar, raflarını çatlaklardan düşmüş kitapların doldurduğu Kayıp Eşya Kütüphanesi’ne hoş geldiniz. Hepsi tarihten çekilmiş; Kütüphaneci koruyor, Toplayıcılar itinayla seçiyor, fareler kemiriyor. Asla okunmayacak şekilde dizililer. En azından gizemli çocuk Thomas, Kütüphane’ye gelene kadar.

* * *

Kütüphaneci, gözlerini bana çevirdi, önce bir tek parça kâğıdın arkasına baktı, sonra bir daha önüne baktı.

- Reklam -

“Harika bir aday,” dedi.

Ve:

“Thomas Hardy. Ne kadar uygun bir isim. Ondan da bir şeyimiz var, biliyor musun? Kan bağınız yok sanırım?”

Ve:

“Demek ‘en sevilen dil anlatım şekli: edilgen anlatım’ ha.” Beni tepeden tırnağa süzdü, küçücük gözlerini kıstı ve kurumuş alt dudağını yaladı. “Harika.”

“Anlamadım, efendim,” dedim.

Kütüphaneci, dilini çıkardığı gibi aşağı yukarı şöyle bir sallayıverdi. “Fevkalâde bir meraksızlık. Çocukların çoğu buraya pis zarfları ve şimdiki zamanlarıyla ya da Allah korusun, ikinci tekil şahıslarıyla geliyorlar.” Sırtını kütlettiğinde, tek bir hamleyle açılmış ciltli kitap misâli, çıt sesi duyuldu. “Pek uygunsuz. Öte yandan sen…”

Ve biraz düşündükten sonra:

“Pekâlâ. Genç Thomas, iş senindir.”

“Tom,” dedim ve neden Kütüphane’de çalışmak istediğimi sormadığı için rahatlayarak yutkundum. Önceden bir cevap hazırlamıştım ama iyi bir izlenim bırakacağından şüpheliydim. Sarımsı kaşlarının gölgesinde kalan Kütüphanecinin gözleri keskin ve her şeyi biliyormuş gibiydi. Kurguyla gerçeği ayıklayıp, şüphe uyandıran üstünlük zarflarımın izinden söylemediğim gerçekleri seçebilirdi.

“Gel benimle.” 2,5 metrelik katlanır yürütecini koltuktan çıkarıp açtı. Açılır kapanır bir değnek böceğindendi. Beni ofisinden çıkardı, adımlarımızın yankılandığı uzun bir koridordan, işlemeli çifte kapıya götürdü. “Buradan,” dedi; “Kütüphane’nin ana salonuna gidilir. Her daim buraya en derin saygıyı göstermelisin. Daha yüce bir amaca hizmet ediyoruz. Uzun süre kalırsan öğrenirsin.”

Beni kapılardan geçirdi. Diğer taraftaysa kitaplıklar ufka kadar uzanıyordu.

Kütüphaneci, kulağıma yaklaştı. Buram buram sahaf ya da gardırobun dibinde çürümeye terk edilmiş çizgi romanlar gibi kokuyordu. “Tom, burayı nasıl betimlerdin?

Hâlâ sınanıyordum. Mülakat tam olarak bitmemişti. Muhtemelen asla bitmeyecekti.

Devasa kitaplıkların birinden diğerine baktım: Kitap sırtlarının, derilerin, kâğıdın, ipin, dip dibe gömülmüş onca kitap leşinin karanlığa doğru uzandığı bir mezarlıktı; tıpkı kopuk cümlelerin verdiği his, dilin kayıtsızlığı, ortasında bırakılmış hece misâliydi.

“Etkileyici,” dedim.

“Etkileyici.” Kütüphaneci, kollarını, onu bekleyen salona doğru açtı. “Hepsini anlatmak için beş hece mi kullandın?”

Bir süredir Roget’in 1911’ini ezberliyordum. “Büyük,” dedim.

Kıkırdadı. “Sonsuza kadar edebiyatla uğraştıktan sonra iki heceli kelimeye düşürmek yeğdir. ‘Büyük,’ –kusursuz olacaksın bence.”

Hafifçe görünen büyü kitaplarının altından hırıltılı mırıltılar duyulabiliyordu. İlkin, fare ciyaklaması sandım, insan sesleri olduğunu sonradan anladım. Kelimelerin kendisiymiş. “Kerata! Titrek! Uyuz!” Ufak, hızlı ve gri şekiller önümüzden geçip, en yakındaki rafın yanından kayboldular.

Kütüphaneci, “Farelere aldırma,” dedi. “Çok rahatsız edici. Kitaplardan uzak tutmaya uğraşıyorum ama düpedüz burayı istilâ etmişler. Bilhassa folyolara meraklılar. Üç beş kelime bellemeleri de olağan herhâlde. Gel gör ki rahatsız edici kelimeler.” Uzun işaret parmağını yaladı ve ceket düğmesini, takım elbisesinin sayfasını çevirecekmiş gibi tuttu. “Hadi iş başına bayağı evlâdım benim.” Beni kitap dizisinin yanından geçirerek yığınların arasından götürdü. Bazı kitaplar deriyle kaplıydı, bazıları parlaktı, bazıları bakımsızlıktan dağılıyordu, bazıları zımbayla tutturulmuş ve bazıları hafif elektrik ışıltısı yayıyordu. Kıpır kıpır dolaşan farelerin sesi, biz geçerken duyulabiliyordu: “Hayta! Sema!”

Kütüphaneci, “Voila!” dedi. “Dizin.”

Ormandaki durgun bir göl gibi; Kütüphane, yerini, her biri serbestçe ve desteksiz duran, yalnızca baş hizasındaki yuvarlak pencerelerinde işlemeler olan basit kapıların oluşturduğu dairenin bulunduğu genişçe bir boşluğa bırakmıştı. Dar kitaplıklar da yanlarında durarak, kapılardan tekerin jant telleri olmuşlardı.

“Dikkatle izle.” Kütüphaneci, jant teli kitaplıkta bekleyen ilk cildi çıkardı. Usulca dumanı tütüyordu; Kütüphaneci, dikkatlice fiskeleyerek kıvılcımları söndürdü. Kitabın kapaklarını inceledi. “Arthur Koestler’den Gün Ortasında Karanlık. Almanca biliyorsun, değil mi? Bunun gelmesini bekliyordum. Savaş Kayıpları başlığı altında kaydet.”

Ve:

Birbirine zor bela tutturulmuş kâğıtlardan oluşmuş bir yığın. “Kâhin Iddo’nun Görüleri– büyüleyici. İncil Metinleri başlığında kaydet.”

Ve:

Bir top lazer baskı sayfa. “S. Berman’dan Elsiz Bir Çocukla İlgili İsimsiz Roman (Tamamlanmamış). Yanılmıyorsam, özgüven krizi sırasında silinmiş, yarım bir roman; Özgüvensizlik bölümüne gidiyor.” Öksürdü. Yok, o gülmesiymiş. “Ben asla yanılmam.”

Ve:

Bir zımbası düşmüş, eskimiş bir çalışma kitabı. “14’üne Üç Ay Kalmış Şair Jeremiah Blenkinshop’ın Toplu Eserleri. Pişman olsam da, böyle gelip geçici süprüntüleri de toplamak zorundayız. Gençlik Şiirleri başlığında kaydet. Şu an yaptığımız işi açıkça ifade edebiliyor muyum? Cildi al, kapağını incele, gerekli bölüme kaydet.”

Evet anlamında başımı salladım.

“Hiçbir koşulda kitabı açmayacaksın. Anlaşıldı mı?”

Cevabı geciktirince gözlerini belerterek baktı. “Meraklı bir çocuk değilsin, değil mi?  Büyük bir iş başarmanı ya da taraf tutmanı istemiyorum. Kitaplar, okunmak için değildirler.”

“Liseye Giriş Sınavı’ndan beri tek bir kelime okumadım efendim.”

Gülümsedi. Titrememi bastırdım. Dişleri delik deşikti; asit, yıllanmış kâğıdı yakmış gibi.

Kütüphanecinin tam arkasındaki yuvarlak pencerede bir surat belirdi. Geniş, düz bir surattı, oyuncak bir bebeğindi ya da bir korkuluğun; gözlerini kapatan kalın dikişler bakışlarını iyice ortaya çıkarmıştı. Kapı, bu eciş bücüş mahlûku almak için açıldı. Kapının arkasındaysa, sünüp giden Kütüphane değil; onun yerine gecenin hâkimiyetinde bir bahçe vardı. Bir kitap yığını yanıyor ve insan karaltıları, açık kırmızı renkli bayrakların altından seyrediyordu. Bir borazan gürlemesiyle her bir şekil, sağ elini kaldırarak selâm durdu.

Kütüphaneci, nasıl baktığımı fark etti. “M.S. 1943,” dedi donuk bir sesle. “Çok fazla kitap ilelebet kayboldu. Kara Veba’dan beri sayımız yetersiz kaldı.”

Oyuncak bebeğimsi yaratık, kucak dolusu, dumanı üstünde kitapları kasaya indirdi, kapıya yönelmeden Kütüphaneci durdurdu. “Bu Toplayıcının adı,” deyip göğsüne dikili isimliğine yakından bakarak ekledi, “Gadzooks.”[1]

“Gözleri neden dikişle kapanmış?”

Kütüphaneci, kaşlarını çattı. “Sadece bir mecaz.” Suratıma baktı. “Sembolik işte? Gerçek anlamda değil?” İç çekip elini omzuma doladı. “Gadzooks, bu Thomas Hardy. Edilgen anlatım kullanırmış. Kendisi yeni Dizincimiz.”

Gadzooks, başıyla selamladı.

Kütüphaneci, “Halatları göstereceğine inancım tam,” dedi; “günün sonunda da odasına götürürsün.” Sıradaki kitabı raftan çekti. “Kötüye Kullanılmış Pornografi,” deyip elime bıraktı ve uzaklaştı.

Yani:

İncelemem için bırakılan kitapları kaydederek, sayamadığım saatler boyunca çalıştım. Kucak kucak kitap taşıyan, kapıları çarparak girip çıkan Toplayıcılardan daha fazla gördüm. Çerçevelerden göz ucuyla; güneşin kavurduğu Kudüs’ü, sular altındaki İskoç topraklarını, bir ergenin iç çamaşır dolu yatak odasının zemini gibi farklı yerler gördüm. Her yer değiştiğinde bile 1943 olduğu yerde sayıyordu: Belli ki görülecek çok iş vardı orada. Gadzooks, kasvetli bir şekilde yanımda dolanıp bölümlerin yerini gösteriyordu: “Sansürlü Dini Yazılar? Çeşmenin yanına. İntihar? Solundan dördüncü. Sabit Disk Sıkıntısı? Reddedilmiş İlk Romanlar’ın yanındaki merdivenden çık.” Kibar sesi, yaralı yüzünü geri plana atıyordu.

Seyahatlerim sırasında, fareleri gizlice izlediğim oldu. Bir tanesi üzerime koştu ve suratıma unutulmuş bir kelime tükürdü –“Meziyetsiz! Gurultu!”– ve yığınların altında kaybolup gitti. Gadzooks gürleyip fareleri kovaladı. “Seni sevmişe benziyorlar,” dedi.

Ve sonra:

Gün bitti, Toplayıcılar son yüklerini de indirdi ve ortadan kayboldular. Takip etmem için işaret eden Gadzooks dışında hepsi. Takip ettim çünkü o zamanlar meraklı bir çocuktum ve beni, Kütüphane’nin derinliklerine götürmesine müsaade ettim. Reform Konuşmaları bölümünün arkasında çökecekmiş gibi duran bir merdivene vardık. En tepedeki küçük oda, ilk yapıldığı gün gibiydi, azıcık eşya vardı: Yapılmamış bir döşek ve yazı tahtasından fazlası değildi.

Gadzooks, “Odan,” dedi.

Teşekkür ettim ve gitmesini bekledim. O ise koridorda durdu ve devasa, yaralı elleriyle oynadı.

“Evet?” dedim.

“Bazı geceler… Acaba gelmek ister misin, ş-şeye… partiye?

Ve sonra:

Toplayıcılardan oluşmuş bir üçlü, müstehcen el hareketleriyle birbirlerine, Aşkın Emeği Kazandı’dan beyitler düzerek eğleniyorlardı.[2] Başka bir köşede, bir grup Toplayıcı, Byron’ın günlükleri üzerine düşünüyorlar ve sık sık aahh ve oohh sesleriyle duraksıyorlardı. Başka bir grup koltuklarında toplanmış; bardaklarına, küp şeker üzerinden absint dökerek[3], birbirlerine Rimbaud’nun Ruhani Avı’ndan satırlar okuyorlardı. “Yavaşkonuş’a hoş geldiniz[4].” Gadzooks neşeyle yürüyordu. Beni bara götürdü ve yolda gördüğümüz –o anda esas sahiplerini çıkaramadığım bir dizi isimle: Tango, Philtrum, Esperanza, Puşkin– kimselerle tanıştırdı. “Bu Tom, yeni Dizinci,” dedi ve hepsi ilgiyle elimi sıkıp tanışma niyetiyle beyitler okudular.

“Viski,” dedi bara doğru. “Viski içersin ya?”

Cesur buldum kendimi. “Tabiî içerim.” Elime bir bardak sıkıştırdılar.

Benden başka, bar taburesinin üzerinde oturmuş uzun, gümüşî saçları yüzünden benden yaşça büyük görünen bir çocuk daha vardı. Zarif bir keman tınısı çaldı. “Sessiz Kanyon’un karşısındaki Müzik Kütüphanesi’nden.” Gadzooks, beni bakarken yakaladı ve muhtemelen suratımdaki ifadeyi yanlış anladı. “Kütüphaneci bakmadığı zaman sıvışıyorlar. Çaldığı o tını, Mozart ve Salieri’nin Per la Ricuperata Salute di Ophelia’sı. En değerli parçalarından biri.” Ama kayıp müzik salonlarından gelmiş çocuğu düşünmüyordum; onun yerine, çok daha sıradan ve sıkıcı bir yerden olan ama parmakları, tellerde daha yavaş olmayan bir çocuğu hatırlıyordum.

Ama o artık çok uzaklardaydı; ben ise burada, Kütüphane’deydim ve ödediğim bedel buydu.

Bardağımı ikinci kez doldurdular, sonra üçüncü kez ve ben de neşeyle kabul ettim.

Kapı gürültüyle açılıverdi ve iki Toplayıcı, eskimiş battaniyeyle örtünmüş bir adamı koltuk altlarından taşıyarak içeri girdi. Kapı arkalarından kapandı, adam örtüsünü fırlatıp kollarını açtı: Neşeyle karşılanmıştı. İlk bakışta fazla zayıf göründü, sanki bir hastalık onu tüketmiş gibi, bir çocuğun baca temizlediği oyuncak kukla gibi ama özgüveninin verdiği cazibe, dış görünüşünü geri plana atıyordu. “Hanımlar ve kibar şeyler, buradayım! Bu kadar hüzünlü şarkı yeter de artmaz mı, ne dersiniz?”

Müzisyen gitara geçti ve David Bowie’nin Jean Genie’sini kendince yorumladı ama sözler, Tom’un anımsadığı gibi değildi; buradaki her şey gibi, kayıp versiyonu olmalı, diye düşündü. Şarkı, partide gözle görülür değişikliğe sebep olmuşa benziyordu: güzel, gümüşî dikişli bir Toplayıcı, adamın yanına çıkıp dudaklarını oynattı; barmen, kokteyl şişeleriyle akrobatik hareketler yapmaya ve müşteriler, yeni gelen enerjiyle dans pistinde tur atmaya başladılar.

Yeni gelen adam yavaş yavaş bara yürürken, “Böyle daha iyi,” dedi. “Ah, sana da merhaba! Gadzooks, bu yakışıklı arkadaş da kim ola ki?”

Gadzooks, “Tom, yeni Dizincimiz,” dedi.

Beni kastettiğini bildiğim hâlde şaşırmış gibi yaptım.

“Yazık! Kimse Dizincilik kadar alçalmamalı, ışıklar hep yanıktır ama evde asla kimse olmaz.” Adam, bardan bir bardak kapıp, burnuma dokundu. “Tatlı olabilirsin ama… zekânı tartmak için baş başa, romantik bir buluşma lâzım. Ağızdan çıkan da giren kadar hayatî ehemmiyettedir.” Uzunca bana baktıktan sonra particilerin kalabalığına karışmaya gitti.

“Kim o?”

Gadzooks sanki eline tükürmüşüm gibi baktı. “Jean Genet. Çiçeklerin Meryem Anası’nın ilk nüshasını bulduk. Kütüphanecinin haberi bile yok.”

Genet, odanın ortasındaki kitap çantasının üstüne oturdu ve teatral bir tavır takınıp, elindeki sayfaları karıştırdı. “Okuyayım mı?” diye seslendi elindeki bardakları şerefine kaldıran keyifli kalabalığa. “Pekâlâ, pekâlâ. ‘Açarak ağzımı genişçe ve başlayarak kafamdan, yutmak istedim kendimi…’[5] En sevdiğim parçalardan birisi! Kelimesi kelimesine hatırladım!”

Gadzooks, bir bardak uzattı. “Üzerinde durduğu, Hemingway’in çantası,” dedi büyük bir önemle.[6]

Hayranlık göstermediğimde iç çekip gitti.

Uzun süre yalnız durmadım.

Genet, gömleğimin yeninden tuttu. “İlginçtir, gece ilerledikçe, zekâ emaresi göstermemeni görmezden gelmem kolaylaşıyor. Hayvanlar kendilerini tekrara düşerler, düşünemezler.”

Bardağımdan bir yudum aldım ve aramıza barikat olması için öylece tuttum. Erkeklerle beraber olmuştum. Tercihim buydu. Ama Genet ile asla olmaz.

Barmenden, iki adet konik bardak isteyip; her birinin üzerine delikli kaşık, onların da üzerine küp şeker koydu. Belli belirsiz varlığının aksine, hareketleri epey zarif; parmakları uzun ve hızlıydı. Hazırlıklarındaki deneyimli yapısını rahatlatıcı buldum.

Absint, şekere döküldü, şeker eridi ve bardağın dibine çökeldi. Genet kendi kolunu benimkinden geçirerek ağzına ulaştırdı. Derin bir yudum almadan önce, “Bereket versin ki Rimbaud değilsin,” dedi. Hafifçe içip öksürdüm. Yanağımdan öpmeden önce sıcak nefesini üzerinde gezdirdi. Bir kez daha içti, bu sefer karar vermiştim ve gıdım gıdım içerek ona yetiştim. Karnımda zümrüt bir alev yaktı.

Bir neşeli bağırış dalgası vardı Yavaşkonuş’ta. Genet, biraz dolanıp bardağını çöpe attı. “O da ne? Gece gezmesine mi çıkmamı istiyorsun?”

Taburemde kımıldadım. “Gece gezmesi nedir?” Bu, tüm gün boyunca kurduğum en uzun cümle miydi? Harika hissettirdi.

“Bekleyen derviş…” dedi Genet. Odanın karşısında, Gadzooks’un bakışını yakaladım. Başını sağa sola salladı, ben de hayal kırıklığı mı yoksa uyarı anlamına mı geldiğini merak ettim. Neyse; Genet kolumdan tutup çekti. “Bu duyduğum… Walter Raleigh’den Cynthia’ya Uzanan Okyanus mu? Başka önerisi olan?”

Odanın her yerinden bağırışlar geldi.

Şeytan Osuruğu Romansı!”, “Zengin Eden Keşif!”, “George Stavros İçin Vakit Tamam!”, “Fakir Oğlan ve Leydi!

Genet, tadı bozuk midye yemiş gibi suratını ekşitti. “Sıkıcı!”

“Plath’ten Çifte Darbe!”

Genet sırıttı. “Muazzam. Gel benimle yakışıklı Bay Zekâcığım.”

Ve sonra:

Tepedeki gaz lambaları sönmüştü ama ay ışığına çok benzer bir parıltı, raflardaki en eski kitapların dikişlerinden gümüşî iskeletler gibi yansıyordu.

Genet, önümde kaptırmış gidiyordu. Kısmen bir şarkı patlatmasını, kısmen de patlatmamasını umdum.

Dizin’in pencerede hâlâ yanan alevi altında, kaldırım taşının karşısında sahipsiz bir nokta buldu. Genet, yetişmemi beklerken durdu ve pencereden baktı. “1943,” dedi. “Bir cehennemden diğerine kaçtım.”

Topukları üzerinde döndü. “Bu kapıdan geçtikten sonra, birkaç sokak ilerideki hanın üst katında bir oda var. Ve o odada, sen düzüşürken yayları şakıyan bir yatak var. Duymak ister misin?”

Hızlıca bir fare geçti. Sıçradım, ürkmüştüm ki bunu bakir endişesi sandı.

Genet güldü. “Sakinleş. Plath’e kadar uzun bir yolumuz var daha.” Kapı dairesinden uzaklaştırdı beni. Görünüşe göre ses çıkarmadan yürüme yeteneği vardı, bende yoktu. Her adımım kitaplıklardan sekerek bana döndü. Geride kaldım. Genet, arkasında toz spiralleri bırakarak kaybolmuştu ve tek başıma kalmıştım.

İntihar bölümündeki kitaplara bakıyordur diye düşünmüştüm ama bölüme vardığımda kimse yoktu. Buradaki raflar, alfabetik sırayla dizilmek yerine ölüm şekline göre dizilmişti. Çoğu eser tamamlanmamıştı. Parmağımı rafların üzerinde dolaştırdım; gaz ocağından iple asmaya ve nihayet jilete geldim. Kitap sırtlarını okumak için kafamı evirip çevirdim.

Ve işte oradaydı:

Bütün Hikâyelerimiz. Barnabus Hardy. Tek bir ince cilt, Kütüphane’nin enginliğinde önemsiz göründü. Dikkatlice raftan çektim ve parmaklarımı sade kapağında gezdirdim. İsim elime geldi, tüylerim diken diken oldu. Kitabı elimde tutmak, bugünkü numaralarıma değdi.

İnce bir ses, kulağımın dibinde konuştu. “Panik.”

Neredeyse bayılıyordum.

İğne ve iplik tutmuş elleriyle tavandan sarkarak gözlerimi dikmek isteyen Kütüphaneciyi hayâl ettim.

Bir fare dördüncü rafa oturdu ve burnunu yaladı. “Aş.”

“Alâmetifârika” demeden önce etrafıma bakındım. Bütün gün içimde biriken ve söyleyemediğim birden fazla heceli kelimelerin güzelliği dilime vurdu. Uzun bir tane daha ekledim. “Çekoslovakyalılaştıramadıklarımızdanmışsınız.”

Durdu ve başını dikti. Parlak siyah gözlerle bana baktı. “Tek yönlü kâğıt.”

Bir saniye düşündüm. “Klâsik.”

Burnu ve uzun bıyıklarını kaşıdı ve kuyruğunu hışımla geriye savurarak gidiverdi.

Tok ses çıkararak düşen bir kitabı devirdi.

“Bak sen yakışıklı Kütüphanecime, bu ne sürpriz.” Genet, kaygısızca Pompalı Tüfek bölümüne dayanmış beni izliyordu. Tek adımla bana yaklaştı. Ay ışığı altında sıska, kemikli yüzü neredeyse yakışıklı bile sayılabilirdi. “Böyle etkileyici,” uzanıp kasıklarımı avuçladı; “kelime dağarcığı,” sıktı ve soluğumu kesti (işin aslı, hem adamın fena hareketinden hem de keşfimden dolayı “sertleşmiştim”); “kovulmana sebep olabilir.”

Geri adım attım ve beni bıraktı. Eskimiş ayakkabısıyla düşen kitabı dürtükledi. Çifte Darbe. “Tabiî ya,” dedim. “Hadi gidelim.”

“Cık cık,” dedi. “Doğru söyle.”

İç çektim. “Yaramazlığımız malum kişi tarafından öğrenilmeden evvel Yavaşkonuş’a dönsek daha iyi.” İçimde bir yerde bir kapı açıldı.

* * *

Kütüphaneci, ikinci iş günümde beni akşamdan kalma ve Toplayıcıların dizine kaydetmem için getirdiği her kitapta kısa kısa inlerken buldu.

“Genç adamımız nasıl?” dedi elindeki kâğıt çerçeveyi katlarken.

Arkasında Gadzooks bir şey geveledi. Geçen gece, Genet ile ben Yavaşkonuş’a üstümüz başımız dağınık ve kan ter içinde bir hâlde daldığımızdan beri gerekmedikçe yüzüme bakmadı.

Tek heceyi dikkatle söyleyerek, “İyi,” dedim.

Elindeki sayfaları temizlerken, “Fevkalâde, fevkalâde,” dedi. “Dizin, göze hoş gelecek biçimde düzenli sayılır. İyi iş, iyi iş.” Konuşmasının yarısında durdu, burnunu kırıştırdı. “Hmmm.”

Ve:

Hmmmmm.”

Puslanmış gözlerimi ovuşturdum. “Sorun ne?”

Gadzooks başını başka yöne çevirdi.

Kütüphaneci, göğsünü akordiyon gibi şişirerek derin bir nefes aldı. “Yerinde olmayan bir şey kokuyor,” dedi. “Hayır. Bir şey… eksik kokuyor.”

Omuzlarının arkasına, pembe sırtlı Çifte Darbe’nin bulunduğu rafa bakmayı göze aldım.

Kütüphaneci bir daha kokladı. “Pek muğlak.” Uzun trençkotunu yerde sürükleyerek, ki yeri temizlemesi gerekirken iyice toza bulayarak, ayrıldı.

* * *

Tüm gün endişelendim. Kayıp kitapları düzenlerken ayağım birkaç defa soğuk merdivenlerden kaydı. Fareler metinlerin arkasında, eski dilleri ve yabacı kelimeleri yalayıp yutuyorlardı. Gadzooks dibimde çalışıyordu ama hâlâ konuşmaktan kaçınıyordu.

O gece beni Yavaşkonuş’a davet etmedi. Kafama takmadım çünkü zamanımı geçirecek başka uğraşlarım vardı. Genet, tekrar 1943’e kaçırılmadan önce, Çiçeklerin Meryem Anası’nın bir nüshasını elime tutuşturdu, yatakta okumak için iyi olabileceğini söyledi ve edepsizce göz kırparak gitti. (Daha sonra düşününce, söyledikleri aynı anlama gelmiyordu ama tam olarak şöyleydi: “Al bunu da beni yataktayken hayâl et.”)

Böylece bir hafta falan geçti. Kütüphaneci beklenmedik bir anda, habersizce geldi ve havayı koklayarak kaybolmadan önce bana yorucu işler bırakarak gitti: Ergen Günlükleri bölümünde birbiri ardına kutulara tıkıştırılmış yedi ciltlik epik fantazya serilerini Şüphe’ye kaydetmek ve Pantos/Farklı Baskılar/Peter Pan’in karmaşık düzenlemesini yapmak.

Gadzooks’un farelerin benden hoşlanmalarıyla ilgili söylediği doğruydu: Hangi rafa elimi atsam ardından çıkıyorlardı. “Tek yönlü yazı!” dedi malum fare. Gece kaçışında karşılıklı kelimeler söylediğim fare olduğuna emindim artık. “Bunu söylemiştin zaten,” deyip kovaladım.

Ertesi gün Kütüphaneciyi meşhur çantanın bulunduğu yerin etrafını koklarken ve uzun parmaklarıyla Hemingway’in çantasına vururken gördüm; Kütüphane’nin, yazarların artıklarını, pencerelere yaslanarak izleyen, hâlâ görmediğim diğer çalışanları olmalıydı. İyi ki her zaman olduğunun aksine, Genet’nin el yazmaları saklı değildi –yani en azından bu gecelik– Kütüphaneci, öyle tatlı kokan düzyazının varlığının kokusunu alabilirdi.

Ama tüm o tuhaf hareketlerine rağmen Kütüphaneci, bendeki libido veya zekâdan şüphelenmedi.

Gadzooks sonunda yumuşadı ve odamın kapısında tekrar belirdi. “Şeye gelmek ister misin… şeye işte..?”

Yavaşkonuş’ta Genet, çantanın tepesinde, kalabalığı eğlendiriyordu (Hemingway’in eşyalarına böyle saygısızca davranmasını gerektirecek ne yaptığını nihayet sordum: Yalnızca “Adam sadece balık yazınıyla meşhur. Balina yerine bir balık…” dedi.). Genet, bağırarak selamladı beni. “Bay Zekâ! Sanırım yanında kitabım yok? Yıllar öncesinde yazdığımı hatırlayamayacak kadar içtim. Adımı hatırlayabiliyor muyum, orası bile şüpheli.”

Tek ayağı üzerinde dönüp düştü. Kıkırdadı. “Sanırım bu gece, Genet’yi rafta bırakacak ve Jean olacağım.”

Bara kadar gitmesine yardım ettim. İki bardak ayarladım, üzerlerine kaşıkları, onların da üzerlerine şeker koydum. Ben absinti dökerken Genet ellerimi izledi.

“Neden onu burada bırakıyorsun?” dedim.

“Onu mu? Zamirler en yetersiz kelimelerdir. Zarfların bile bir duruşları var.”

Ona doğru eğildim. Öpeceğimi sandı ve son anda kendimi çekerken dudaklarım kulağına değdi. “Kitabını,” diye fısıldadım ve Genet’nin bana yaslandığını hissettim; ne de olsa bir yazarı başka hangi sözler yoldan çıkarabilirdi ki? “Seni gizlice içeri sokabiliyor ve aynı şekilde dışarı çıkarabiliyorlar; onu da yanında götüremez misin?”

Genet, yüzümü avuçlarına aldı ve bir müddet göz kırptı. “İlk müsvedde, mastürbasyon yaparken okumalık bir şey. Başka bir kayıp daha, o buraya ait. Basılmış olanı daha üstün.” Tek kaşını kaldırdı. “En azından Toplayıcılar öyle söylüyor. Şimdilik… şey kadar sattım.” Beni bırakıp parmaklarıyla saymaya başladı ama yarısında unuttu. “Yani çok değil ama bana bir gün çok—”

Öptüm. Dişlerimiz tokuştu ve minnettar ayrıldılar. Daha şekerli absintimizi bile içmemiştik ama ağzının tadı öyle hoş gelmişti ki, birinin pantolonumun paçalarını çekiştirdiğini fark etmemiştim.

Hayır, biri değildi. Yükselen ses dalgası bilindik gevezelikleri bastırdı. Müzisyenin şarkısındaki ritim bozuldu ve toplanmış hâldeki sefacılar paniğe kapıldılar. Ayağımdaki fare, paçamdan dizime sıçramış, şimdi de kumaşı delip deriye varmaya çalışıyordu. “Tek yönlü kâğıt. Tek yönlü kâğıt!” ve zeminin altında ve üstündeki paniklemiş farelerin gürültüleri kapıda bir kreşendo yükseltti.

Genet küfretti. “Kütüphaneci!” diye bağırdım.

Ve:

“Koş!”

Ve:

Fırladık ve koşarken Genet’nin gülüşüne gülmemek epey zordu. Ben onu Dizin’e doğru, o beni merdivenlere doğru çekti; ikimiz de birbirimizin kolunu dans ediyormuşçasına çektik. Nihayetinde yatağımda bir gece daha geçirmesine izin verdim. Kapıyı da öyle bir sıkı kapadım ki, korkudan içeri giren fareyi eziveriyordum, sonra da zavallı hayvanı yazı masamda misafir ettim.

Genet döşeğe kendini attığında, “Ah!” dedi. “Nasıl uyuyabiliyorsun? Ne var bunun içinde? At kılı mı?” Dudaklarımı ıslattı. “Hiç at yedin mi?” El yordamıyla bana dokundu. “Mutlaka tadılması gereken bir lezzet.”

Asıl tadılması gereken lezzet yazarlardı.

* * *

Bize verdikleri tatlıları ufak ufak yedim. Bir tane de Gadzooks için cebe indirdim.

Gadzooks ağzındakileri çiğnerken, “Önceki Dizinci bana yemeklerini verirdi,” dedi. “Yavaşkonuş’a hiç gelmedi. Odasında kendisini harcayıp gitti.”

“Kitaplara mı kaptırdı kendini?” dedim.

“A, hayır. Okumaya cüret etmedi. Bence o yüzden hiçliğe karıştı. Ağzını her açtığında kafasındaki kelimeleri yitirdi.” Gadzooks yamuk kafatasına vurdu. “Kelimelerin yerine bir şey, bir duygu bile olsa, koymadın mı bitersin.”

Kafamın içinde çok fazla kelime vardı, ama kelime dağarcığımı yitirirsem, yerine koymak için yeteri kadar duygu var mı emin değildim.

Bir fare Dizin’in ortasına fırladı.

“Tek yönlü kâğıt.”

Ve sonra:

Kütüphaneci, “Thomas Hardy,” dedi. Parmakları yanağımda ve boynumda dolaştılar, hayâl ettiğim kuruluktan eser yoktu; hatta keskinlerdi, sanki tenimde kâğıt kesikleri bırakabilirmiş gibiydiler. “Pek ilginç. Öylesine kusursuz bir özgeçmiş şüphelenmeme yetmeliydi. Zeki çocuk. Edilgen anlatımına kandım. Referanslarını kontrol etmeliydim.”

Fareler yavaşça, neredeyse özür dilercesine, yığınlarının gerisine çekildiler. İç çektim.

“Aynen öyle,” dedim. “Dikkati elden bırakmamalıydın. Aklıselim, sağduyulu, hatta izanlı olmalıydın.” Kütüphaneci, şaşkınlıkla karışık bir korkuyla geriledi.

Gadzooks kitaplıkların arasında kaybolmayı denedi. Kütüphaneci, “Yo, yo, yo,” dedi. Çarpık parmağını Gadzooks’a yaklaştırdı. “İyi deneme, maalesef buna izin veremem.”

Kütüphaneci tek eliyle yüzümü kapattı. Boğacağından korktum. Burnumdaki derisi mürekkep kokuyordu, ağzımın üzerindeki cılız avucundaki tutkal tadından boğuluyordum.

Sonra Gadzooks’un çığlık attığını duydum.

Kütüphaneci beni bıraktı. Toplayıcı dostumdan geriye kalan; bir çuval ve birkaç eskimiş oyuncaktı. Göbek kordonundan yapılmış ipiyle bir yo-yonun dönüşü durdu.

Kütüphaneci, “Bunu cinayet olarak düşünme,” dedi. “Cinayetin mecazı olarak düşün.”

Yutkundum.

“Yaşlı burnum beni uyardı. Eksik bir şey vardı. Senden önceki çocuklar, Belgesiz Yolculuk veya Yasadışı Pornografi bölümlerine gizlice girdiler. Ama sen gittin oraya girdin.” Kapıyı gösterdi. Ne onun ne de benim malum bölümün adını söylemesine lüzum yoktu.

“Seninle ne yapacağım ben?” Ceketinin cebinden yüreğimi dağlayan bir kitap çıkardı. “Dahası, bununla ne yapacağım, döşeğinde buldum.” Kitabın sırtına baktı. “Barnabus Hardy’den Bütün Hikâyelerimiz. Baba mı? Dede mi? Kardeş mi?” Bir bakış attı. “Sevgili mi?”

“Babam.”

Kütüphaneci, “Yazık,” dedi. “Yaşın çok küçük olmalı. Cadılar Bayramı şekerlerindeki jiletlerle ilgili uyarıldığın yaşlar olmalı, küvetteki jiletler değil.”

Dondum kaldım.

“Geride bir not yok. Sadece bu el yazması. Yazın dünyası yasını tutmuş muydu?”

“Sus.”

Kütüphaneci, kitabı, elbiselerini havalandıracak kadar sertçe kapattı. “Söylesene genç Hardy, ‘ıskartaya çıkarmak’ deyimini duymuş olma ihtimâlin var mı? Ne yazık ki artık yaygın olarak kullanılmıyor.” En yakın gaz lambasının kapağını açtı. Yapmaması, durması için bağırdım ama babamdan kalan tek kitabın köşesini tutuşturmaya devam etti.

Alev ilerlerken kıvrılmış sayfaları külün içine bıraktı.

“Kayıp bir kitabın ne olduğunu anlaman için kıymetli bir ders,” dedi.

Kütüphaneci, serbest kalmaya çalıştığımı düşünerek eliyle beni geri itti. Serbest kalsam ne yapacağımı bilmiyordum. Söndürme ve kalan parçaları kurtarma umuduyla kendimi alevlerin üzerine mi atardım? Ama beyhude olurdu: Şiirin yanması uzun sürmez. Satırlar hayli yanıcıdır çünkü onlar birinin hayal gücünün kıymetli yakıtıdırlar.

“Bunu yazılı bir uyarı varsay; gerçi artık kaydedilemez ama neyse, ben gerçekçi bir adamım. Büyük Hardy’nin ruhu küle döndüğünden muhtemelen asla bir kitabı açmak istemeyeceksin.” Kütüphaneci kravatını düzeltti. “Bugün izinlisin. Seni, yarın sabah Dizin’de görürsem kararının bizimle kalmak olduğunu anlarım… maaşındaki düşüş ile.”

Bakışlarım, Kütüphaneciyi giderken arkasından yakamayacak kadar ıslaktı galiba.

Yavaşça odama yürüdüm. Kütüphanecinin arayışında yatağım ve masam parçalanmıştı. Yere oturdum ve ellerimi dizlerime doladım.

Bir şey sırtımdan kulağıma tırmandı. “Duygusallık.”

İki parmağımla fareyi fiskeledim. Ciyaklayıp kulak mememi hafifçe ısırdı. Yere sıçradı ve kapıya doğru kaçtı, durup kafasını çevirerek bana baktı ve ciyakladı. “Faydalı.”

Kütüphane’nin dolambaçlarında onu takip ettim. Geçtiğimiz yerdeki ışıklar zayıftı. Her yeri dolaşmamıştım. Bazı konular bana yabancıydı. Yolun sonuna doğru, boş rafa yaslanmış bir tanıdığımı gördüm. Fare kaçtı ve Genet dikkatle bana baktı.

“Bazen geri dönmem,” dedi, utanmış görünüyordu. Kafasını yasladığı kitabı uzattı. Benjamin Franklin’den Yeni Alfabe Planı ve Düzenlenmiş Telaffuz Biçimi. “Fahişelere ne kadar da düşkündü. Bir keresinde Yavaşkonuş’a getirmiştim de, tüm istediği bir çocuğun gözlüklerini çalarak antik Lesbos’a giden kapıyı bulmaktı.”[7]

Genet esnedi, kısmen esnemek kısmen de yalandan bana sarılmak içindi. “Bitik Grafem ile mahvolan yazar sayısı bir avucu geçmez o yüzden burası güvenli.” Yüzüme, yanaklarıma dokundu. “Oov, görüyorum ki yakın zamanda, kötü yöneticimizle korkunç bir karşılaşman olmuş.”

Babamdan ve şiirinden bahsettim. Cansız bedenini bulduklarında okulda olduğumdan, uzak akrabalarımın beni, aileye karşı parçası olmak istemedikleri bir borç gibi görerek suratıma bakmamalarından bahsedeli yıllar olmuştu. Kütüphane’yi bulana kadar babamdan tek kalan soyadımdı.

“Yasını hâlâ tutuyor olmalısın.”

Omuz silktim. “O defteri çoktan kapattım.”

“Haa, anlıyorum. O zaman, kitabın yasını tutuyor olmalısın.”

“Ona benzer bir şey işte.”

Genet elini omzuma atıp, “Bu gece Yavaşkonuş’ta hem bu adama hem de kitabına kadeh kaldırmalıyız.”

Yanağımı parmaklarına yasladım. “Aslında başka bir şey vardı aklımda. Senin için de sorun olmazsa.”

Ve son olarak:

1943, ateş ve kâğıt kokuyordu. Ayaklar marş marş yere vuruyordu, “Heil Hitler!” sesleri yakınlarda duyuluyordu, Almanya’dan gelen kitaplar bahçede yanıyordu; hâlihazırda çok fazla cildin yanmasıyla oluşan kalın duman katmanına, kelimelerini taşıyan daha fazla kitabın dumanı ekleniyordu. Askerlerin tuttuğu kalabalıkta omzumla yolumu açarak, ateşten olabildiğince hızla uzaklaştım. Kalabalıktan uzakta, sesten uzakta… Ara sokağa girdiğimde, sırtımı nemli duvara dayayarak nefes almak için durdum.

Bir elimle Genet’nin elinden tutup peşimde çekerken; diğeriyle Hemingway’in çantasının deri sapını sıkıca kavramıştım. Birkaç sokak köşesini aşınca, Genet’yi bir ara sokağa çektim. “Buraya yakın bir yerde bir oda var demiştin; bir hanın üst katında, yatak yayları şakıyormuş hani?”

Beni kendine çekti, ağzını kulağıma yanaştırdı. “Ne kadar da hızlısın; hoşuma gitti.”

Birkaç sokak ileri götürdü, çürümekte olan odaların gölgesinde bulunan dar bir koridordaydık, hanın pencereleri görünürdeki tek sıcak şeydi. Kollarımla kendimi sarıp üşürken, Genet anahtar işini hâlletti. Yanan kitaplardan uzaktayken şehir buz kesmişti. Nihayet, Genet kapıyı açılmaya ikna etti ve beni dökük merdivenlerden Kütüphane’deki odama benzer, bir döşek ve yazı tahtası olan, bir odaya götürdü. Eskimiş yatağın üzerinde gri çarşaf vardı ve masa kâğıtlarla kaplıydı. Parke tahtaları gıcırdadı ve ayaklarımızın altında oynadı.

Koridorun yanında bir fare kıpırtısı oldu ve kemikli bir kuyruk bacaklarımın arasından fırladı. Giderken fısıldadığı söz havada süzüldü. “Tek yönlü kâğıt!”

Yatağa oturdum, hâlâ titriyordum. Genet, farenin gitmesini bekleyip kapıyı kapattı.

Kapının kilit sesiyle rahatladım; Kütüphane’deki haftaların yarattığı gerilim, Kütüphaneci’nin bakışları altında çalışmak uzaklarda kalmıştı. Kendimi geriye attım.

Genet yanıma uzandı. Absint ve kitap tozu kokuyordu, yüzümü göğsüne yaslamak istedim ama yorgun kemiklerim söz dinlemedi.

“Okur musun?” dedim.

Tek kaşını kaldırdı, burnuyla omzumu gıdıkladı. “Yakışıklı Bay Zekâcığım, demek oyun oynuyoruz, ha?

“Oyun falan değil.”

“Okuyacak bir şe—”

“Çanta.”

Kalkarken yatak yayları şakıdı; çantanın kilidinin açılışını ve karıştırılan kâğıtları duydum; sonra Genet, çantanın içindekiyle geri döndü: Çiçeklerin Meryem Anası. Okuduktan sonra geri vermiştim.

Genet belli belirsiz gülümsedi. “Dikkatsizce yazdığım ilk kopy—ama ısrar ediyorsan…” Boğazını temizledi ve ilk sayfasını göz hizasına kaldırdı. “Saat beşte, Wiedmann çıktı karşına,” diye başladı.

“Hayır!” dedim. “Sayfayı çevir.”

Dediğimi yaptı ve yazdıklarının arkasında, yeni yazılmış karalamanın bulunduğu arka yüzünü çevirdi.

“El yazım için özür dilerim,” dedim. Ya Kütüphane’deki odamda ışık yetersizdi ya da çalışacak alan geniş değildi. Harflerim, sığdırmam gereken her şeyi, Genet’nin kendi yazdıklarının arkasına sığdırmak için küçülebildikleri kadar küçülmüşlerdi.

Genet, yatağın üzerinde bağdaş kurmuştu, önce sayfaya, sonra bana ve tekrar sayfaya baktı. Teatral bir şekilde boğazını temizledi. “Barnabus Hardy’den Bütün Hikâyelerimiz,” diye başladı.

– SON –


Çeviri Notları

1. Orj. God’s hooks (Tr. Allah’ın Kancası), tamlamasının farklı bir söylenişi ve İsa Mesih’i çarmıha gerdikleri çivilerin adı. Ayrıca, şaşkınlık nidâsı kullanımı da mevcut.

2. Shakespeare’in Aşkın Emeği Boşuna’da sonuçlanmayan komedisinin mutlu sona ulaştığı düşünülen kayıp oyunudur.

3. Burada yapılan olay kısaca: Bardağın üzerine delikli kaşık ve onun da üzerine bir adet küp şeker konulur, üzerine absint döküldükten sonra şeker yakılır. Yanan şeker, kaşıktaki deliklerden süzülerek absinti de yakar, sonrasında suyla söndürülüp içilir.

4. Orj. Speakeasy: 1920’lerde, Amerika’da yasadışı içkinin satıldığı ve içildiği yer.

5. Genet’nin, Çiçeklerin Meryem Anası’ndan bir bölüm.

6. Büyük bir önemle söylemesinin sebebi, bahsedilen çantanın, Hemingway’in, içinde basılmamış el yazmalarını bulundurduğu, sonra bir yolculukta kaybettiği meşhur çanta olmasıdır. 1923’te, Ezra Pound’a yazdığı bir mektupta, “İlk taslak hâlindeki üç yazı ve aptal bir şiir kaldı o felâketten,” diye bahseder.

7. Günümüzdeki Midilli Adası. Homer, Lesbos için; kadınlarının, bütün kadın ırkından daha güzel olduğunu söyler.

“The Library of Lost Things” © 2017, Matthew Bright

Görsel © 2017, Red Nose Studio

Çevirmen: Bayram Sarıkaya
Editör: Türker Beşe
Kaynak: [TOR]

Bayram Sarıkaya

Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencisiyim. İyi ki blues, elektrogitar, kamera, 1970 yılı, bilimkurgu, "Kuzgun" ve turuncu var. Bolca okurum çünkü kitaplar olmadan hayat zaten sıkıcı. Dante'nin "Komedyası"yla girdiğim dünyada Samuel T. Coleridge'ın "Yaşlı Denizcinin Ezgisi"yle devam ettim. Uzak doğu sinemasına, genel olarak da sinemaya aşığım. Zaman makinesi bulup önce İngiltere'ye gidip H. G. Wells’le, oradan da Japonya'ya gidip Akira Kurosawa'yla tanışabileceğime inancım tam. Ölmeden önce Japonya’yı görmek istiyorum. Şu an yaptıklarımın çoğunu ileride Japonya'da yaşamak için yapıyorum, çünkü -önceki hayatımda feodal lord olmamdan kaynaklı da olabilir- bir şekilde ruhum oraya bağlı.

Yorum Yap

Exit mobile version