Menu
in ,

Kayıp Rıhtım Özel: Dmitry Glukhovsky Röportajı

“Metro” serisinin yazarı Dmitry Glukhovsky ile İstanbul Kitap Fuarı’nda gerçekleştirdiğimiz çok özel röportaj, 10. Yıl Şenliklerimiz kapsamında sizlerle!

Ülkemizde daha önce Gürer Yayınları tarafından yayınlanan, daha sonrasındaysa Panama Yayıncılık tarafından tekrar dilimize kazandırılan Metro Serisi’ni duymayanınız yoktur sanırız. Gerek kitapları gerekse de 4A Games tarafından geliştirilen bilgisayar oyunları aracılığıyla son yılların en meşhur kıyamet sonrası senaryolarından biri ne de olsa kendisi.

Karanlık bir gelecekte, nükleer savaş sonrası Rusya’nın uçsuz bucaksız metro tünellerinde yaşam mücadelesi veren insanların başından geçenleri konu alan seri biraz S.T.A.L.K.E.R. biraz da Fallout havasında geçer. Tabii bol bol Rus kültürüyle yoğrulmuş olarak.

İşte dünyaca ünlü bu serinin yazarı Dmitry Glukhovsky, geçtiğimiz kasım ayında gerçekleştirilen Tüyap İstanbul Kitap Fuarı’na konuk olmuş ve hayranlarıyla sohbet edip kitaplarını imzalamıştı. Biz de fırsat bu fırsat diyerek kendisiyle özel bir röportaj gerçekleştirdik.

- Reklam -

Değerli vakti için Dmitry Glukhovsky’ye, eşsiz misafirperverliği ve bize bu imkânı tanıdığı için başta İlker Bey olmak üzere tüm Panama Yayıncılık ailesine, teknik konulardaki desteğinden ötürü Yankı Akoğlu’ya teşekkürlerimizi sunuyor, sizleri röportajımızla baş başa bırakıyoruz.

* * *

Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Bugün Bay Glukhovsky ile beraberiz. Kendisi Metro Serisi’nin yanı sıra maalesef dilimize çevrilmemiş olan Futu.re adlı bir ütopyanın yazarı.

Henüz çevrilmemiş.

Henüz çevrilmemiş olsun o zaman. Umarım şu sıralar çeviri aşamasındadır. İstanbul’u beğendiniz mi?

Aslına bakarsan şehre daha yeni geldim. Başka yerlerini de görebilmeyi umuyorum. Yayıncım bu sabah beni Boğaz’a götürdü. Çok çarpıcı, çok güzeldi. Ama tüm şehir hakkında bir yorumda bulunabilecek kadar yer görmedim daha. İstanbul’u çok merak ediyordum çünkü bu benim Türkiye’ye ikinci gelişim. İlkinde tipik bir Rus turist gibiydim; Bodrum’a git, denizi gör ve haftalarca hiçbir şey yapma. İlginçti ama bunun gerçek Türkiye olduğunu sanmıyorum. Bu sefer şehrin daha büyük bir bölümünü görmeyi ve tadını çıkarmayı umuyorum.

Sanırım tarihi mekânları kastediyorsunuz?

Eh, evet… Hem tarihi mekânları hem de yaşam alanlarını. Yaşam, buradaki yaşamı görmek istiyorum, anlarsın ya. Gerçek mekânları görmek istiyorum, turistik bölgeleri, ibadethaneleri ve onun gibi şeyleri değil.

Daha önce de dediğim gibi, adım İhsan Çağatay Boz. Kayıp Rıhtım’ı temsilen buradayım. Kendisi Türkiye’nin en prestijli edebiyat sitelerinden biridir. (Glukhovsky bu noktada yerlere kadar eğiliyor.) Hayır, hayır, lütfen! Kısa süre önce hem kitaplarınızla hem de oyunlarla ilgili eksiksiz bir inceleme yazdım. Hayranınızım demek kulağa biraz çocukça geliyor ama eserlerinizi gerçekten çok beğeniyorum. Size sormak istediğim birkaç sorum var, vaktinizi fazla almayacağım ve bunu sorun etmeyeceğinizi biliyorum. Daha önceki tüm röportajlarınızı—

(Gülüyor) Kes şunu lütfen. Yoksa egom öyle bir tavan yapacak ki senden sonra benimle röportaj yapmaya kalkan gazetecilerle iletişim kurmam imkânsız olacak. Altın bir heykel gibi öylece oturacağım.

Soru bombardımanına başlıyorum o zaman.

Devam et.

Edebiyatla tanışmanız nasıl oldu? Bir Rus’a bunu sormak biraz ironik aslında çünkü çok derin bir edebiyatınız var. Tolstoy, Dostoyevski, Turgenyev…

Eh, sanırım bundan daha önce başladı. Bizde şöyle bir gelenek vardır: Aileler çocuklarına çok küçük yaşlarda kitap okumaya başlar ve yavaş yavaş bunun tadına varmalarını sağlarlar. Altı yaşıma bastığımda kendi kendime okumaya başladım. Üç yaşındayken harfleri öğrenip yavaş yavaş okumaya başlamıştım zaten. Ama kendi kendime kitap okumaya başlamam altı ya da yedi yaşındayken oldu. Kocaman bir kütüphanemiz vardı; içinde hem Rus hem de dünya edebiyatından çocukların okuyabileceği bir şekilde sadeleştirilmiş eserler bulunuyordu. Yunan şiir ve efsanelerinden, 19. yüzyıl Batı edebiyatına, 20. yüzyıl eserlerinden Karel Čapek’in kitaplarına ve Doğu’dan gelen çok eski eserlere kadar bir sürü şey. Sanırım edebiyat kökenim oradan geliyor.

Okumayı hiç bırakmadım. Okul yıllarımda bir bilimkurgu hayranına dönüştüm, o nedenle çoğunlukla o türde kitaplar okuyordum. Ama on altı yaşıma bastığımda muhtemelen bilimkurgudan ve genel olarak tahmin edilebilirliğinden sıkılmış olmalıyım ki Latin Amerikalıların büyülü gerçeklik romanlarına yöneldim. Gabirel Garcia Marquez, Carlos Castaneda, Jorge Luis Borges ve bunun gibi şeyler. Sonra 20. yüzyıl Batı edebiyatına kaydım, sonra da her türden kitap okur oldum. Artık rastgele okuyorum. Aslına bakarsan şu sıralar Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi adlı romanını okuyorum.

Gerçekten mi? Size sormak istediğim son soru buydu ama cevabını şimdiden vermiş oldunuz.

Evet.

Ruslar hem bilimkurgu hem de kıyamet sonrası alanlarında çok başarılı bir mirasa sahip. Stanislaw Lem, Strugatsky Kardeşler—

Lem Polonyalıydı.

Evet, biliyorum. Şunu “Sovyetler” olarak genelleyelim o zaman.

Ah, Sovyetler. (Gülüyor).

Bir de Mikhail Bulgakov var elbette, en sevdiğim yazarlardan biridir. Bu durumun oradaki ülkelerin Sovyetler-sonrası politik yapısıyla bir ilgisi var mı dersiniz?

Eh, her şeyden önce muazzam bir edebiyat geleneğimiz olduğunu biliyorsunuz. Ancak Türkiye de dâhil olmak üzere pek çok ülkenin aksine önemli siyasi ve sosyal meseleleri basın-yayın organları aracılığıyla açıkça konuşamamanın acısını daima çektik. Rus medyası her zaman sansürlendi ve hep devlet kontrolü altında oldu. Ya da devletle alakalı kişilerin elinde. Bu, Rus İmparatorluğu zamanında da böyleydi, Sovyetler zamanında da. Ve şimdi de öyle. O nedenle tuhaftır ki edebiyat kültürel, tarihî, sömürgesel, siyasi ve sosyal meselelerin özgürce tartışılabileceği tek ortam hâline geldi. Geri kalan her şey sansürlenir ya da bir propaganda aracı olarak kullanılırken edebiyat ise bu tür şeyleri özgürce tartışabileceğimiz tek pencereydi.

Sovyet şairlerimizden Yevgeny Yevtushenko bir keresinde, “Rus bir şair, sıradan bir şairden çok daha fazlasıdır,” demiştir. Edebiyat bizim için geçmişimizi tartışabileceğimiz, toplumun gidişatını sorgulayabileceğimiz ve tüm sosyal meseleler üzerine kafa patlatabileceğimiz bir şey. Ahlaki konuları da öyle. İşte edebiyatımızı eşsiz kılan şey tam olarak bu. Ek olarak, kendinizi kaçınılmaz olarak kıyaslayacağınız çok büyük yazarlara da sahip. O seviyeyi yakalamaya ya da çıtayı yükseltmeye çalışan, kendilerinden sonra gelenlere ilham veren ustalara.

Pekâlâ. Şimdi favori soruma geçiyorum. Sizi Metro Serisi’ni yazmaya iten ana etmen neydi? Tüm o dünyayı yaratmaya? Çünkü ilk kitabı on yedi yaşındayken yazmaya başladınız ve bu oldukça eşsiz bir şey.

Beni Metro Dünyası’nı yazmaya iten şeylerin arasında kitapları, filmleri ve video oyunlarını sayabiliriz. Çok büyük bir Fallout hayranıyımdır. 3D olanı oynamadım çünkü hikâyenin içine girmek benim için fazla zordu, anlarsın ya? Ama ilk oyunlar başkaydı, sınava hazırlanmak yerine onları oynardım. Hem de gece gündüz. Bir keresinde, Kudüs’teki üniversite yıllarımda kendimi oyuna çok fena kaptırmıştım. Yurttaydım ve spagetti pişiriyordum. Oyunda o kadar heyecanlı bir yere gelmiştim ki makarnayı süzmek için koşa koşa mutfağa gittim ve yanlışlıkla tenceredeki tüm kaynar suları üstüme döküp bacaklarımı yaktım. Sonra da bir yıl boyunca güneşe çıkamadım. Fallout’u o kadar çok seviyorum işte. Tabii bir de Strugatsky Kardeşlerin kitapları, bilhassa da Uzayda Piknik var.

O kitap Tarkovsky’nin Stalker filmine de ilham kaynağı olmuştu.

Evet, aynen öyle. O filmden ilham alan S.T.A.L.K.E.R. oyununun da üzerimde etkisi büyüktür.

GSC Games’in oyunuydu, değil mi? 4A Games’in eski çalışanlarının stüdyosu.

Evet, ta kendisi.

Ben de o oyunun büyük bir hayranıyımdır. Atmosferi ve geri kalan her şeyi beni çok etkiler.

Evet. Strugatsky Kardeşlerin The Doomed City adlı başka bir kitabı da benim için önemlidir. Diğeri kadar ünlü değildir ama onun da harika bir atmosferi vardır. Tam olarak kıyamet-sonrası denemez, daha çok terk edilmiş şehirlerle ilgilidir. Boşalan şehirler.

Pripyat gibi mi?

Evet ama daha mecazi anlamda. Gerçek dünyanın farklı çağlarından kaçırılan, farklı kültürlere ve dillere sahip insanların hikâyesini konu alır. Hepsi birden bu tuhaf şehre getirilir; aynı dili konuşmaya başlarlar ve aynı şeyleri yaşamışlardır ancak hiçbiri günümüz dünyasından nasıl kaçırıldıklarını ve oraya nasıl getirildiklerini bilmez. Üzerlerinde yapılan deneylerin amacını ve yöntemini de anlayamazlar. Tamamen tahmin edilemezdir. Ve bir noktada şehirden ayrılıp seyahat etmeye başlamaya karar verirler. Bir zamanlar insanların yaşadığı boş, eski, terk edilmiş şehirleri dolaşırlar. Yaban arazilerde, bomboş topraklarda, şehirlerde ve terk edilmiş dairelerde gezdikleri bu bölümlerde atmosfer harikadır. Mobilyalar, merdivenler, insanların geride bıraktığı fotoğraflar, şehirdeki bölgelerin havası muhteşem bir şekilde tasvir edilmiştir. Metro’yu yazarken ilham aldığım şeylerden biri de işte budur.

Öğrencilik yıllarınız için bir keresinde, “Neredeyse Metro’da yaşıyor sayılırım,” demiştiniz. Çünkü Artyom’un yaşadığı istasyonun yakınlarında, Exhibition civarında kalıyordunuz, değil mi? İstasyonların ve insanların tasvirleri o kadar net ki umutsuzluklarını, çaresizliklerini gözünüzün önüne getirebiliyorsunuz kitabı okurken.

Evet, on yaşından beri kullandığım ulaşım sistemi buydu. Saat ondan dörde kadar. Buna ek olarak Artyom’un gittiği yol, benim de her gün kat ettiğim yoldu. Yani Exhibition’dan Arbat’a giden hat. Bu sebepten ötürü o istasyonları çok iyi biliyorum.

Peki ikinci kitap hakkındaki görüşleriniz neler? Zira Metro 2034, birinci ve üçüncü kitaptan epey farklıydı. Açıkçası, sahip olduğu politik altyapıdan ötürü, benim favorim üçüncü kitaptı. Buna daha sonra değineceğim zaten. Metro 2034 daha çok “yüzeydeki hayatı özleyen insanlar” üzerine yazılmış bir kitap gibi.

Aslında ne biliyor musun, en çok korktuğum şeylerden birisi şuydu; sürekli aynı şeyleri tekrar tekrar yazan, ticarî bir yazara dönüşmek, tek bir kitapla anılmak. Çünkü ilk kitap iyi sattı. Tamam, güzel, ilk kitabın başarısı konusunda şanslıydım, ama zaman geçtikçe yeni fikirler ve düşünceler gelişti ve çeşitliliği arttırmak istedim, farklı şeyler yapmak istedim. Tekrardan Metro evrenine geri dönüyor olsam da daha farklı bir bakış açışı vermek, aynı dünya ve ayarlarda bambaşka bir şey yaratmak istedim. Ve sanıyorum ki başarısız oldum. Kitaplarım arasındaki en başarısız olanı Metro 2034, finansal olarak değil fakat hikâye olarak. Temel olarak Metro 2034‘ün bir roman olduğunu düşünmüyorum, daha çok uzun öykü gibi. Bu konuda ziyadesiyle eleştirelim.

Benim favorim Metro 2035.

Kesinlikle, on üzerinden on.

Metro 2033 ben yirmi beş yaşındayken basıldı, Metro 2035 ise on yıl sonra geldi. 2035, benim için 2033’ü tekrardan ziyaret etmekti. On yıl daha yaşlanmış bir hâlde tabii; daha tecrübeli, daha akıllı bir şekilde. Başka bir deyişle 2035, “Dünya nasıl inşa edildi?” sorusunu soruyor, çünkü bünyesinde sosyal yapısökümcülük ve eleştirinin yanı sıra dinlerin ve ideolojilerin nasıl vazife gördüğü de mevcut. Metro 2033’te genç birinin kendi küçük dünyasından çıkarak daha büyük bir dünyaya gittiği vakit dinlerin ve ideolojilerin onu nasıl yönlendirdiği vardı. 2034 genel itibariyle “aşk hikâyesi” gibi bir öyküydü fakat yeterince hazır değildim bunun için. Sonuç olarak “hiçbir şey” üzerine bir kitap oldu. Sonrasında yedi yıl boyunca bekledim, tam olarak kendimi bu sulara tekrar girmek için hazır hissedene kadar. Ve 2035, 2033’ün altüst olmuş hâliydi. Birinci ve ikinci kitapta öğrendiklerimizi farklı noktalardan ve açılardan tekrar anlatan bir eser oldu. Bütün bunları farklı bir perspektiften ele alabilecek seviyeye gelmek epey uzun zamanımı aldı, çünkü kendimi tekrar edip aynı şeyleri tekrar tekrar yazmak istemedim.

Tabii Metro romanları arasında yazdığım başka kitaplar da oldu. İlk eserim Metro 2033’tü, ardından Soemerki adlı kitabım geldi, onu Metro 2034 takip etti. Ardından kısa siyasi öykülerimi içeren Stories Of Motherland çıktı. Sonra Futu.re, sonra da Metro 2035. Kısa süre önce, haziranda çıkardığım son kitabım Tekst’in ise bilimkurguyla alakası yok. Tamamen gerçekçi bir eser.

Anlaşılan Metro 2035 için çok iyi hazırlanmışsınız çünkü tüm kitabı iki gecede bitirdim. Aslında tek oturuşta bitirecektim ama bir kısmını sonraya bırakmak istedim. Şimdi soracağım soruya daha önce kısmen cevap verdiniz. Ama benim asıl merak ettiğim kitabın politik yapısı. Bir keresinde hükümetlerin kanımızla ve terimizle beslendiğini, insanları tıpkı hayvanlar gibi birbirini yemeye sevk ettiğini söylemiştiniz. Bunu tecrübe etmek için Rusya’ya gitmeme gerek yok çünkü Türkiye’de de daha önce hiç görmediği kişilerden nefret eden binlerce insan var. Kısacası, üçüncü kitabın politik yapısı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Evet, Metro 2033’teki politik ve sosyolojik gözlemlerim daha çok teorikti. Yirmi yaşındayken tarih kitaplarını okuyarak hayal ettiğim dünyanın yapısı o şekildeydi çünkü. Metro 2035 ise Kırım’da yaşananlardan, Ukrayna’yla yaptığımız savaştan, Putin hükümetinin yaptıklarından sonra yazıldı. Ukrayna’da hiçbir zaman söz sahibi olmayan “Naziler” yaratarak Kırım’ı aldık.

Donbass ve Luhansk’ı destekleyerek.

Evet, temel olarak orada bir iç savaş varmış gibi yapıp Ukrayna’da bir savaş başlattık ve bir zamanlar kültürel, tarihsel, ulusal ve dinsel anlamda en yakın müttefikimiz olan bir ülkenin bazı bölümlerini topraklarımıza kattık. Sovyetler Birliği’ni oluşturan pek çok sömürgenin aksine, Ukrayna bizim kurucu ortağımızdı ve başından beri bizimle beraberdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri kardeşin kardeşe kıydığı en çılgın savaşlardan biri bu.

Üzücü bir durum.

Çok üzücü. En şaşırtıcı yanıysa tüm halkın beyninin bu kadar kolay yıkanması ve bunu gücünü kaybeden bir hükümetin komşularımıza, kardeşlerimize yaptığı bir saldırı olarak değil, iktidara gelen hayali Nazilere karşı kendimizi savunmak için yaptığımız bir eylem olarak görmesi. Çok uzun bir zamandır süregiden bir savaş propagandasıydı bu ve Türkiye’nin aksine artık tek bir bağımsız TV kanalımız yok. Hepsi de hem politik hem de finansal olarak Putin’e ait, dolayısıyla başkan olarak onları hem yönetiyor hem de kontrol ediyor. Ve bu çok çılgınca. Farklı görüşleri olan insanların düşüncelerini paylaşabileceği sadece bir gazetemiz, bir radyo kanalımız ve birkaç internet sayfamız var. Medya organlarının geri kalanı kör bir propaganda aracı vazifesi görüyor. Ben de sadece olanları izliyorum. Bilirsin ya, nüfusun yarısı, hatta kritik analizler yapabileceklerini düşündüğün arkadaşları bile çıldırıp her şeye körlemesine inanıyor. TV size her gün yeni gerçekler anlatıyor. İnsanların ne kadar kolay manipule edilebildiğini ve imparatorluk nostaljisinin ne kadar güçlü olduğunu… Eski görkemimize nasıl özlem duyduğumuzu. Biliyor musun, sanırım bu bütün eski imparatorluklar için geçerli. Türkiye de buna dâhil. Siz Osmanlı İmparatorluğu’nu özlüyorsunuz, Macarlar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu, İngilizler ise Britanya İmparatorluğu’nu. Amerikalılar artık bir imparatorluk sayılır, o nedenle onların böyle bir sorunu yok.

Almanlara hiç girmeyelim o zaman.

Evet, evet. (Gülüyor.) Almanlar da uzun bir süredir Amerikanlar tarafından eğitildikleri için şimdilik pek seslerini çıkarmıyorlar. Ama derinlerde bir yerde her ülke gibi onlar da eski görkemli günlerinin hayalini kuruyorlar. Ruslar da öyle. Ama hiç hoşuma gitmeyen başka bir gözlem varsa o da ikiye bölünmüş bir dünyada yaşamaya ne kadar alıştığımızı görmek. Bir yarısı iyi, diğer yarısı kötü. Neyin iyi neyin kötü olduğuna ve bu sonsuz savaşın bize ne denli bir amaç hissi aşılayacağına onlar karar veriyor. Bunun bizi ne kadar değerli hissettireceğine. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından geçen yirmi yıllık sürede, insanlar canları ne isterse yapmakta özgür, hükümetse para kazanıp sınır ötesi bankalara yatırmakla meşgulken bile o zamanlara özlem duyuluyordu. İşin kötü tarafı, hükümet para suyunu çekmeye başlar başlamaz insanları nasıl manipüle edebileceğini düşünmeye başladı. Onları… nasıl desem… nasıl yeniden beyinsiz aptallara dönüştüreceklerini düşündüler. Kendilerine sadık kalmaları için. Ama histeri derecesinde sadık.

Size ne kadar büyük olduğunuzu, geri kalan herkesin sırf bu yüzden kötülüğünüzü istediğini, Batı’nın size diz çöktürdüğünü, tekrar ayağa kalkmaya çalıştığınızı ve komşularınıza saldırdığınız için değil, sizden korktukları için değil herkesin size düşman kesildiğini iddia eden yalanlara inanmaya bu kadar hazır olduğumuzu keşfetmek benim için oldukça kötü bir deneyim oldu. Diğer halkların size hiçbir zaman güvenmediğini, size diz çöktürmek istediklerini, kimseye güvenemeyeceğinizi söylüyorlar. Sanki siperlere, savaş durumuna geri dönmek gibi bu. İnsanlar bu fikri çok rahatlatıcı buluyor. Barış yerine soğuk savaşı tercih ettiklerini görmek çok rahatsız edici.

Bu tür konuların kitaplarımda çok doğal ve gerçekçi görünmesinin sebebi de bu çünkü tüm bu anlattıklarım romanımı yazdığım sırada benim etrafımda yaşanan şeyler. Ve bunlar sadece Rusya’ya özgü şeyler değil elbette, evrensel şeyler bunlar. Almanlar bunları 30’larda yaşadı, diğer ülkeler de tam şu sıralar yaşıyor. Elimizde Kuzey Kore ve İran gibi örnekler var. Türkiye de şu sıralar o yöne doğru gidiyor.

Sayılır.

Evet, sayılır. Biz de öyle. Ve tüm bunların bu kadar evrensel olması çok rahatsız edici. Görüyorsun ya, insanları bazı propaganda numaralarıyla koyun sürülerine dönüştürmek evrensel bir şey. Burada icat edilmedi bunlar, ya da Rusya’da. Aksine, 1930’larda bizzat Goebbels tarafından oldukça ayrıntılı bir şekilde tarif edildiler. Haberleri nasıl çarpıtacağınız—

Kitleleri nasıl kontrol edeceğiniz.

Kitleleri ve medya organlarını nasıl kontrol edeceğiniz, onları nasıl manipüle edeceğiniz. Hepsi tarif edilmiş, biliyor musun? Tüm bunlar Almanya’da kusursuz bir şekilde yapıldı. Ve Almanlar kendilerini hem insancıl hem felsefi hem de dinî açılardan Avrupa’nın en gelişmiş toplumu olarak görüp bununla gurur duyuyorlar.

On yıl içerisinde tüm ülkeleri koyun sürülerine çevirecekler. Bu çok çılgınca! İşte bu yüzden ben de bunu yıkmaya ve neyin nasıl yapıldığını göstermeye çalışıyorum. Kitabım aslında Rusya’nın son birkaç yılını anlatıyor tabii ki. Çünkü yeni 1984’ü yazmanın vaktinin geldiğine gerçekten ikna olmuştum ve gelecekte yaşanacakları anlatmaya çalıştım. Neyse ki histeri duygusu şu sıralar biraz azaldı. Çünkü bu histeriyi çok yukarı çektikleri takdirde bir daha asla halkı sakinleştirmeyeceklerinden mantıksızlık seviyesinde korkan insanlar tarafından yönetiliyoruz. İnsanların içindeki bu rezonanstan korktular. Bir iç savaş, bir cadı avı, komşularıyla bir savaş başlatmaya bu kadar hazır olmalarından.

Suçu başkalarına attılar.

Casusları suçladılar, Amerikalılar, liberalleri, artık her kimse. Düşman aradılar. Ekonomik durum kötüye gittiğinde halkın dikkatini başka birine, başka bir şeye yönlendirmen ve düşman aramaya başlamalarını sağlaman gerektiği çok açık. Ya da hayali bir mücadele başlatman. Bu her yerde olan bir şey.

Kitapta olduğu gibi. Aslında varolmayan, hayali düşmanlar. Ya da farazi nükleer mühimmatlar.

Evet, aynen öyle. Ya da insanları bölüp kontrollü bir biçimde birbirleriyle mücadele etmelerini sağlayarak da yapılabilir bu. Asıl sorun kontrolden çıktıklarında başlıyor. Ama bilirsin ya, bir araya gelip hükümete karşı savaşmalarına engel olmak için laiklerle sağcıları veya milliyetçilerle komünistleri birbirine düşürüyorsun. Bu her yerde oluyor. O nedenle kitabımın Türkiye’de ilgiyle okunması beni gerçekten memnun ediyor.

Röportajın devamı için sonraki sayfaya geçiniz.

Gerçekten de harika bir kitaptı. Ayrıca çevirisi de öncekilere nazaran çok daha iyiydi, aradaki farkı hissedebiliyorsunuz. Soluksuz okudum, iki gecede bitiverdi. O kadar iyiydi ki ben de kitaba kusursuz bir biçimde uyan siyasi yapısını size sormak istedim. Bessolov insanları yalanlarla kandırıyor. Biri çıkıp doğruları söylüyor, bu uğurda savaşıyor ve karşılığında adamakıllı daya yiyor. Ama hiçbir zaman vazgeçmiyor Khan’ın dediği gibi, en karanlık gecenin derinliklerine bakacak kadar cesareti olanlar…

…ışığı ilk görenler olacaktır. Evet.

Işığı, aynen. Müsaade ederseniz internet yayıncılığı hakkında da bir şeyler sormak istiyorum. İlk Metro kitabınızı internet üzerinden yayımladınız ve bu bir tür interaktif deney hâline geldi. Başlangıçta Artyom serseri bir kurşuna kurban gidiyordu.

Evet, doğru! Hikâyeyi biliyorsun!

Evet, hakkınızda çok kapsamlı bir araştırma yaptım. Ama aynı şeyi Futu.re romanınız için de yapıp eserinizi internet üzerinden yayınladınız. Ancak artık sadece ülke çapında değil, tüm dünyada çok ünlü birisiniz ve kitabınız çok başarılı oldu. Bu oldukça alışılmadık bir durum. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? İnsanların hikâyelerini ve romanlarını internet üzerinden yayınlamaları konusundaki düşünceniz nedir? Herhangi bir tavsiyeniz var mı?

Eh, evet. Bu benim için sadece basit bir hesaplamadan ibaret. Hikâyelerimin mümkün olabildiğince çok kişiye yayılmasını istiyorum ve açgözlü biri değilim. Beni okuyan herkesten para almayı beklemiyorum. Ama kitaplarımı beğenirlerse ileride bir gün, okullarını veya üniversitelerini bitirdiklerinde gidip basılı bir nüshasını da alacaklardır. Sadece eski güzel günleri hatırlamak için. Ya da bir arkadaşlarına hediye etmek. Yapmasalar bile benim adıma mücadele veren okurlarım oluyor. Yani senin anlayacağın bu viral bir şey. Dünyadaki her kuruşu kazanmaya çalışmıyorum ve bunu başarmanın yolu da bu değil zaten. Bunu başarmak için kitabınızı filme çektirmeniz falan gerekir. İşte o zaman işin pazarlama boyutu çok büyük olur ve insanlar kitabı merak edip okur. Yazarlık yaparak zengin olabilmenin yolu budur. Her neyse, edebiyat bir servet edinmenin ideal bir yolu değildir. O yüzden ilk amacım kendimi tatmin etmek çünkü bunu yapabilirim, bunu yapmayı seviyorum, kendimi bu şekilde kusursuzlaştırabilirim. Ardından fikirlerimi yapabileceğim en iyi şekilde, mümkün olduğunca uzaklara yayarım.

Hikâyelerinizi okutarak mı?

Evet, aynen öyle. Havalı bir hikâyem oluyor ve onu bir şekilde anlatmak istiyorum. Fikrimi ve düşüncelerimi yayıyorum. Temelde hepsi güzel fikirler. Birbirinizi öldürmeyin, hükümetlerin size söylediklerini sorgulayın çünkü sizi manipüle etmeye çalıştıklarını biliyorsunuz, size sunulan hazır gerçeklere inanmaktansa kendi aklınıza inanın.

Yazar Dmitry Glukhovsky ve ekibimizden İhsan Çağatay Boz

Sanırım bu işin en sevdiğiniz yanı bu. Pekâlâ, biraz da Metro oyunlarından bahsedelim. Kitaplardan uyarlanan çoğu oyun, eserin havasını ve atmosferini yansıtmaktaki başarısızlıklarıyla ünlüdür. Ama Metro söz konusu olduğunda oyunlar bunu kusursuz bir şekilde gerçekleştiriyor. Çünkü kitapları okurken kendimi boğuluyormuş gibi hissediyor, Artyom’un acısını ve ızdırabını paylaşıyorum. Oyunlardaysa gaz maskemi takıp yeryüzüne çıktığımda… bence Metro oyunları şimdiye dek yapılmış en iyi uyarlamalardan biri. Sanırım bunun sebebi 4A Games’le ve stüdyodaki Ukraynalı elemanlarla birlikte çalışmanız. Bu konuya eklemek istedikleriniz var mı?

Her şeyden önce biz – hem ben hem de stüdyodaki oyun geliştiricileri – aynı kuşaktan geliyoruz. Sovyet Cumhuriyeti’nin, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü yaşayan nesilden. Yani bir nevi küçük bir kıyamet yaşadık, anlıyorsun ya?

Siyasi istikrarsızlık yüzünden falan mı?

Her şey. Bir baloncuğun içinde yaşıyorduk. Dışarıyla bağlantımız yoktu, hava geçirmez bir dünyada yaşıyorduk. Kendi siyasi yapısı, geçmişe ve geleceğe dair kendi fikirleri vardı. Geleceğimizi komünist bir proje üzerine kuruyorduk. Oldukça metodolojik bir geçmişimiz vardı. Devrim, Lenin, Stalin… Eser miktarda gerçek, bol miktarda masal ve efsane. Çok küçük yaşlarda, henüz anaokulundayken Lenin’in ne kadar iyi biri olduğuyla ve köylülerle, işçilerle, herkesle nasıl ilgilendiğiyle alakalı hikâyelerle eğitiliyordunuz. Dünyanın ne kadar âdil bir yer olduğuyla… Ne toplu idamlardan ne de 30’lardaki dehşetlerden bahsediliyordu.

Büyük Temizlik.

Evet, temizlikle ilgili hiçbir şey öğretilmiyordu. Sadece Sovyetler Birliği’nin ideal resmini görmenize izin veriliyordu. Kültürümüz de oldukça spesifikti çünkü Rus kültürüne dair pek çok şey kesilip atılmıştı. Ek olarak, Batı’dan soyutlanmış şekilde yaşıyorduk elbette; orada yaşanan her şey devasa bir süzgeçten geçtikten sonra bize ulaşıyordu. İşte bu yüzden Stalin tarzı bir mimariye sahibiz. Dünyanın beşte birlik kısmını kaplayan, oldukça tuhaf ve ilginç olan küçük bir dünyaydık. Derken hepsi tek bir gecede yıkılıverdi. Puf! Artık yoktu. Siyasi sistemi, coğrafyası, kültürü… Diğer ülkelerin hepsi bağımsızlığını ilan etti. Geleceğe dönük vizyonumuz artık komünizm değildi. Yarın ne olacağına dair hiçbir fikrimiz yoktu. Herkes günü kurtarmaya bakıyordu, ya da yarını. Gelecek sene ne olacaktı? Dedelerimiz ne uğruna ölmüştü? Hiçbir fikrimiz yoktu. Komünizm projesi de öyle…

Komünizmi özlediğimi söylemiyorum, sadece gelecekle ilgili planlarımızın nasıl yıkıldığını ve birdenbire amaçsızca yaşamaya başladığımızı anlatmaya çalışıyorum. Tüm çektiğimiz acıların, babalarımızın ve dedelerimizin katlandıklarının boşa çıktığını… “Komünizmi inşa ediyoruz,” diyen insanlar ansızın, “Artık komünizm yok,” demeye başladılar. Birdenbire para kazanmaya başladık, herkes mutluydu ama tamamen kaybolmuştuk, anlıyorsun ya? Bunun yanı sıra şehirler de bozulmaya başlamıştı. Yolların, binaların, ekipmanların, arabaların ve uçakların bakımını yapacak paramız kalmadı. Uçaklar paslanmaya ve düşmeye başladı. Ne sokakları ne de evleri tamir edebiliyorduk, dolayısıyla çatlayıp dökülmeye başladılar.

O zamanlar gençtim. 12 ila 16 yaşlarımda. Orada, çürüyüp giden bir şehirde yaşıyordum ve bu gözüme çok güzel görünüyordu. Yani çürüyen şehirler estetik açıdan hoşuma gidiyor. Çatlakları, düşen parçaları, küfü seviyorum. Bana güzel geliyor. Eskiden görkemli olan bir şeyin çürüdüğünü görmeyi seviyorum.

Evet, aynen. Nostalji.

Eski görkemlerin nostaljisi, güzel zamanların anısı. Bunun Ortaçağ-vari bir yanı da var. Bu aralar Yuval Harari’nin Sapiens kitabını okuyorum. Ortaçağ yıllarından, insanların en görkemli zamanlarını geride bıraktıklarını sandığından bahsediyor. 90’larda bizim hissettiğimiz şey de aşağı yukarı buydu. En görkemli yıllarımızı geride bıraktığımızı, eski günlerimize bir daha asla dönemeyeceğimizi ve gelecekte bizi sadece karanlığın beklediğini düşünüyorduk.

Aynı şey Ukrayna için de geçerli elbette. 4A Games’teki geliştiriciler benimle tamı tamına aynı kuşaktan geliyorlar. O nedenle duygusal anlamda benimle aynı hisleri paylaşıyor ve geçmişe dönük bir pişmanlık, geleceğe yönelik bir korku ve çürümeye karşı bir sevgi duyuyorlar.

Ve bunun sonucunda da ortaya bir şaheser çıktı. Metro 2033 bence çok iyi bir FPS. En sevdiğim ilk üç oyun arasında yer alıyor hatta.

Evet, kesinlikle.

Oyunları siz de oynadınız, değil mi?

Evet, oynadım. Ama bitirmedim çünkü bana karışık geldi, zordu.

Peki kendinizi nasıl hissettiniz? Çünkü kitaplarınızı çocuklarınız gibi gördüğünüzü söylüyorsunuz ve o çocuklar çok başarılı birer FPS hâline geldi.

Sanırım onları oynayan birine eşlik etmeyi tercih ederdim. Yanında oturup oyunu oynayabilen arkadaşlara ihtiyacınız var çünkü 30’lu yaşlarınıza geldiğinizde—

İyi ama henüz çok gençsiniz.

Bir yazar için gencim. Bir manken ya da balet için değil (Gülüyor). Belli bir yaştan sonra oyun oynarken sıkılıyorsunuz. Kısa süre önce Fallout 4 oynayabilmek için kendime bir PS4 aldım. Geniş ekran televizyonumun karşısına geçtim, iki haftalık yılbaşı tatilimi oyunun başında oturarak geçirdim ama bir türlü kendimi hikâyeye kaptıramadım, biliyor musun? “Hadi ama, bana biraz hikâye göster,” deyip durdum. Sadece koşup ateş etmek bana göre değil, çok sıkıcı. Oyunun düzgün bir senaryosu yok. On dört yaşındayken DOOM gibi oyunlar için heyecanlanabilir, etrafta koşturup önüne geleni vurabilirsin. Ama 30’una vardığında biraz hikâye görmek, kendini kaptırmak istiyorsun.

Evet, silahımı kapıp herkesi öldürmeyi ben de sevmiyorum. Çok anlamsız geliyor, değil mi?

Heyecan vermiyor, hepsi bu.

Ama Metro oyunları öyle sayılmaz. Çünkü isterseniz gizli gizli isterseniz de ateş ede ede ilerleyebiliyorsunuz ve hikâyeyi de gayet güzel bir şekilde anlatıyor. Zaten ben de bu yüzden sormak istemiştim.

Evet, 4A Games’teki geliştiriciler atmosfere çok önem veren, son derece yetenekli insanlar. Ek olarak hem S.T.A.L.K.E.R.’ın hem de tüm Metro oyunlarının ara sahnelerini hazırlayan geliştiriciden harika bir yönetmen olur. Tüm o duygusal sahneleri düşünüp hazırlıyor ve her şey onun söylediği gibi oluyor. Harika biri. Onlarla çalışmış olmaktan gurur duyuyorum ve önümüzdeki yıl çıkması planlanan yeni oyunun güzel olacağını umuyorum.

Son sorulara geçiyorum. Şu sıralar ne okuyorsunuz?

Bugünlerde Orhan Pamuk okuyorum. Masumiyet Müzesi’ni bitirmek üzereyim, ondan sonra Benim Adım Kırmızı’ya geçeceğim. Ondan önce Kazuo Ishiguro’dan Beni Asla Bırakma’yı, ondan önce de Hanya Yanagihara’dan A Little Life’ı okudum. Her türden şey. Rastgele okuyorum. Kaotik bir okuyucuyum ve bence bu iyi bir şey çünkü büyük bir edebi yapbozunuz oluyor. Bir parça oraya, bir parça buraya.

Ve onlardan harika bir karışım çıkarıyorsunuz.

Evet. Ayrıca kendi kitabınıza beklenmedik açılardan bakmanızı da sağlıyor. Çünkü şu sıralar okuduğum her şeyden bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum. O nedenle eğlence amaçlı şeyleri daha az okuyorum, zira benim için bir nevi vakit kaybı oluyorlar. Eğlenmek istiyorsam TV dizisi izlemeyi tercih ederim, şu sıralar Billions’ı izlediğim gibi. Breaking Bad’i yeni bitirdim. Ayrıca Fuada adında, yeni bir İsrail dizisi buldum. Filistin topraklarında Arap gibi davranan İsrail Özel Kuvvetleri’nin başından geçenleri konu alıyor. İsrail yapımı, düşük bir bütçeleri var ama harika bir dizi.

Eh, böylece bütün sorularıma cevap vermiş oldunuz. Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Umarım İstanbul’u seversiniz.

Teşekkürler adamım. Umarım verdiğim cevaplardan güzel bir makale çıkarabilirsin.


Metro Serisi için hazırladığımız detaylı incelemeye buradan ulaşabilirsiniz.


Röportaj: İhsan Çağatay Boz
Editör: M. İhsan Tatari

M. İhsan Tatari

Yirmi yılı aşkın bir zamandır fantastik edebiyat, bilimkurgu, çizgi roman ve bilgisayar oyunlarıyla haşır neşir oluyor.

Fantastik edebiyat alanında dört basılı kitabı bulunan yazar, Kayıp Rıhtım'ın yanı sıra Oyungezer dergisinde de serbest yazar olarak çalışmakta, çeşitli yayınevlerinde çevirmen ve editör olarak görev almaktadır.

Yorum Yap

Exit mobile version