Menu
in ,

Devrim Kunter Röportajı

Seyfettin Efendi’nin yaratıcısı Devrim Kunter ile, Büyülü Dükkan’da gerçekleştirdiğimiz keyifli sohbet yayında!

Yaklaşık 2 yıldır, en büyük hayallerimden biri “Seyfettin Efendi” için bir bölüm yazmak. O yüzden güneşli; ama soğuk bir günde Kadıköy’de Devrim Kunter’le buluşmak için beklerken çok gergindim. Onu daha önce sadece Öner Biberkökü’nün Çizgi Roman Yolculuğu programının ilk bölümde görmüştüm. Konuştuğum herkes, görebileceğim en samimi ve alçakgönüllü insanlardan biri olduğunu söylüyordu; ama elimde değildi. Büyülü Dükkan’da bir yandan çizgi romanlara bakıyor, bir yandan gözümle kapıdan içeri girenleri kesiyordum.

Etrafa bakınırken kasada bir ses duydum.

“Niye hiç Seyfettin koymadınız yahu?”

- Reklam -

Dönüp baktığımda, Devrim Abi’nin gelmiş olduğunu farkettim.

“Elimizdekilerin hepsi bitti”.

Gülümsemeden edemedim. Daha iki hafta önce, kendime ilk iki uzun macerayı ve ilk kısa macera serisini aldığım zaman onlarca kitap raflarda duruyordu. (Geçtiğimiz hafta baktığımda, Olağanüstü Maceraların ilki vardı, ancak Esrarengiz Hikayeler ve Olağanüstü Maceralar 2 yine kalmamıştı. Acele etmek lazım.)

20 dakika sonra, bir kafede kahvelerimizi içiyorduk. Devrim Abi’ye de söyledim iki hafta önce rafların dolu olduğunu.

“Puslu Kıtalar Atlası çıktı ya, ondandır,” dedi.

Biraz lafladık. Asıl sorulara geçmeden önce ısındık. Daha doğrusu ben ısındım. Puslu Kıtalar Atlası’ndan, Çizgi Roman Yolculuğu’ndan bahsederken, son dönemde çizgi romanlara artan ilgiden konuşmaya başladık. Çizgi romancılığın gelişiminden bahsettik. Röportajın sonunda Seyfettin Efendi’nin geleceğini, hatta bir sonraki kitabın adını bile öğrendim. Devrim Abi bizi kırmadı, yeni kitaptan ilk sayfaları da Kayıp Rıhtım’la paylaştı.

Türk çizgi romanında arada bir kopukluk oldu değil mi? Arada, çok az çizgi romanın üretildiği bir dönem var.

Karaoğlan 80’lerden beri çıkmıyor. “Komisyon” usulü geri gelse, bir yayınevi Karaoğlan’ı tekrar çıkaracağız, şu yazar yazacak, şu çizer çizecek dese, nasıl olur? Sence işler mi?

Onları ele almak riskli. Karaoğlan, Tarkan… Bunlar riskli karakterler. Biz Ocak ayında #KahramanlarKapışması’nda Tarkan yaptık. İnsanlar farklı Tarkan çizimlerini kabul etmiyor. Bazılarının altına yazıyorlar, “Aa bu Tarkan değil ki” diye. Ee bir tane Tarkan yok ki, Kartal Tibet de Tarkan’a benzemiyordu ona kalırsa. Şimdi yeni okuyucu için karakteri baştan ele almak lazım. Bu da eski okuyucuyu tatmin etmez. Yeni okuyucuya hitap eder mi o da bilinmez. Bir de şöyle bir durum var. Şimdinin gözüyle okuduğunuz zaman o hikayeler çok seksisttir, ayrımcıdır, ırkçıdır. Bugün o şekilde basamazsınız. Bu sadece bizde de değil, Amerikan çizgi romanı da öyle. Örneğin X-Men’de mutantlar, çıkış noktasında süper insanlardır, “ari ırktır”. Halbuki sonradan mutantlara ayrımcılık yapılması konuları, Magneto’nun Yahudi olması vs. eklenmiştir. Şimdi biz bunu Karaoğlan için yapabilir miyiz? Devam ediyor olsaydı, yavaş yavaş yapılırdı; ama şimdi tekrar başlatıp yapmak çok zor.

Eski bir hikayeyi canlandırmak, yenisini başlatmaktan daha kolay değil yani. Peki Seyfettin Efendi’nin çıkışı nasıl oldu? Nasıl başladı?

2000’lerde aklıma gelmişti. O zamanlar da çizgi roman yapmak istiyordum; ama tabii internet bu kadar yaygın değildi. Ne olduğunu bilmeden bir şeyler yapmaya çalıştık. Onun çok da üstüne gitmedim. Daha sonra, bundan 4-5 yıl önce bir hikaye olarak tekrar başladım. Frp World diye bir site vardı. Oraya kısa hikaye olarak yollamıştım. O zamanlar da bazı karakterler vardı. Mesela İsmail vardı; ama Aziz yoktu. Aziz yerine bir İmam vardı. O biraz daha mizahi bir hikayeydi. Seyfettin daha beceriksizdi. Sonra ekonomik kriz falan da olunca dedik ki; çizgi romanı seviyoruz. İstediğimiz gibi çizgi roman yapalım. Kimse okumazsa biz okuruz. Kadir Özen’le anlaştık; sen yaz, ben çizeyim. O zaman karakterler oturmuştu kafamda. Haftada bir, bir sayfa çıkaralım diye planladık; ama onu uzun sürdüremedik. Ben her hafta bir sayfa çizemiyordum. Çok kopuk kopuk oluyordu. Ama çok olumlu tepkiler de aldık, bunu daha uzun soluklu bir şey yapmalıyız diye. Kısa maceralar da yapmaya başladık. Ben yayımladım, internette yayımlandı. Gölge’de yayımlandı. Böyle olunca kısa maceralara başladım. Sonra kısa maceraları toparladık. Farklı insanlardan da öykü toplamaya başladık. Onları çizdim. 96 sayfalık bir kitap oldu. Bir yayıncı arayalım dedik. İlke, Marmara Çizgi’den, basalım dedi; ama onların ödedikleri teliflerle bu işi bir daha yapmak mümkün olmayacaktı. Daha büyük yayınevleriyle konuştuk; ama onlar da olmadı. Şöyle bir artısı oldu gerçi, ilk kitabın tek macera olması gerektiğini, NTV’den Elif Kutlu söylemişti. Çıkacaksa tek macera olarak çıkmalı, dedi. O sırada Yeditepe Canavarı da bitmişti. Önce onu çıkardık. Ondan 6 ay kadar sonra kısa maceraları çıkardık. Ondan 6 ay daha sonra Hayırsız Ada’yı çıkardık. Şimdi tıkandı ama. İkinci kısa maceralar biraz ağır gidiyor.

Şimdi Esrarengiz Hikayeler 2’ye ara verdiniz, Olağanüstü Maceralar 3’e başladınız. Üçüncü hikaye nasıl gidiyor?

3. kitaba başladım; ama biraz geç başladım. Kısa maceraları toparlamak için biraz fazla uğraştım. Ben böyle çok konsantre olurum. Onu sürdürürken de başka işlerle uğraşamıyorum. Çok vakit harcadım kısa maceraları toparlamak için. Baktım olacak gibi değil, onu bir kenara bırakayım dedim. Uzun maceralar, “Tesla Silahı”na başladım. Bakalım devam ediyorum. Çizimde belli bir standart oturttum zaten; ama hikaye biraz daha iyi olacak öncekilere göre.

“Tesla Silahı” Kapak Taslağı

Ne zaman bitecek “Tesla Silahı”?

Haziran’a kadar toparlarım. Üzerinden geçeriz, değişiklikleri yaparız. İlke editörlüğünü yapar. O iş 1-2 ay sürer. Eylül’e kadar çıkarırız sanıyorum.

2. Kitap, Hayırsız Ada’yı Cihan Türe’yle birlikte yazmıştınız. 3. kitap da öyle mi?

Kitabı tek başıma yazıyorum. Cihan’la çalışmak çok güzeldi. Kısa macera da yapmıştık birlikte. O da şimdi yeni bir proje üstünde çalışıyor.

Tesla Silahı’ndan biraz bahsedebilir miyiz? Adıyla çok şey anlatıyor; ama birkaç cümle daha duysak…

Seyfettin Efendi’de başından beri bilimkurgu ögeleri vardı; ama çok azdı Yeditepe Canavarı’nda. O yavaş yavaş gelişiyor. Tesla Silahı da bunun en üst noktalarından biri olacak. Tesla zaten bizim alt kültür grubunun çok sevdiği, çok takdir ettiği bir insan. O dönemde yaşıyor. Birey olarak kitaba girmeyecek; ama projesi Türkiye’de üretiliyor olacak. Onun Death Ray diye bir projesi var. Onunla ilgili olacak. …[Cevabı aslında daha uzun; ama ben bu kısmını kesiyorum; çünkü daha fazlasını duyup heyecanınız kaçsın istemezsiniz] Bizim belalımız Haşhaşiler tabii ki. Seyfettin Efendi de bu belanın içine girecek. Bunu çözecek. Onun üzerine ilerleyecek bir hikaye.

“Tesla Silahı”ndan bir sayfa

Ben söylediklerinin hepsini yazacak mıyım bilmiyorum; çünkü bir okuyucu olarak ben bu kadar çok şey öğrenmek istemezdim kitap hakkında.

Evet, ben spoiler konusunda çok rahatımdır.

İlk hikaye, daha fantastiğe yakındı. İkinci hikaye daha bilimkurgu deneyi, süper asker yaratma denemeleri vardı. Üçüncü hikaye bu terazide herhalde, Hayırsız Ada’ya daha yakın değil mi?

Evet. Bilimkurgu biraz daha yükselecek. 4’te, Haşhaşiler mevzusuna ineceğiz.

Dördüncü de belli yani! Haşhaşileri çok merak ediyorduk geçrekten. Bir de ilk ciltte karşımıza çıkan “aramızda bir köstebek var” mevzusu vardı. Hayırsız Ada’da da alamadık cevabını. O cevaplanacak mı Tesla’da?

Onu da 3’te bulamayacağız. 4’te cevaplanacak. 5’te de genel bir bitiş gibi bir şey olacak. Oradan sonra hikayenin gidişatını da değiştireceğim.

Yani yaklaşık 30 fasikül ardından Seyfettin Efendi’nin bir devri bitecek.

Evet, bir dönemi, bir sezonu bitecek. Yeni bir sezona geçecek. Daha ilerisini de tasarlıyorum. Olabilirse, imkanım el verirse 10-15 sayılık bir şey yapmak istiyorum; ama öyle olamasa bile en azından, o kadar soru soruyoruz, o soruları da cevaplayalım isterim. Yoksa Lost gibi insanlar peşimize düşmesin.

Zaten “köstebek” sorusu cevaplanmazsa herhalde insanlar Münevver’in köstebek olduğunu düşünenlerle, Esat’ın köstebek olduğunu düşünenler olarak ikiye ayrılacak.

Aziz olduğunu düşünen de çok insan var.

Hayır, Aziz olamaz. Aziz benim canımın içi…

Seyfettin Efendi’nin başlı başına bir külliyat olduğunu, ve giderek büyüyeceğini anlamamak için aptal olmak gerekiyor. Devrim Kunter’le konuşurken yazılanın arkasında, serinin yaratıcısının ne kadar da çok şey bildiğini bir kez daha fark ettim. Tüm bunların oluşması, gelişmesi ve sonunda bizlerle buluşması için ne kadar zaman gerektiğini, söyleşide anladım.

Devrim Kunter her şeyden önce bir çizer. Çizili sanata hayran; ama özünde bağlı olduğu şeyler hikayeler. Seyfettin Efendi’yi konuşurken de, konu dönüp dolaşıp hikayelere geldi. Köken hikayelerine, sevdiği çizerlerin hikayelerine, Ömer Seyfettin hikayelerine…

Peki, Seyfettin Efendi’nin Olağanüstü Maceraları’nda karşılaştığımız karakterlerin hikayeleri ne olacak?


Devrim Kunter’in, teşkilatta favorisi, diğerlerinden daha çok sevdiği bir karakteri var mı?

Ben galiba Seyfettin’i en çok seviyorum. Genel olarak Seyfettin’in sevilmesinin nedeni de alt kültür. İşte 20’lerde geçen dedektif… Ne düşünürsün, Türk Sanat Müziği dinler; ama o jazz dinliyor. Conan Doyle okumuş, Edgar Allan Poe okumuş, Bram Stoker okumuş. Bunlar hep o zaman için daha da alt kültür hikayeler. Bu ne demek, toplumdan dışlanmış bir karakter aslında. Uymuyor topluma. Ben de öyleyim. Okuyucu da öyle. Aslında o yüzden takımı var. Yoksa tek başına bu adamı iter kakarlar, bir yere gelemez.

Aziz’in, sonradan çıktığını söylemiştin; ama ben inanmıyorum. Aziz ve Seyfettin’in ilişkisi çok organik. Kesin gerçek hayattan geliyordur diye düşündüm. Aziz karakteri nasıl çıktı?

Aslında o adli tıp ihtiyacından çıktı. Bir açıdan sıkıntılı; çünkü Sherlock’un da Watson’ı var. Doktor hem de. Gerçi o adli tıpla pek uğraşmaz. Arada 40 yıllık bir fark var. Çok büyük bir gelişim sağlamışlar o arada. Aslında onu kitapta da verdim. Mesela, ilk kitapta mektup eline geçince, Seyfettin alıp cebine koyuyor. Bir parmak izi mefhumu yok. İkinci kitaptaysa, dokunmayalım, parmak izi alalım diyorlar. O arada o teknolojiyi öğrenmişler.

Doktoru da atıl bırakmamak için, Seyfettin Efendi’ye biraz daha yakın, yaşı yaşına uygun, atışacağı biri lazım. Benim de çok yakın bir arkadaşım vardır. Birbirimize laf atarız; ama alınmayız. Öyle bir arkadaşı olsun istedim. Bir de böyle Seyfettin zıp çıktı, kanun nizam dinlemez. Biraz daha böyle efendi, oturaklı biri olsun istedim.

Ya pehlivanımız İsmail?

O zaten klasik bir arketiptir. Kuvvetli, kaba saba. İçinde iyi bir insan; ama kaba sabalığı yüzden pot da kırabiliyor. Dini bütün ama. O yönüyle diğerlerinden farklı.

Biraz da çocuksu galiba. Ne zaman korkulacak bir şey olsa sanki ilk o korkuyor. Hemen bir Fatiha’ya girişiyor falan.

Diğerlerinden farklı olarak doğaüstü şeylerden bir korkusu var; çünkü fiziksel bir şeyden korkması zaten o cüsseyle mümkün değil. Onun korkusu da metafiziğe karşı oluyor.

Esat, Münevver ve Aziz’in, Seyfettin’le yollarının kesişmesini, teşkilata girişlerini, az çok hayal edebiliyor insan; ama İsmail’le nasıl bir araya geldiler?

Seyfettin Efendi’yi Ömer Seyfettin’den esinlendiğimi hep söylerim zaten. İsmail’i de Koca Yusuf yapayım istedim; ama baktım tarihleri tutmuyor. İlk hikayelerden birinde. İsmail, dili kuvvetli bir hocanın bodyguard’ı gibi. Dili kuvvetli diyoruz; ama aslında hipnotize etmiş İsmail’i. Seyfettin geliyor, İsmail yine belini kırmaya davranıyor. Seyfettin İsmail yerine hocaya ateş ediyor. Hipnoz bozulunca, İsmail’i de kurtarmış oluyor.

3. Kitap “Tesla Silahi”ndan bir sayfa: Haşhaşiler…

Böyle orijin hikayelerini görmeyi istiyoruz. Okuyucuların karakterlerin geçmişlerini merak ettiklerine eminim.

Kısa maceralarda orijin öyküleri olacak. Köken diyelim. Yeni kısa maceralarda Münevver’in köken hikayesi olacak. Münevver’in kendi hikayesi olacak. Tanışma hikayeleri değil; ama ikinci kitapta da bahsi geçen bir öykü. Bir iki tane daha köken öyküsü planlıyorum. Esat’ın bir öyküsü olacak. O yeni kısa maceralarda olur mu bilmiyorum; çünkü iki köken öyküsü aynı kitapta çok olur; ama bakalım.

Karakterlerden devam edelim. Münevver nasıl çıktı ortaya? “Sıradışı” Seyfettin Efendi için, o dönemde teşkilata bir kadın mühendisi ne kadar yakıştırdığımı da söylemeliyim.

Ekip başta 3 erkek oldu ya: Aziz, Seyfettin, İsmail. Şimdi bu bir teşkilat olacak, bir casus lazım; ama casus yok. Aslında Münevver en başta böyle bir karakterdi; Münevver casus olacaktı, bir de bilimadamı olacaktı. Bilimadamı da yaşlı, klasik her filmde gördüğümüz bir adam olacaktı; ama sonra bunun doğru bir fikir olmadığına karar verdim.

Münevver, aslında Esat olacaktı yani?

Evet; ama işte madem standart tipleri kullandık, bari bir değişiklik yapayım dedim. O zaman ilk kadın avukat, ilk kadın pilot, ilk kadın bilimadamı çıkıyor ortaya. Biz de dedik ki o zaman Münevver de, kadın mühendis olsun.

Geriye kalan casus boşluğunu da Esat doldurdu yani. Esat nasıl şekillendi?

Esat’ın tam nasıl çıktığını hatırlayamıyorum. Yo, hatırlıyorum. Esat’ın da tarihsel dayanağı var çünkü. İngiliz Kemal. İngiliz Kemal’in gerçek adı da Esat Toprak zaten. Aslında sarışındır Esat Toprak ama ben sarışın yapmadım. Gerekirse iş için saçını boyar dedim. O aslında James Bond gibi, yani çok karizmatik. Bir de teşkilatta belki de en deneyimli isim. Onların girmediği yerlere girip çıkmış. Kurtuluş savaşında casusluk yapmış. Daha aktif bir adam. Yaş olarak, Aziz’le Seyfettin Efendi 40’larında. Esat, onlardan biraz daha genç. Münevver ve İsmail de en gençleri. Tabii bu böyle bir karakter olunca çok da James Bond vari, kasıntı olmasın istedim. Teşkilattaki gri bölge olsun, biraz belirsiz olsun istedim. Bize mi çalışıyor, karşı tarafa mı çalışıyor, çift casus mu, çift çift casus mu?

Casus tartışmasına tekrar girmeyeceğim. Dört ve beşinci kitapları bekleyeceğim. Karakterlerin görünüşlerinden bahsetmek istiyorum. Zamanında Kayıp Rıhtım forumlarında da sorulmuştu galiba, Münevver’in Scarlett Johansson’dan esinlenip esinlenilmediği… Karakterlerin esin kaynakları var mı?

Esat’ın mesela, ilk çizimleri, internette yayınlarken, Ayhan Işık’tır. Ayhan Işık’a benzer; ama değiştirdim zamanla tabii. Jon Hamm’e de benziyor şu an. O tip var Esat’ta. Çok yapılı değil; ama sert hatlı, köşeli suratlı bir tip.

Ayhan Işık

Münevver, evet, Scarlett’a benziyor. O hem böyle biraz daha genç, daha saftirik tipli. Aslında öyle değil; ama görünüş olarak öyle.

Scarlett Johansson

Pehlivanı, Koca Yusuf gibi karakterlerden modelledim; ama onlar çok kilolu. Yani gerçekte o dönemin pehlivanlarını görseniz şimdi bildiğimiz kaslı adam formuna çok uzaklar. Değiştirmem gerekti. Tek bir kişiden esinlendi diyemem. Geniş çeneli, kısa alınlı standart bir tip çiziyorum. Aziz de aslında birinden modellediklerimden. Michael Chiklis. Fantastik Dörtlü filmlerinde Taş Adam’ı, Ben Green’i oynamıştı. Tabii o kel bir adam, saç, bıyık ekleyince bayağı değişti.

Michael Chiklis

Seyfettin’i Michael Sheen’den çizmiştim. Hatta aynı pozu verdikleri bir fotoğraf var. Tabii o da kilo aldı, değişti, artık ondan çizmiyorum. İlk başta çizdiğim daha Ömer Seyfettin’di. Saçları daha değişikti. Favorileri bu kadar uzun değildi. Daha yapışık saçlıydı; ama sonra zıpçıktı karakter olunca bu kadar biryantinli olmasın dedim saçları dalgalı oldu. İlk çalışmalardan sonra insanın eli alışıyor zaten. Karakterin çizimi de oturmuş oluyor.

Michael Sheen

Çizimlerin ne kadarı elle, ne kadarı dijital olarak yapılıyor?

Seyfettin Efendi başladığından beri her şey dijital. İlk zamanlar internete koyduklarım bile dijital. Eskizlerde de dijital çalışıyorum. Daha önceki çalışmalarımda çizim tarayıp renklendirme denedim. Onda daha klasik çizgiroman tarzına yakın sonuçlar alınıyor; fakat daha uzun bir süreç. Bir de farklı bir şey olsun istedim açıkçası. Klasik bir çizim ve boyadan farklı olsun. Daha çok yağlı boya, akrilik gibi olsun. Ben Simon Bisley’nin işlerine hayranımdır. Mesela Batman-Judge Dredd crossever’ı vardır onun. O akrilikle yapılmış inanılmaz bir iştir. Öyle bir şey yapayım dedim, hedefim oydu. Tabii şimdi değişti, baştaki hedefim aynı kalmadı.

Meraklısı için soruyorum. Donanım ve yazılım olarak ne kullanıyorsun?

Adobe Photoshop kullanıyorum. Wacom tablet kullanıyorum. Daha önce biraz kötü bir tablet kullanıyordum; ama tablette kalite gerekiyor. Yani, ciddi düşünüyorsanız bu işi, biraz daha markası olan, pahalı bir şey almakta fayda var. Tabii alışması biraz zaman alıyor. Normal, elde çizdiğiniz hıza, el alışkanlığına ulaşmak için 1-2 ay gerekiyor.

Aslında bunları Çizgiroman Rehberi’nde de anlatıyorsun. O rehber nasıl çıktı ortaya?

İsmim duyulunca çok başvurmaya başladı insanlar. “Ben çiziyorum, nasıl yazılır?”, ya da “Ben yazıyorum, nasıl çizilir?”, matbaa, nasıl basılır derken bana sürekli sorulan sorulara bir kaynak olsun diye başladığım bir şeydi. Kahramangiller diye yeni bir site açılınca oraya da bir katkım olsun istedim. Herkese tek tek cevap vermek bir süre sonra zorlaşıyor. Şimdi soran olursa hemen oraya link atabiliyorum.

İnternet sitene de bir Sıkça Sorulan Sorular Bölümü lazım artık sanki…

Türkiye’de çizgi roman için heyecan verici bir dönemdeyiz. Süper kahraman sineması büyük beğeni topladı. Süper kahraman televizyonu çığır açtı, ve tüm bunlar insanları çizgi romanların kaynağına, kürkçü dükkanlarına, çizgi roman dükkanlarına itti. Bir grup “aç” insan doğdu.

Onlar, daha geçen gün çok güzel bir film izlediler ve şimdi o izledikleri filmin kahramanıyla ilgili panellerce, sayfalarca külliyat olduğunu duydukları için çok heyecanlılar. Beğendikleri o kahraman gibi, o karakter gibi daha niceleri olduğunu duyduklarında gözleri fal taşı gibi açıldı.

Tüm bunlar yayınevlerinin de gözlerini açtı. NTV Yayınları, YKY gibi büyük yayınlar çizgi roman basıyor. İletişim’den “Puslu Kıtalar Atlası” çizgi romanı çıktı ve son zamanların en konuşulan işlerinden biri oldu. Türk çizerler yurtdışında, büyük işlerde, büyük çizgi romanlarda çalışmaya başladılar ve işte tüm bu hengamede Türk çizgi romanı şahlanmış oldu.

İnsanlar merak ediyor. İnsanlar daha fazlasını görmek, okumak, istiyor. Merak ediyor ve en önemlisi, bu yüzden gidip, arayıp buluyorlar. Devrim Kunter’in her fırsatta “küçük bir grup” olarak bahsettiği alt kültür, büyümek için can atıyor.


Son zamanlarda çizgi roman anlamında güzel şeyler oluyor dedik. Bunlardan belki bir tanesi de “Çizgi Roman Yolculuğu.” En son mart ayında İlban Ertem ve Puslu Kıtalar Atlası konuktu. Ne düşünüyorsun?

Tabii o güzel bir şey oldu. En büyük sorunu, Öner’le konuştuğumuz zaman demişti ki, ‘Ya böyle bir şey yapmak istiyorum; ama iki kişi kabul etti, biri sensin, biri Yıldıray.’ Herkes nerede çıkacak vs. diye soruyor. Çizgiromanda gereksiz bir elitistlik var. Zaten şurada bir avuç adamız, kime elitistlik yapıyoruz. Neyse, bir gün çay bahçesinde buluştuk. Çekim yaptık. O gün İlke ve Hakan Tunga’yla da görüştük. Öyle başladı. Sonra yayımlandı. Yayımlanınca duyuruldu. Duyurmaya çalıştık. Bayağı, çizgi roman tanıtım filmlerinden falan daha çok izleyiciye ulaştı. Öyle olunca tabii, işler büyüdü. Daha fazla insanla tanıştı. Şimdi bana soruyor, kim kabul eder, kim yapar. İlerletiyoruz o işleri. Artık ev çekimi yapalım, çalışma ortamını görelim falan diyor. O da memnun; ama tabii o da normal işinden artakalan zamanda yapıyor bunu.

Şu an Türkiye’deki çizgi roman piyasasını nasıl görüyorsun?

Birkaç yıl öncesine göre canlanmış görüyorum. Daha da canlanacak. Mesela Şehzade Yangını çıktı. 4-5 yıl evvel, öyle bir çizgi romanın çıkması daha zordu sanki. O anlamda bir canlanma var. Tabii içinde olduğum için yanlış yorumluyor da olabilirim. En büyük sıkıntı çizgi romanın aslında genç kesime hitap etmesi; ama bizde kitap çok pahalı. Liseli, üniversiteli o çizgi romana o parayı verebilmeli. Orta yaşlı adam da, kötü Türk çizgi romanı okumaktan o kadar bıkmış ki; o paraya onun değmeyeceğini düşünüyor. Bu bir kambur. Aşılması kısa sürede olacak bir şey değil; ama zamanla aşılacaktır diye düşünüyorum. Yurtdışında biliyorsun, çizgi roman televizyon ve sinema sektörünü ele geçirdi. Belki Türkiye’de de öyle bir canlanma olursa. Bizim piyasamızı da kuvvetlendirir.

Oradan şuna geleyim o zaman. Biz Seyfettin Efendi’yi ekranda görmeyi çok isteriz. Mümkün müdür?

Onun için çok daha fazla kişiye ulaşması gerekiyor. Ya bizde bir şeyin iyi olup olmadığına dair okuyup karar verecek editör, eleştirmen sayısı çok az. Bizim için geçerli olan tek karar mekanizması ne kadar sattığı. Bir şey satıyorsa iyidir, satmıyorsa kötüdür. E o noktada da, mizah dergileri, 20 bin, 30 bin satıyor. Bizim yaptığımız işler onların yanında çok az satıyor.

Çocukluğununun çizgi romanları nelerdi?

Ben ilk Red Kit okumaya başlamıştım. Sonra bizim zamanımızda ilk, Örümcek Adam’lar siyah beyaz basılmaya başladı. Conan çıktı. Onun takipçisi olduk. Sonra işte Ken Parker çıktı “Alaska” ismiyle. O gerçekten çizgi romancılık açısından farklı bir noktadaydı benim için. Frankofon, İtalyan, İngiliz-Amerikan diye giden bir çizgide okudum yani çizgi romanları. Bir tek mangaya ısınamadım. Onu da yeni yeni okumaya çalışıyorum. Neticede benim için ekol farkı diye bir şey yok. Sadece iyi çizgi roman ve kötü çizgi roman var.

Senin için çizgi romanların babası nedir? Bana 1 tane çizgi roman söyle desem, ne dersin?

Gerçekten iyi yazılmış, çizilmiş çizgi roman… Ken Parker… Berardi – Miazzo ikilisinden. Bilhassa onun “Yuvaya Dönüş” macerası çok iyidir. Ayrı bir yeri vardır bende. Bir de Alan Moore’u çok seviyorum. Onun “Öldüren Şaka”sını çok severim. O da yakında Türkçe basılacak galiba. O ilk okuduğum hikayesiydi ve gerçekten çok güzeldir. Bu iki çizgi romanı herhalde çok iyi çizgi romanlar olarak söyleyebilirim. İki taneyle sıyrılmaya çalışayım.

Devrim Kunter, Öldüren Şaka’yla haşır neşir olurken

İki tane kabul edilmiştir. Türk yazar ve çizerlerden favorilerin…

Kimi söylesem alınırlar şimdi. Çok var. Yalnız yazar konusunda sıkıntımız var. Çizer konusunda sıkıntımız yok. Çok iyi çizerlerimiz var. Hiç ismini duymadığımız bir sürü çok iyi çizerimiz var. Hatta, buradan duyuralım tekrar. #KahramanlarKapışması’na bakın. O kadar yetenekli çizerler göreceksiniz ki.

Ben de ona gelecektim. Gerçekten Türkiye’de bu kadar çok yetenekli insan olduğunu bilmiyordum. En başından alalım. #KahramanlarKapışması nasıl çıktı?

Ben kitabı çıkardıktan sonra konuyla ilgili herkese yollamaya başladım. Bazılarıyla görüştük, bazılarıyla görüşemedik. Aradan zaman geçti, bazı insanların birbiriyle görüşmediklerini fark ettim. Tanıyorlar birbirlerini, işlerini takip ediyorlar; ama yüz yüze gelmemişler. Hatta bazılarının ilk bir araya gelişi Seyfettin Efendi sergisinde oldu. Sonra biz Suat Gönülay, Yıldıray Çınar ve ben buluştuk. Sonra Kenan Yarar da katıldı. Arada buluşuyoruz şimdi. Orada konuşurken, ben tek bir kahraman üzerine gitmeye yoğunlaştım ya, Suat Gönülay da dedi ki; ‘Ben de keşke sadece Vakur Barut yapsaydım. Başka şeyler çizeceğime onun üzerine gitseydim’. Tam da o sırada #IceBucketChallenge vardı. Bunu bir kapışmaya çevireyim dedim, hem Suat Abi’yi de gaza getirmiş oluruz. Dedim Yıldıray’a sana meydan okuyayım, oturalım Vakur Barut çizelim. Sonra bir patlama oldu. Hiç beklemiyorduk. Eski karikatüristler, ‘15 yıldır hiç bir şey çizmiyordum , tekrar başladım’ diye geldi. Gençler, “Vakur Barut”u hiç bilmiyorken, internetten bakıp çizdiler. Çok güzel bir ilgi oldu.

#KahramanlarKapışması’nda en son Kötü Kedi Şerafettin’i bitirdik. Şimdi Seyfettin Efendi var. Sonra?

Bir iki fikir var; ama henüz kararlaştıramadık.

Benim çok merak ettiğim bir soru var. Çizer yeterince var, yazar yok dedin demin. Ama biz hep sanırız ki; çizebilen yok. Türkiye’de çizerlere yeterli değerin verildiğini düşünüyor musun? Hem yayıncılar tarafından, hem okuyucular tarafından?

Çizerlikten herhalde maddi kazanç sağlayabilenler, mizah dergilerine çizenler. Onun dışında pek mümkün değil. O yüzden Yıldıray, Mahmut gibi insanlar yurtdışına açıldılar. Onlar da inanılmaz bir şey başardı aslında. Şöyle bir şey de var. Normal çizim piyasasına iş yapan da çok insan var ve o işlerin ücretleri de yapılmayacak derecede kötü. Kitap kapağı, vinyet çizimleri gibi işlerde de ya seri üretim yapacaksın, ya da o işi yapmayacaksın gibi bir durum çıkıyor ortaya. Dolayısıyla bu açıdan çizerlere bir değer verilmiyor. Çizerler de maddi kazanç düşük olunca o kadar çok çizim yapıyorlar ki keyif için çizemiyorlar. Daha yeni, şimdi şimdi Şehzade Yangını çıkabildi mesela. Şehir Köpeği çıktı mesela geçen yıl. Bir önceki yıl, Seyfettin Efendi zamanında çıkan Avcı Nun var. O da gözden kaçan bir çizgi roman. Yani, insanlar arta kalan zamanlarında yapıyor bu işi. Belli bir ilgiye ulaşmadığı zaman da yayılıyorlar. Benim için de geçerli. Bazen canım sıkılıyor, çizesim gelmiyor. İşin maddi karşılığı olmayınca, ikinci etken, motivasyon oluyor. Beğenilme oluyor. O da gelmeyince bazen küsüyor insan.

Peki ya denklemin diğer tarafı? Kaliteli yazar boşluğunu nasıl doldurabiliriz?

Valla, herhalde yazarlık biraz da yaş isteyen bir şey. Çok genç yaşta, çok iyi yazılar vermiş yazarlar da var; ama onlar zaten özel örnek. Biraz daha fazla okuyup, daha fazla incelemiş olmak için herhalde 30’lu yaşları geçmiş olmak lazım. Bir de bizde şöyle bir şey var. Yazar-çizer birlikteliği zor bir durum. Çizer projeye güvenmeli ki; oturup çizsin. Yazarlık olarak da belirli şeyleri taklit etme, başarılıyı taklit etme durumu var bizde. Başarılı olan da, olmuş; ama 30 yıl önce olmuş. Halbuki 30 yıl önce okuyan adamla şimdi okuyan adam arasında belki iki kuşak var. Dolayısıyla, bu formüllerle başarıya gitmek mümkün değil. Popüler ögeleri kullanmak da doğru değil. Mizah dergisinde, popüler olan şeyi kullanabilirsiniz; ama bizimki gibi küçük bir kitleye hitap eden şeylerde, mecburen o kitleye uygun bir şeyler yapmak lazım. Bu da aslında bilmediğimiz bir şey. O kısım herkes için muamma. Ne tutar ne tutmaza geliyoruz biraz. Asıl bahsetmek istediğim şeyse belirli donelerin bilinmemesi. Ne bileyim, standart kullanılan tiplerin, standart hikaye gelişimlerinin tamamen gözardı edilip, melodrama yönelik bir şey yapılması… Mesela korku olarak başlıyor. Araya bir espri patlıyor, mizah dergilerinde gördüğün gibi bir espri. Niye? Çünkü o komik. Veya bir çizim koyuyorlar. Orada blok blok yazılar var. Ne oluyor, o artık çizgi roman değil. O blok blok yazılar edebi bile değil üstelik.

Şunu sormak istiyorum. Seyfettin Efendi’ni her şeyini sen yaptın ya; matbaasına kadar. Memnun musun bu kadar üstlenmiş olmaktan? Yoksa, sürecin bazı kısımları için “keşke bunu ben yapmasaydım” diyor musun?

Memnunum ya. Şöyle. Bunu başka bir yerde yaptırsaydım, bastırsaydım, reklamıyla, tanıtımıyla bu kadar uğraşmayacaktım. Şimdi onunla da uğraştığım için daha fazla duyuldu sanki. Kitabı basmış olmanız bir şey ifade etmiyor. Onu okutmanız gerekiyor. Şimdi mesela Türkçe dijital yayımlayayım diye düşünüyorum. Belki o ücretsiz olur. Yeditepe Canavarı’nın ikinci yılı olduğunda ücretsiz yayımlarız. Dijitali ücretsiz gitsin. Bunu bir yayınevine kabul ettiremezsiniz; ama belki benim satışım için daha iyi olur. Dolayısıyla kimsenin yanaşmayacağı şeyleri yapıyor olduk. Benim için daha iyi oldu. Bir de kafam rahat. Büyük firmada belki şunu yapmayalım, bu alınır, şunun gücüne gider denirdi. Şimdi öyle bir şey olmuyor. Karışan görüşen yok. Çok duyulmamanın cazibesi bunlar. Belki çok duyulsak, aman yapılır mı bunlar denecek. O yüzden, radar altında gidiyoruz, ben memnunum yani.

Kitabın senin elinden çıktıktan sonra raflara çıkması ne kadar sürüyor?

Oturup toplanıyoruz. İlke, Hakan, Emre bir de Yusuf. Yusuf balonlamalarımızı yapıyor. Bir okuyoruz. Ben Türkçe hatası çok yaparım, onları gözden geçiriyoruz. Bazen anlaşılmaz yerler varsa, onları da elden geçiriyoruz. Çizim aşamasında da gönderiyorum ben, eskiz aşamasında. İlke sağ olsun hiç okumuyor. Sonra gelince bunu değiştirelim diyor. Ben de artık çok geç, değiştiremem diyorum. Bir ay kadar, benim çizim rötuşlarım için gerek var. O arada balonlamaları falan hallediyoruz. Sonra matbaaya gidiyor. Matbaa da bir ay falan sallıyor. Çizim-yazı bittikten sonra iki, iki buçuk aya kadar çıkıyor. Bandrol vs. işleri zaten kolay işler. Onlar bir haftada hallediliyor.

Tekrar ahiret sorularına dönmek gibi olacak; ama neden tarihi kurgu? Neden günümüzde geçmiyor?

Aslında en önemli nedeni şu. Bunu, bugün yapsan bir sürü alınan adam çıkar ‘Vay efendim’ diye. Tarihte yapınca, geçmiş bir şey oluyor ya, yine biraz radar altından gitmiş oluyoruz. Bilimkurgu da öyledir. Galip Tekin için hep deriz ya. 80’lerde aslında toplumsal eleştirilerle dolu hikayeler yapıyordu; ama bilimkurgu olduğu için kimse umursamıyordu. İkinci yanı, bir Osmanlı Dönemi sevdası var ve o aslında iyi işlenmemiş. Bir de güzel olan Cumhuriyet Dönemi sevdası var ve o da yeterince işlenmemiş. Aslında o tarihte hem bizde, hem tarihte inanılmaz renkli insanlar var. Öyle bir dönem ki, Rasputin var, Tesla var, Picasso var. Dünya Savaşı var. Çanakkale var. Var oğlu var. Bunları tarihi olarak ele alanlar var. Bir Çanakkale savaşı en az 5-6 kere çizilmiştir. Hala da çiziliyor. Kurtuluş Savaşı çizilmiştir. Bu tip ne var, Yıldırım Kemal var, Kurtuluş Savaşı kahramanı olup kurgu olan; ki o da gerçek bir hikayeden esinlenme. Abdülcanbaz var; ama onun da tarihi tam belli değil. Yani yeterince yok demek de doğru değil; çünkü var aslında, ama yakın zamanda böyle bir şey yapılmamıştı. O yüzden onu, o zamanı oturttum. Bir de bilimkurgu olmasına karar vermiştim. İlk başta fantastik olabilir diye düşünüyordum; ama bu tipin çizgi romanda çok örneği var. Bizim İtalyanları biliyoruz zaten. Başka ülkeler çok bilmez; ama Martin Mystere, Dylan Dog hep böyledir. Hellboy, aynı şekilde çok fantastik. Şimdi burada bir tane de ben fantastik yapsam, onlara çok benzeyecek. O yüzden bilimkurgu olsun dedim. Bilimkurgu-fantastik ayrımının en bıçak sırtı olduğu zamanlardı onlar.

Tabii; çünkü her şey daha yeni yeni çıktığı için her bilim aracı, aslında biraz fantastik oluyor.

Tabii. Yani, psikoloji bile bilim mi, değil mi belli değil. Mesela, psikoloji için “ruh bilimi” diyorlar. Şimdi kullanmıyoruz; ama o zamanlarda böyle bir durum var. Dolayısıyla bu böyle tam bilimkurgunun olabileceği ve bir kırılma olabileceği bir dönem gibi geldi. Bir bilim kadını sokup, öyle eşyalar da soktuğumuz için. Böyle 1920’lerden başlayan bir kırılma, doğru bir zaman kırılması gibi geldi.

Seyfettin Efendi’de, kısa öykülerde yazar çizer farklılıkları var, uzun hikayelerde de ikinci kitabı Cihan Türe’yle yazdın; ama genel olarak aslında her şeyi tek yapıyorsun. Böyle çalışmayı önerir misin?

Ben yaptığımdan memnunum aslında. Yapmak isteyenlere de tavsiye ederim. Benim açımdan başka türlü olmuyor. Yorucu mu? Yorucu; ama ne olacak? Öbür türlü olsa daha moral bozucu olacaktı. Ben Seyfettin Efendi’yi bastıracak yer bulamadım. Mizah dergilerinde çıkaralım dedik, olmadı. Bir Resimli Roman Kahramanları edebiyat dergisinde çıktı iki sayı. O bizim kısa maceralarda da var. Dolayısıyla ben bunları bastıracak yer bulamadıysam başka insanlar da bulamaz diye bir fikrim var. Dolayısıyla kısa hikayeler öyle bir şeye dönüşecek. İlk bir-iki sayı sadece Seyfettin Efendi öyküleri; ama sonra arada başka öyküler de olacak.

Yeni yazarlar-çizerler için altın madeni aslında. Peki ya uzun hikayeler, Olağanüstü Hikayeler için böyle bir şey mümkün mü? Yani 12. ya da 13. sayıyı başka bir yazar ve başka bir çizer yapacak olabilir mi?

Bir noktadan sonra onu yeni birileri devralmalı. Zaten bizim çizgi romanımızı öldüren şey o. Tek adamın yazıp çizmesi.

Çizgiroman piyasasında olmanın en iyi yanı…

Az kişi var.

Bu kadar mı? O kadar kötü konuştuk. Bu işle ilgilenenlere biraz da umut vermemiz lazım.

Ama bu büyük avantaj. Dişe dokunur bir şey yaptığınız anda bir sürü kişinin ilgisini çekiyor. Konuşmacı olarak çağırıyorlar, jüri olarak çağırıyorlar. Başka bir sektörde olsanız, mesela roman yazsanız, ikinci kitabınızda çağırmazlar. Bir de alt kültür olduğu için, az kişi de olsa çok kaliteli ve aynı telden çaldığınız insanlarla tanışıyorsunuz. Hayatıma da renk geliyor.

Buradan sonrası öneriler-tavsiyeler oluyor artık. Şimdi, süperkahraman sineması ve televizyon dizilerinin popülerliği arttıkça, insanlar tekrar çizgi roman dükkanlarına girip çizgi roman almak istedi. Ve bu insanlar merak ediyorlar. Devasa bir külliyat var, envai çeşit çizgi roman, yığınla cilt var. Hangisinden başlayacağız? Ya da hangilerini tavsiye edersiniz. Ben Seyfettin Efendi’yle tavsiyelere başlayayım; ama Devrim Kunter’in tavsiyeleri neler?

Biz Kaptan Amerika’yı biraz biliyoruz. Demir Adam’ı biraz biliyoruz, o yüzden “Civil Wars” çizgi romanı var. “İç Savaş”. Onu tavsiye edebilirim. Gerçekten cesur bir çizgi romandır. Çok iyidir hikayesi.

Çizgi roman yapmaya heves edenlere önerileriniz nedir? Bir de hiç onları yönlendirebileceğiniz bir kaynak var mıdır? Bir kitap, bir site…

O tip bir site bilmiyorum. Vardır mutlaka ama… İşin doğrusu, çizgi roman farklı kültürlerden etkilenebilen bir şey. Çizgi romandan etkilenip onu taklit edeceğinize, bir kitaptan ya da filmden etkilenip çizgi roman yapmanız daha iyidir. Çünkü çizgi roman türü gereği B sınıfı bir iştir. Dolayısıyla, B sınıfı bir film izleyip B sınıfı bir film yapamazsınız. A sınıfı bir şeyle beslenirseniz, onun B sınıfını yaparsınız. B sınıfını baz alarak, hedefleyerek yaptığınız iş C sınıfı olur. Geçirdiğiniz zamanı doğru geçirmeniz çok önemli. Bir söz vardır ya, bir işte usta olmak için 10 bin saat gerekir diye. Çok doğru bir söz, tamam 10 bin saat gerekir; ama İstanbul trafiğinde her gün en az 1 saat geçiriyoruz. Ama o kadar saatin sonunda hiçbirimiz ralli şoförlerine dönüşmüyoruz; çünkü o zamanın bir amacı olmalı. O zamanı nasıl geçirdiğiniz önemli.


Ve işte böyle bitti. Kahve ve su eşliğinde bir buçuk saat, Devrim Kunter’den alabileceğim tüm cevapları aldım. Onun yaptığı işin özüne, sırrına ulaşabilirsem, o özütü çalabilirsem, belki bir gün benim de bu kadar güzel bir iş çıkarabileceğimi inandım.

Kadıköy’deki uzun sohbetimizin ardından Devrim Kunter Seyfettin Efendi’nin yeni macerası için çalışmaya gitti, bense ellerimde tuttuğum o özütü evirip çevirip, nasıl çalıştığını anlamak için…

Orçun Can

Alanya’da doğdu. Uzun süre Ankara’da, bir süre de İstanbul'da yaşadı. Uluslararası İlişkiler ve Sinema-Televizyon alanlarında öğrenim gördü. Kitapları Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkıyor, öyküleri Kafasına Göre Dergi ve Kayıp Rıhtım’da yayımlanıyor. Şu an Londra’da yaşıyor; metrolara, çift satır aralığına, kablosuz teknolojiye ve kırmızıya ilgi duyuyor.

Yorum Yap

Exit mobile version