Menu
in ,

Barbar Conan: Kara Dev | Robert E. Howard

Robert. E. Howard’ın Conan Unconquered oyununa konu olan “Kara Dev” (Black Colossus) adlı kısa hikâyesini sizler için çevirdik.

KARA DEV

Robert E. Howard

Birinci Bölüm

 

Kader’in asırlık granit tahtından kalkan devasa bir heykel gibi dünyanın koridorlarını arşınladığı gecedir Güç Gecesi…

– E. Hoffman Price, Semerkantlı Kız

- Reklam -

Yalnızca asırlardır süregelen bir sessizlik hâkimdi Kuthchemes’in gizemli harabelerinin üzerine, ama Korku oradaydı. Korku, hırsız Shevatas’ın beyninin kıvrımlarında geziniyor, sıkılı dişlerinin arasından verdiği soluğunun hızlı ve keskin çıkmasına neden oluyordu.

Yıkılıp harap olmuş devasa anıtların ortasındaki tek canlı varlıktı hırsız. Güneşin alev alev parladığı engin ve mavi gökyüzünü siyah bir nokta misali lekeleyen bir akbaba bile yoktu meydanda. Dört bir yanı unutulmuş bir çağa ait, kasvetli kalıntılarla doluydu: ufalanmış zirveleri göğe doğru uzanan çatlamış devasa sütunlar, yerlere devrilmiş devasa taş bloklar, aşındırıcı rüzgârların ve kum fırtınalarının yarı yarıya sildiği korkutucu suretler. Ufukta tek bir yaşam belirtisi bile yoktu; sadece uzun ve kuru bir nehir yatağının dolambaçlı çizgisi tarafından bölünen çölün nefes kesici, katıksız çıplaklığı… Harabelerin hafifçe parıldayan kalıntıları bu engin arazinin ortasında duruyor, sütunlar batık gemilerin kırık direkleri misali göğe yükseliyordu. Lâkin hepsi de tir tir titreyen Shevatas’ın önündeki fildişi kubbenin ihtişamı yanında gölgede kalıyordu.

Mermerden yapılma, devasa kaidesi eskiden ulu nehrin kıyılarını oluşturan yüksek tepelerin üzerinde yer alıyordu ve büyük, bronz kapısına geniş basamaklarla ulaşılıyordu. Kubbe muazzam boyutlardaki bir yumurtanın yarısı gibi görünüyordu; saf fildişinden yapılmıştı ve meçhul eller tarafından durmadan cilalanıyormuş gibi parlıyordu. Zirvesindeki altından yapılma, sivri süsleme de benzer bir parıltıya sahipti. Kubbenin çevresi boyunca uzanan altın hiyeroglifler metreler uzunluğundaydı. Yeryüzünde yaşayan hiç kimse o harfleri okuyamazdı, ama ima ettikleri şeyleri düşünmek bile Shevatas’ın titremesine neden oluyordu. Çünkü o çağdaş kabilelerin hayal dahi edemeyeceği şekilleri tasvir eden efsanelere sahip, oldukça eski bir uygarlığın torunlarındandı.

Zamora’nın usta hırsızlarından biri olan Shevatas ince ve kıvrak bir yapıya sahipti. Küçük ve yuvarlak kafasını kazıtmıştı; üzerindeki tek giysi ipekten yapılmış, kızıl bir peştamaldı. Irkının tüm üyeleri gibi o da çok koyu tenliydi ve akbabayı andıran, dar yüzündeki patlak gözleri keskindi. Uzun ince ve zayıf parmakları bir pervanenin kanatları kadar hızlı ve gergindi. Altın işlemeli kuşağından sarkan deri kınında kabzası mücevherlerle bezeli, kısa ve dar bir kılıç taşıyordu. Shevatas silaha karşı aşırı bir titizlik gösteriyordu. Hatta kınının çıplak tenine değmesinden bile kaçınıyordu. Ama bu dikkati yersiz değildi.

O Shevatas’tı, hırsızların arasındaki bir hırsız. Maul’un batakhanelerinde ve Bel’in tapınaklarının altındaki karanlık köşelerde ismi huşuyla anılırdı ve adı binlerce yıl boyunca şarkılarla efsanelere konu olacaktı. Ama yine de, Kuthchemes’in fildişi kubbesinin önünde dururken, Shevatas’ın yüreğini korku kemiriyordu. Bu yapının tekinsiz bir yanı olduğunu aptallar bile anlardı; üç bin yıl boyunca güneş ve rüzgâr tarafından kamçılanmasına rağmen altın ve fildişi kısımları isimsiz eller tarafından bu isimsiz nehrin kıyısına dikildiği günkü kadar parlaktı.

Etraftaki tekinsiz harabelerin genel havası da bu doğaötesi durumla uyumluydu. Şem’in güneydoğusunda uzanan çöl gizemlerle doluydu. Shevatas’nın bildiği kadarıyla buradan güneybatıya doğru yapılan birkaç günlük deve yolculuğunun sonunda, normal seyrini terk edip sağa doğru kıvrılan ve denize dökülünceye dek batı istikametinde yol alan ulu nehir Styx’i görmek mümkündü. Styx’in kıvrılmaya başladığı noktada sınırları ulu nehir tarafından sulanan kara bağırlı bir hanım, yani Stigya Krallıkları yer alır ve çevresini saran çöle aldırmaksızın dimdik yükselirdi.

Shevatas çölün doğuya doğru steplere dönüştüğünü ve bu düzlüklerin büyük bir içdenizin kıyılarında barbarsı bir ihtişamla yükselen Turan Krallığı’na, yani Hirkanyalıların topraklarına dek uzandığını biliyordu. Kuzeye doğru at sürdüğünüz takdirde çöl yerini önce çıplak tepelere, sonra da Koth’un, yani Hiborya Krallıkları’nın en güneyindeki şehrin bereketli diyarlarına bırakıyordu. Batıdaysa okyanusa dek uzanan Şem çayırlarına karışıyordu.

Nasıl ki bir adam yaşadığı şehrin sokaklarını ezbere biliyorsa Shevatas da tüm bunları aklında tutmak için özel bir çaba sarf etmiyordu. Hayatı boyunca pek çok uzak diyarı gezmiş, pek çok krallığın hazinelerini yağmalamıştı. Ama şu anda, maceralarının en heyecanlısını yaşamanın ve hazinelerin en büyüğünü çalmanın eşiğindeyken tereddüde kapılıp titriyordu.

O fildişi kubbenin altında Thugra Khotan’ın, yani üç bin yıl önce Kuthchemes’e hükmeden kara büyücünün kemikleri yatıyordu. Stigya Krallıkları o zamanlar ulu nehrin kuzeyine dek yayılıyor ve Şem’in çayırları ile ötesindeki diyarları kaplıyordu. Sonra bir gün kuzey kutbunun yakınlarında yaşayan Hiboryalıların güneye doğru gerçekleştirdikleri büyük göç başlamıştı. Yıllarca, hatta çağlar boyunca sürecek muazzam bir göçtü bu. Lâkin kurt postlarına ve çelik zırhlara bürünmüş bu gri gözlü, esmer tenli barbarların kuzeyden inip bereketli dağlık bölgelere yerleşmesi ve kılıçlarının gücüyle Koth krallığını kurması Thugra Khotan’ın, yani Kuthchemes’in son büyücüsünün hükümdarlığı zamanına denk gelmişti. Barbarlar Kuthchemes’e azgın dalgalar gibi saldırmış, mermer sütunları kanla boyamış ve Kuzey Stigya Krallığı’nı yakıp yok etmişti.

Fakat onlar büyücünün şehrinin sokaklarını yağmalayıp okçularını buğday gibi biçerken Thugra Khotan tuhaf ve korkunç bir zehir içmiş ve maskeli rahipleri tarafından bizzat kendi elleriyle hazırladığı bu kubbeli lahde kapatılmıştı. Müritleri lahdin etrafında vahşice katledilmişti ama barbarlar ne kapıyı açabilmiş ne de ateşle ya da şahmerdanlarla yapıya zarar verebilmişti. Böylece o muhteşem şehri bir moloz yığını hâlinde arkalarında bırakarak oradan uzaklaşmışlar, Yüce Thugra Khotan ise kertenkeleler ufalanan sütunları kemirir ve kadim günlerde ülkesine su sağlayan nehir kuruyup çöle karışırken fildişi kubbeli mezarında rahatsız edilmeden yatmıştı.

Efsanelere göre kubbeli yapının altında çürüyen kemiklerin etrafı hazine tepeleriyle doluydu. Pek çok hırsız o hazineleri elde etmeye çalışmıştı. Ve pek çok hırsız lahdin kapısında ölmüş, birçoğu da korkunç kâbusların pençesine düşüp dudaklarında deli saçması sözlerle can vermişti.

İşte bu yüzden lahdin önünde titriyordu Shevatas ve ona bu korkuyu yaşatan tek şey büyücünün kemiklerini koruduğu söylenen yılan değildi. Korku ve ölüm Thugra Khotan’la ilgili tüm efsaneleri bir kefen gibi sarıyordu. Shevatas durduğu yerden baktığında zincire vurulmuş yüzlerce esirin zorla diz çöktürüldüğü ve Set’i, yani Stigya’nın Yılan Tanrısı’nı onurlandırmak için kral-rahip tarafından kellelerinin vurulduğu büyük salonun harabelerini görebiliyordu. Hemen yakınlarda o meşhur çukur vardı; efsanelerde anlatıldığı kadar karanlık ve de çirkindi. Büyücünün kurbanları daha derin, daha cehennemvari bir mağaradan çıkıp gelen isimsiz bir canavara kurban edilirdi burada, çığlık çığlığa. Efsaneler Thugra Khotan’ı insandan daha öte bir şey hâline getirmişti; bozulmuş, yozlaşmış bir tarikat hâlâ ona tapıyor ve ateşli müritleri, ölülerini ulu karanlık nehre (Styx onun yanında sadece maddesel bir gölge gibi kalırdı) verirken kullandıkları sikkelere onun yüzünü basıyorlardı. Shevatas o ölülerin dillerinin altından çalınan sikkelerin üzerindeki sureti görmüş ve bu görüntü kalıcı bir şekilde zihnine kazınmıştı.

Lâkin Shevatas korkularını bir kenara bırakıp bronz kapıya yüklendi. Pürüzsüz yüzeyinde ne bir sürgü ne de kilit vardı. Ama Shevatas karanlık tarikatlara boşu boşuna katılmamış, gece yarılarında ağaçların altında Skelos’un müritlerinin tüyler ürpertici fısıltılarını boşu boşuna dinlememiş, Kör Vathelos’un demirle kaplanmış yasaklı kitaplarını boşu boşuna okumamıştı.

Kapının önünde diz çöken hırsız çevik parmaklarıyla eşiği aradı; hassas parmak uçları gözle görülemeyecek ya da onunki kadar marifetli olmayan eller tarafından hissedilemeyecek kadar küçük çıkıntılar keşfetti. Bir yandan onlara sistemli bir şekilde bastırırken diğer yandan da uzun zaman önce unutulmuş bir büyü mırıldanmaya başladı. Son çıkıntıya bastırır bastırmaz çılgınca bir telaşla ayağa fırlayıp avucunun içiyle kapının tam ortasına bir darbe indirdi.

Ne bir menteşe ne de bir yay gıcırtısı duyulmasına rağmen kapı içeriye doğru geriledi ve Shevatas tuttuğu nefesini sıkılı dişlerinin arasından sertçe salıverdi. Kısa ve dar bir koridor çıktı ortaya; zemini, tavanı ve tünel benzeri duvarları fildişindendi. Kapı, bu koridor boyunca kaymaya devam edip karşı duvardaki yerine yerleşti. Derken yan taraftaki bir açıklıktan sessizce sürünen, yavaşça dikilen ve lahdin davetsiz misafirini parlak gözleriyle süzen, dehşetengiz bir yaratık çıkıverdi; ışıltılı ve yanardönerli pullara sahip, altı metre uzunluğunda bir yılandı bu.

Hırsız, kubbenin altında yatan hangi gece karası çukurların bu canavara besin sağladığını düşünmekle zaman harcamadı. Kılıcını dikkatle çekti ve keskin metalin üzerinden sürüngenin palayı andıran, salyalı dişlerinden akan yeşilimsi sıvının bir benzeri damladı. Kılıç, yılanın hısımlarının zehrine batırılmıştı ve o zehrin Zingara’nın iblislerle dolu bataklıklarından elde edilmesi bile başlı başına bir efsaneydi.

Shevatas parmak uçlarına basarak, temkinle ilerledi; dizlerini hafifçe bükmüştü ve her iki yöne de hızla sıçramaya hazırdı. Yılan boynunu büküp şimşek gibi ileri atıldığında tüm süratine gereksinim duydu. Yine de, ne kadar hızlı olursa olsun, eğer şans yanında olmasaydı oracıkta ölebilirdi. Yana sıçrayıp canavarın öne uzanmış boynunu biçme planı, sürüngenin göz kamaştırıcı sürati nedeniyle boşa çıkmıştı. Hırsızın ancak kılıcını doğrultup gözlerini kapayacak ve korku dolu bir çığlık atacak kadar vakti olmuştu. Derken silahının kabzası sert bir çekişle elinden kopup gitmiş, tüm koridor korkunç bir debelenme ve can çekişme sesiyle dolmuştu.

Hâlâ hayatta olduğuna şaşarak gözlerini açan Shevatas, canavarın çamurlu vücudunun inanılması güç açılarla kıvrılıp büküldüğünü, kılıcınınsa onun iri çenesine saplanıp kalmış olduğunu gördü. Sürüngenin kendini körü körüne kaldırılan kılıcın sivri ucuna atması tamamen şanstı. Silahın üzerindeki zehir birkaç saniye sonra etkisini gösterdiğinde koca yılan hafifçe titreyen, parıltılı kıvrımlar hâlinde hareketsiz kaldı.

Canavarın üzerinden dikkatli bir şekilde geçen hırsız bir kez daha kapıya yüklendi. Kapı bu kez yana kaydı ve kubbenin iç kısmını gözler önüne serdi. Shevatas acı dolu bir çığlık attı; zifiri karanlık yerine nabız gibi atan, ölümlü gözlerin ucu ucuna dayanabileceği, kızıl bir ışık karşılamıştı onu. Kubbenin kavisli kemerine yerleştirilmiş, kırmızı renkli ve devasa bir mücevherden yayılıyordu. Hayatı boyunca pek çok servet görmüş olmasına rağmen Shevatas’ın ağzı bir karış açık kaldı.

Afallatıcı büyüklükte hazine yığınları duruyordu önünde: elmas, safir, yakut, firuze, opal ve zümrüt tepecikleri; yeşimden, oltu taşından ve gök cevherinden yapılma tapınaklar; altın külçelerinden piramitler; gümüş yığınlarından mabetler; altın kınlarının içindeki elmas kabzalı kılıçlar; boyalı at kılından veya siyah ya da kızıl tüylerden yapılma sorguçlara sahip altın miğferler; gümüş kakmalı zırhlar; mezarlarındaki savaşçı krallar tarafından üç bin yıldır giyilen, mücevherlerle süslü koşum takımları; saf elmastan oyulmuş kadehler; göz çukurlarına ay taşı yerleştirilmiş, altın kaplama kafatasları; insan dişiyle mücevherlerin karışımından yapılmış kolyeler. Fildişi zemin santimler kalınlığında altın tozuyla kaplıydı ve kızıl ışığın altında milyonlarca ışık saçıyordu etrafa. Hırsız büyü ve şaşaayla dolu bu harikalar diyarının tam ortasında dikiliyor ve sandallı ayağıyla yıldızları arşınlıyordu.

Ama onun gözleri sadece ışık huzmelerinin ortasında, kırmızı mücevherin tam altında duran kristal bir kürsüyü görüyordu. Büyücünün yüzyıllar içerisinde çürüyerek toza dönüşen kemiklerinin olması gereken yeri… Shevatas oraya bakmayı sürdürürken esmer yüzü bembeyaz kesildi, sırtındaki tüyler diken diken oldu ve dudakları sessiz kelimeler sarf etti. Derken sesinin kontrolünü yeniden kazandı ve kavisli kubbenin altında çınlayan, korkunç bir çığlık atı. Ardından yeniden asırların sessizliği çöktü Kuthchemes’in gizemli harabelerine.

İkinci bölüm için tıklayın.

İkinci Bölüm

Söylentiler çayırları aşıp Hiboryalıların şehirlerine dek ulaştı. Havadisler kumların üzerinde zahmetle ilerleyen ve beyaz kaftanlı, şahin bakışlı, zayıf adamlar tarafından güdülen deve kervanları vasıtasıyla taşındı. Çayırlarda yaşayan kanca burunlu çobanlardan çadır sakinlerine, onlardan da kıvırcık mavi-siyah sakallara sahip kralların tuhaf ayinlerle koca göbekli tanrılara taptığı taş şehirlere aktarıldı. Havadisler bir deri bir kemik kabile üyelerinin kervanlardan ayakbastı parası kestiği tepelerin eteklerinde dolaştı. Söylentiler mavi göllerle nehirlerin üzerinde yükselen görkemli şehirlerin bereketli topraklarına ulaştı. Dedikodular öküz arabalarıyla, meleyen sürülerle, zengin tüccarlarla, zırhlı şövalyelerle, okçularla ve rahiplerle dolu beyaz taşlı, geniş yollarda ilerledi.

Stigya’nın doğusunda uzanan çölden, Koth tepelerinin oldukça güneyinde kalan yerden doğuyordu bu söylentiler. Göçebelerin arasında yeni bir peygamber doğmuştu. Kabilelerin arasındaki savaşlardan, güneydoğuda toplanan akbabalardan ve sayıları giderek artan ordularını zaferden zafere koşturan korkunç bir liderden bahsediyordu insanlar. Görünüşe göre kuzeyli ülkeler için her daim bir tehdit oluşturan Stigyalıların bu harekâtla bir ilgileri yoktu; çünkü ordularını doğu sınırlarına yığıyor ve rahipleri o çöl büyücüsüyle savaşmak için büyüler hazırlıyordu. İnsanlar o kişiye Natohk, yani Peçeli diyorlardı; zira yüz hatlarını daima bir maskenin ardına gizliyordu.

Ama akınlar diyarların kuzeybatısını silip süpürdü, mavi sakallı krallar koca göbekli tanrılarının sunaklarının önünde can verdi ve basık surlu şehirler kana bulandı. İnsanlar Natohk ile müritlerinin hedefinin Hiborya toprakları olduğunu söylüyordu.

Çölden gelen akınlar alışılmadık bir şey değildi ama bu son harekât basit bir yağmadan daha fazlası olmayı vadediyordu. Söylentilere bakılırsa Natohk otuz göçebe kabileyi bir araya toplamış, on beş şehri saflarına dahil etmişti. Ayrıca asi bir Stigya prensinin de ona katıldığı söyleniyordu ki bu son durum olayı gerçek bir savaş hâline getiriyordu.

Hiborya uluslarının çoğu karakteristik olarak yaklaşan tehdidi görmezden gelmeye meyilliydi. Ama Kothlu maceracıların Şem sınırlarından kılıçlarının hakkıyla koparıp elde ettiği Khoraja dikkat kesilmiş vaziyetteydi. Koth’un güneyinde yer alan bu şehir, istilanın en ağır kısmına maruz kalabilirdi. Üstelik Ofir’in hain kralı genç hükümdarlarını esir almıştı ve onu yüksek bir fidye karşılığında serbest bırakmak ile düşmanlarına, yani altın yerine faydalı bir anlaşma teklif eden Koth’un cimri kralına teslim etmek arasında kararsız kalmıştı. Bu sırada çırpınan krallığın idaresi de kralın kız kardeşi Prenses Yasmela’nın genç ve beyaz ellerine kalmıştı.

Ozanlar batının tüm diyarlarında onun güzelliğini öven şarkılar söylerlerdi ve soylu bir hanedandan gelmekteydi. Ama o gece gururu omuzlarından yere düşen bir pelerin gibi terk etmişti prensesi. Gök mavisi bir kubbeye, nadide kürklerle kaplı mermer bir zemine ve altın frizlerle kaplı duvarlara sahip olan odasındaydı. Soylu ailelerden gelen, zayıf kollarına değerli taşlarla bezenmiş kolçaklar ve bileklikler takıp takıştırmış on kız, altından yapılma bir platformun üzerinde duran, ipekten perdelere sahip kraliyet yatağının etrafındaki kadife koltuklarda uykuya dalmıştı. Ama Prenses Yasmela ipek yatağının içinde değildi. Aşağılık bir köle misali soğuk mermerin üzerinde çıplak bir vaziyette, yüzü koyun uzanıyordu. Siyah saçları beyaz omuzlarına dökülüyordu; zarif parmakları birbirine dolanmıştı. Kıvrak vücudundaki kanını donduran, güzel gözlerini irileştiren, siyah saçlarının köklerini acıtan ve zarif sırtındaki tüyleri diken diken eden saf bir korkuyla kıvranıyordu.

Tepesinde, mermer odanın en karanlık köşesinde dev gibi, şekilsiz bir gölge dolanıyordu. Ne yeryüzünde yaşayan herhangi bir şeye benziyordu ne de etten ve kemiktendi. Bir karanlık yumağıydı bu, göz ucuyla görünen bir bulanıklık, uyku mahmuru bir beynin uydurabileceği korkunç bir karabasan… ama o karanlığın içinde birer göz gibi parlayan ve için için yanan iki küçük nokta vardı.

Dahası, bir sese de sahipti; her şeyden çok bir yılanın zayıf ve tiksindirici tıslamasını andıran alçak, insanlık dışı bir fısıltıya. Ve görünüşe göre insan dudağıyla alakası olmayan bir şeyden çıkıyordu. Ses kadar dile getirdiği kelimeler de Yasmela’nın dayanılmaz bir korkuyla titremesine neden oluyordu ve sanki zihnini fiziksel bir çırpınmayla temizleyebilecekmişçesine zarif bedenini kamçılanıyormuş gibi kıvırıp büküyordu.

“Benim olacaksın prenses,” dedi kötücül fısıltı. “Uzun uykumdan uyandırılmadan çok önce seni kendime ayırdım, seni arzuladım, ama düşmanlarımdan kaçmak için kullandığım kadim büyü elimi kolu bağlıyordu. Ben Peçeli Natohk’un ruhuyum! Bana iyi bak prenses! Çünkü yakında maddesel biçimimi görecek ve bana âşık olacaksın!”

Hayaletsi fısıltı şehvet dolu bir sesle, gevrek gevrek güldü. Korkudan kendini kaybeden Yasmela ise inledi ve küçücük yumruklarıyla mermer döşemeleri dövdü.

“Şu anda Akbatana’nın saray dairesinde uyuyorum,” diye devam etti fısıltı. “Bedenim orada, et ve kemikten sınırlarının içerisinde uzanıyor. Ama ruhu kısa bir süreliğine onu terk ettiği için şu anda boş bir kabuktan başka bir şey değil. Eğer o sarayın pencerelerinden dışarıya bakabilseydin karşı koymanın faydasızlığını anlardın. Çöl yüz bin savaşçımın yaktığı ateşler nedeniyle ayın altındaki bir gül bahçesini andırıyor. Tıpkı ilerlerken önüne çıkan her şeyi silip süpüren bir çığ gibi giderek büyüyüp hız kazanarak gireceğim kadim düşmanlarımın topraklarına. Krallarının kafataslarından kadehler yaptıracağım; kadınları ve çocukları, kölelerimin kölelerinin köleleri olacaklar. Uzun yıllar süren uykum boyunca daha da güçlendim…

“Ama sen, ey prenses, benim kraliçem olacaksın! Sana hazzın unutulmuş, kadim yollarını öğreteceğim.” Çıplak ve nazik teni bir kamçı tarafından yüzülmüşçesine kıvranan Yasmela kara devden yayılan kozmik dalgalanmanın önünde iki büklüm oldu.

“Unutma!” diye fısıldadı dehşetengiz varlık. “Birkaç gün içerisinde benim olanı almaya geleceğim!”

Yasmela yüzünü döşemelere bastırıp pembe kulaklarını nazik parmaklarıyla tıkadı, ama yine de yarasa kanatlarını andıran, tuhaf bir çırpma sesi duymaya devam etti. Sonunda başını korkuyla kaldırıp hayaletin durduğu noktaya baktığında sadece pencereden içeri süzülen ve gümüş bir kılıç misali parlayan ay ışığını gördü. Tüm uzuvları titreyerek ayağa kalktı, güçlükle ilerledi ve kendini saten koltuklardan birine atıp deli gibi ağlamaya başladı. Biri hariç kızların hepsi uyumaya devam etti. Uyanan kız ayağa kalktı, esnedi, gerindi ve gözlerini kırpıştırarak etrafına baktı. Sonra da derhâl koltuğun yanına diz çökerek kollarını Yasmela’nın kıvrak beline doladı.

“Ne… ne oldu?” Koyu renk gözleri korkudan ardına dek açılmıştı. Yasmela onu yakalayıp sarstı.

“Ah, Vateesa. Yine geldi! Onu gördüm! Benimle konuştu! Adının Natohk olduğunu söyledi. Natohk! Bu bir kâbus değil… Siz ilaçla uyuşturulmuş gibi uyurken tepemde bir dev gibi dikildi. Ah, ne yapacağım?”

Vateesa düşünceli bir şekilde Yasmela’nın yuvarlak koluna takılı bir bileziği evirip çevirdi.

“Ah prensesim,” dedi, “hiçbir ölümlü kudretin onunla başa çıkamayacağı çok açık. Üstelik o İshtar rahibinin size verdiği tılsım da bir işe yaramadı. O nedenle bence terk ettiğiniz tanrınız Mitra’nın öğüdünü istemenin vakti geldi.”

Yasmela az önce duyduğu korkuya rağmen bir kez daha titredi. Dünün tanrıları yarının şeytanları hâline gelmişti. Kothlular Mitra’ya tapmayı bırakalı, evrensel Hiborya tanrısının öğretilerini unutalı çok olmuştu. Yasmela’nın çapraşık düşüncelerine göre tanrısal bir varlık ne kadar kadimse o kadar korkunç olmalıydı. İshtar’dan korkulması gerekiyordu, Koth’un diğer tanrılarından da öyle. Kothlular hem kültür hem de din açısından Şemliler ile Stigyalıların etkisi altında kalmışlardı. Hiboryalıların basit yöntemleri doğunun hissî, gösterişli ama bir o kadar da zorba alışkanlıklarıyla daha büyük bir kapsam kazanmıştı.

“Mitra bana yardım eder mi?” dedi Yasmela, Vateesa’nın bileğini sabırsızlıkla kavrayarak. “O kadar uzun zamandır İshtar’a ibadet ediyoruz ki…”

“Edeceğinden emin olun!” Vateesa siyasi düşmanlarından kaçıp Khoraja’ya yerleşen ama örf ve âdetlerine burada da devam eden Ofirli bir rahibin kızıydı. “Mihrabına gidin! Ben de sizinle geleceğim.”

“Gideceğim!” Yasmela doğruldu ama Vateesa giysilerini giydirmek için hazırlanmaya kalkışınca buna karşı çıktı. “Mihrabının önüne ipeklere bürünmüş bir şekilde çıkmam yakışık almaz. Mitra’nın tevazu sahibi biri olduğumu anlaması için çıplak gideceğim, dizlerimin üzerinde… Yalvaran birine yakışır şekilde.”

“Saçmalık!” Vateesa’nın hatalı bir tarikat olarak gördüğü şeye pek az saygısı vardı. “Mitra karşısındaki insanların dik durmasını ister, solucanlar gibi karınlarının üzerinde sürünmelerini ya da sunaklarına hayvan kanı bulaştırmalarını değil.”

Bu paylamanın ardından Yasmela genç kızın kendisine kolsuz ve hafif bir ipek gömlek giydirmesine müsaade etti. Üstüne ipek bir tunik atıldı, beline geniş bir kadife kuşak bağlandı ve zarif ayaklarına satenden yapılma terlikler giydirildi. Vateesa’nın pembe parmaklarının birkaç marifetli dokunuşuyla siyah renkli, dalgalı bukleleri şekil aldı. Vateesa daha sonra altın yaldızlı, ağır bir duvar halısını kenara itip arkasına gizlenen kapının altın sürgüsünü çekti, prenses de kızı takip etti. Dolambaçlı bir koridora çıktılar, onu takip ederek hızlıca aşağı indiler, başka bir kapıdan daha geçtiler ve kendilerini geniş bir giriş salonunda buldular. İçerde altın yaldızlı bir miğferi, gümüş kaplamalı göğüs zırhı ve altın kakmalı baldır zırhları olan, kargılı bir nöbetçi vardı.

Adam tam, ‘Kim var orada?’ diye bağıracaktı ki Yasmela’nın bir hareketiyle kendine hâkim oldu, prensesi selamladı, ardından kapının yanındaki yerine geri dönüp bir resim kadar kıpırtısız bir şekilde nöbetine devam etti. Kızlar mağrur duvarlara takılmış meşale ışıklarının altında muazzam ve ürkütücü görünen salonu geçip bir merdivenden aşağı indiler. Yasmela duvar köşelerinde asılı duran gölgeleri gördüğünde ürperdi. Üç kat indikten sonra kemerli tavanı değerli taşlarla, duvarlarıysa altın frizlerle süslemiş dar bir koridora vardılar. El ele tutuşup bu parıltılı geçidi uzun adımlarla arşınladılar ve altın yaldızlı, geniş bir kapının önünde durdular.

Vateesa kapıyı iterek açtı ve birkaç sadık kul ile Khoraja sarayının asilzade ziyaretçileri (mabedin korunmasının asıl sebebi onlardı) dışındaki herkes tarafından varlığı çoktan unutulmuş bir mihrabı gözler önüne serdi. Sarayda doğmasına rağmen Yasmela daha önce hiç buraya ayak basmamıştı. İshtar’ın gösterişli mihraplarıyla karşılaştırıldığında sade ve süssüz kalıyordu; Mitra dininin karakteristik özellikleri olan basit bir vakara ve güzelliğe sahipti.

Yüksek bir tavanı vardı ama kubbeli değildi ve tıpkı duvarlar ile zemin gibi düz mermerden yapılmıştı. Duvarlarda ek olarak altından yapılma, dar frizler bulunuyordu. Yeşil yeşim taşından yapılmış, kurban törenleriyle lekelenmemiş, temiz bir sunağın arkasında bir kürsü duruyor, onun üzerinde de Mitra’nın maddesel tezahürü oturuyordu. Yasmela onun muhteşem omuzlarına, düzgün çehresine, iri ve düzgün gözlerine, hürmete layık sakalına, basit bir bantla şakaklarına sıkıştırılmış kıvırcık ve kalın saçlarına huşuyla baktı. O bunu bilmese de karşısındaki şey engin bir estetik duygusuna sahip, sembolizmin sıradanlığıyla engellenmemiş bir ırkın özgürce, sınırsızca ifade edilen sanatının doruk noktasıydı.

Prenses, Vateesa’nın tembihlerine rağmen diz çöküp secdeye gitti. Vateesa da ne olur ne olmaz diyerek onu taklit etti; ne de olsa o sadece genç bir kızdı ve Mitra’nın mihrabı oldukça muazzam bir yerdi. Ama yine de Yasmela’nın kulağına fısıldamaktan kendini alamadı.

“Bu sadece tanrının bir simgesi. Kimse Mitra’nın nasıl göründüğünü bilmez. Bu heykel sadece onun ideal insan formundaki tezahürü, insan zihninin tasavvur edebileceği kadar mükemmelleştirilmiş hâli. Rahiplerin İshtar için söylediklerinin aksine, Mitra bu soğuk taşın içinde yaşamaz. O her yerdedir… üstümüzde ve etrafımızda. Bazen de çok yukarılarda, yıldızların arasında düş kurar. Ama varlığı buraya odaklanmıştır. Hadi, seslenin ona.”

“Ne diyeceğim?” diye fısıldadı Yasmela, korkudan kekeleyerek.

“Mitra siz daha konuşmaya başlamadan önce aklınızdan geçenleri bilir–” diye başladı Vateesa. Derken, tepelerinde bir ses konuşmaya başlayınca her iki kız da şaşkınlıktan donakaldı. Çan sesini andıran derin ve sakin tonlar hem heykelden hem de odanın her yerinden geliyordu. Bir kez daha bedensiz bir ses tarafından hitap edilen Yasmela titredi, fakat bu seferki ne korkudan ne de tiksinmeden ileri geliyordu.

“Konuşma kızım, çünkü neye ihtiyacın olduğunu biliyorum,” diye geldi ses, altın bir kumsalı ritmik bir biçimde döven müzikal dalgalar misali. “Krallığını sadece tek bir yolla kurtarabilirsin ve bunu yaparken tüm dünyayı asırların karanlığından sürünerek çıkan yılanın dişlerinden kurtaracaksın. Tek başına sokağa çık ve krallığının kaderini karşılaştığın ilk adamın ellerine teslim et.”

Yankısız ses azalarak ortadan kayboldu ve iki kız birbirlerine bakakaldı. Sonra ayağa kalktılar ve Yasmela’nın odasına dönünceye dek tek kelime bile etmediler. Prenses altın parmaklıklı pencerelerden dışarıya baktı. Ay batmıştı. Vakit gece yarısını geçeli çok olmuştu. Bahçelerdeki ve şehrin çatılarındaki gürültülerden eser kalmamıştı. Khoraja, bahçelerin arasında, sokakların kıyısında ve evlerin yassı çatılarında göz kırpan meşalelerden yansıyormuş gibi görünen yıldızların altında hafif bir uykuya dalmıştı.

“Ne yapacaksınız?” diye fısıldadı Vateesa, tir tir titreyerek.

“Pelerinimi getir,” diye yanıtladı Yasmela, dişlerini sıkarak.

“Ama bu saatte tek başınıza sokağa çıkmamalısınız!” dedi Vateesa.

“Mitra konuştu,” diye yanıtladı prenses. “İster tanrının sesi olsun, ister bir rahibin hilesi. Fark etmez. Gideceğim!”

Kıvrak bedeninin etrafına ipekten yapılma, kalın bir pelerin sardı; başına ince peçeli, kadife bir başlık geçirdi ve koridorları hızla kat ederek kendisine aval aval bakan bir düzine muhafızın yanından geçip bronz bir kapıya ulaştı. Burası sarayın doğrudan sokağa açılan bir kanadıydı; diğer kapıların hepsi yüksek bir duvarla çevrelenen geniş bahçelere çıkıyordu. Böylece düzenli aralıklarla yerleştirilmiş meşaleler tarafından aydınlatılan bir sokağa çıkmış oldu.

Kısa bir anlığına tereddüt etti, sonra da kararlılığını yitirmeden önce kapıyı arkasından kapadı. Suskun ve ıssız sokağın her iki ucuna bakarken hafifçe titredi. Daha önce refakatçileri olmadan atalarının sarayının dışına hiç çıkmamıştı. Ardından kendini toparladı ve hızlı adımlarla sokağın yukarısına doğru yürümeye başladı. Saten terlikleri kaldırıma hafifçe temas etmesine rağmen çıkardıkları zayıf ses yüreğinin ağzına gelmesine neden oluyordu. Ona göre attığı her adım şehir sokaklarında gürültülü bir biçimde yankılanıyor ve lağımların arasındaki inlerinde saklanan fare suratlı, hırpani tiplerin dikkat kesilmesine neden oluyordu. Sanki her gölge pusuya yatmış bir suikastçıyı gizliyor, her kapı aralığı karanlıkta sinsice gezinen bir haydudu saklıyordu.

Derken olduğu yerde şiddetle sıçradı. Önünde uzanan ürkütücü sokakta bir siluet ortaya çıkmıştı. Nabzı kulaklarında atan prenses, artık gözüne güvenli bir liman gibi gözüken gölgelere sığındı. Yaklaşmakta olan kişi ne bir hırsız gibi sinsice ne de ürkek bir yolcu gibi çekinerek yürüyordu. Tam aksine, karanlık sokağı sessiz olmaya ne ihtiyacı ne de arzusu olan biri gibi arşınlıyordu. Adımlarında şuursuz bir kabadayılık vardı; ayak sesleri kaldırım taşlarında yankılanıyordu. Yakınlardaki meşale ışıklarından birinin altından geçtiği sırada prenses onu açıkça gördü: paralı askerlerin zincir zırhlarına bürünmüş, uzun boylu bir adam. Cesaretini toplayan Yasmela pelerinini vücuduna sıkıca sararak gölgelerin arasından fırladı.

“Sen… kim?” Adam çabucak kılıcına davrandı ve onu yarısına kadar kınından çıkardı. Karşısındakinin sadece bir kadın olduğunu görünce hareketini yarıda kesti, ama Yasmela’nın arkasındaki gölgelere bakıp bunun bir tuzak olmadığından emin olmayı da ihmal etmedi.

Orada öylece durup kadına bakmayı sürdürdü; bir eli hâlâ zırhlı omuzlarından gelişigüzel bir şekilde salınan kızıl pelerininin altındaki uzun kabzadaydı. Meşale ışıkları baldır zırhlarıyla miğferinin cilalanmış, mavi çeliğinin üzerinden solukça yansıyordu. Mavi gözleriyse daha meşum bir ateşle yanmaktaydı. Yasmela bir bakışta karşısındakinin bir Kothlu olmadığını anladı; adam konuştuğunda da onun bir Hiboryalı olmadığından emin oldu. Tıpkı paralı askerlerin komutanları gibi o da vücudunun her yerini giysilerle örtmüştü ve o gözü kara birliğin saflarının arasında her milletten adam bulunurdu. Hatta barbarlar bile… Bu savaşçıda da barbarlara özgü bir yırtıcılık emaresi vardı. İster bir vahşi olsun ister haydut, medeniyet yüzü görmemiş her adamın gözleri aynı alevle yanardı. Nefesi şarap kokusu taşıyordu, fakat ne sendeliyor ne de geveliyordu.

“Sokağa mı atıldın?” diye sordu, kaba bir Koth lisanıyla. Uzanıp prensesin yuvarlak bileğini hafifçe kavradı. Ama Yasmela, adamın istediği takdirde hiç çaba sarf etmeksizin kolundaki tüm kemikleri un ufak edebileceğini hissetti. “Açık olan son şarap evinden az önce çıktım. İshtar alsın meyhaneleri kapatan bu korkak ıslahatçıları! ‘Adamlar içki içeceklerine yatıp zıbarsınlar ki efendileri için daha çok çalışıp daha iyi savaşabilsinler,’ diyorlar. Ben de onların midesiz birer işe yaramaz olduğunu söylüyorum. Korintiya’da paralı askerlik yaptığım zamanlarda bütün gece içer ve bütün gün savaşırdık… kılıçlarımızdan oluk oluk kan akardı. Peki ya sen kız? Şu kahrolası maskeyi bir çıkar da—”

Yasmela vücudunun kıvrak bir hareketiyle adamın kavrayışından kurtuldu, ama bunu yaparken de onu başından defediyormuş gibi görünmemeye çalıştı. Sarhoş bir barbarla tek başına olmanın kendisi için nasıl bir tehlike yarattığının farkındaydı. Eğer kimliğini ona açıklarsa adam ona kahkahalarla gülebilir ya da çekip gidebilirdi. Hatta belki de oracıkta boğazını kesiverirdi. Barbarlar açıklanamaz davranışlarda bulunmaya meyilli bir halktı. Yasmela giderek artan korkusunu bastırmaya çalıştı.

“Burada olmaz,” dedi gülerek. “Benimle gel…”

“Nereye?” Barbarın damarlarında akan vahşi kan kaynıyordu, ama ihtiyatı da elden bırakmıyordu. “Beni bir hırsız yatağına mı götürüyorsun?”

“Hayır, hayır, yemin ederim!” Bir kez daha peçesine uzanan elden zar zor sakındı.

“Şeytan alsın seni kadın!” diye homurdandı barbar, bezgince. “O kahrolası peçenle sen de en az Hirkanyalı kadınlar kadar kötüsün. Gel buraya, bırak da azından vücuduna bir bakayım.”

Yasmela ona mani olamadan önce barbar omuzlarındaki pelerini kapıverdi. Adamın dişlerinin arasından bir tıslama kaçtı. Pelerini ellerinde tutarak öylece dikiliyor, prensesin kaliteli giysilerinin görüntüsü karşısında aniden ayılmış gibi gözüküyordu. Yasmela adamın gözlerinde kuşku kıvılcımları gördü.

“Kimsin sen?” diye mırıldandı. “Bir sokak kadını olmadığın belli… Tabii âşığın senin için kralın harem dairesini soyduysa o başka.”

“Bunun bir önemi yok.” Yasmela cesaretini toplayıp beyaz ellerinden birini barbarın kocaman, zırhlı kolunun üstüne koydu. “Sen sadece benimle gel, yeter.”

Adam önce tereddüt etti, sonra da geniş omuzlarını silkti. Yasmela, barbarın onu kibar âşıklardan sıkılan ve kendini bu yolla eğlendiren soylu bir kadın zannettiğini görebiliyordu. Adam pelerinini yeniden kuşanmasına izin verdi, sonra da onu takip etti. Sokakta birlikte yürürlerken prenses gözünün ucuyla onu izledi. Zincir zırhı kaplanımsı vücudunun sert hatlarını gizleyemiyordu. Adamın her şeyi kaplanımsı, ilkel ve yabaniydi; saray erkânının kibar doğasına alışkın olan Yasmela için en az bir orman kadar yabancıydı.

Ondan korkuyor, kendi kendine adamın yabani kuvvetinden ve arsız barbarlığından nefret ettiğini söylüyordu; yine de nefesi kesilmiş ve tehlikeli bir yanı ona ilgi duymadan edemiyordu. Her kadının ruhunun derinliklerinde yatan, ilkel bir duygu su yüzeyine çıkmıştı. Barbarın kuvvetli elini kolunda hissetmişti ve o temasın hatırası içindeki bir şeylerin kıpırdanmasına neden oluyordu. Yasmela’nın önünde pek çok erkek diz çökmüştü. Şimdiyse yanında daha önce hiç kimsenin önünde diz çökmemiş olduğunu hissettiği biri vardı. Kendisini zincirlenmemiş bir kaplanın karşısında bulan biri gibi hissediyordu; hem korkuyor hem de korkusu tarafından cezp ediliyordu.

Sarayın önünde durup kapıyı hafifçe itti. Yoldaşına kaçamak bir bakış attığında adamın gözlerinde herhangi bir kuşku emaresine rastlamadı.

“Demek saraydansın, ha?” dedi barbar. “Nedime falan mısın yoksa?”

Tuhaf bir kıskançlıkla kendini hizmetçilerinden herhangi birinin bu savaşçı kartalı daha evvelden gizlice saraya sokup sokmadığını merak ederken buldu. İkili muhafızların arasından geçerken adamlar hiçbir şey yapmadı; fakat barbar onları yabancılardan oluşan bir gruba dikkatli gözlerle bakan, azılı bir köpek gibi süzdü. Yasmela onu perdeli bir eşikten geçirip bir başka odaya soktu. Barbar burada bir müddet dikildi, duvar halılarına saf saf baktı, sonra da fildişinden yapılma bir masanın üzerinde duran kristal şarap sürahisini gördü. Minnettar bir iç çekişle sürahiyi dudaklarına kaldırdı. Tam o esnada Vateesa çıkageldi. “Ah, prensesim!” diye bağırdı, nefes nefese kalmış bir şekilde.

“Prenses mi?!”

Şarap sürahisi yere düşüp tuzla buz oldu. Paralı asker gözle takip edilemeyecek bir hızla öne uzanıp Yasmela’nın peçesini çekti, kadının yüzüne dik dik baktı, sonra da bir küfür savurup geri geri çekildi ve kılıcını mavi bir çelik parıltısı eşliğinde kınından çıkardı. Gözleri tuzağa düşürülmüş bir kaplanınkiler gibi alev alevdi. Ortamda fırtınadan önceki sessizliği andıran, gergin bir hava vardı. Korkudan nutku tutulan Vateesa olduğu yere çöküverdi, fakat Yasmela öfkeli barbarla hiç çekinmeden yüzleşti. Hayatının pamuk ipliğine bağlı olduğunu biliyordu; kuşkuya ve paniğe kapılan barbar en ufak bir kışkırtmada bile ona ölümü tattırabilirdi. Yine de bu kriz anında kendisini soluksuz bırakan bir heyecan duymadan da edemedi.

“Korkma,” dedi. “Ben Yasmela’yım, bu doğru. Fakat benden korkmana hiç gerek yok.”

“Beni neden buraya getirdin?” diye hırladı adam, öfkeli gözleriyle odanın dört bir yanını kolaçan ederken. “Bu nasıl bir tuzak?”

“Tuzak falan yok,” diye yanıtladı prenses. “Seni buraya getirdim çünkü yardımına ihtiyacım var. Tanrılardan birine, Mitra’ya dua ettim ve o da bana sokağa çıkıp karşıma çıkan ilk adamdan yardım istememi emretti.”

Bu, adamın anlayabileceği bir şeydi. Barbarların da kahinleri vardı. Kılıcını indirdi, ama kınına sokmadı.

“Eh, eğer gerçekten de Yasmela’ysan yardıma ihtiyacın olduğu kesin,” diye homurdandı. “Krallığın berbat durumda. İyi de sana nasıl yardım edebilirim ki? Tabii birinin gırtlağını kestirmek istiyorsan o başka…”

“Otur,” dedi prenses. “Vateesa, ona şarap getir.”

Adam kendisine söyleneni yapsa da tedbiri elden bırakmadığı ve sırtını duvara vererek, tüm odayı görebileceği bir köşeye oturduğu prensesin gözünden kaçmadı. Kılıcını zırhlı dizlerinin üzerine yatırdı. Yasmela silaha büyülenmişçesine baktı; donuk ve mavi parıltısı, kan dökmeyle ve yağmacılıkla geçen bir hayata dair hikâyeler anlatıyordu âdeta. Onu yerinden kıpırdatabileceğinden bile şüpheliydi; bununla birlikte nasıl ki kendisi bir kamçıyı kolaylıkla savurabiliyorsa paralı askerin de kılıcı tek eliyle, aynı kolaylıkla kullanabileceğini biliyordu. Adamın ellerinin ne kadar geniş ve kuvvetli olduğunu fark etti; ilkel bir mağara adamının gelişimini tamamlamamış pençeleriyle alakaları yoktu. Hafif bir suçluluk duygusuyla o parmakların kara buklelerine dolandığını hayal etti.

Yasmela tam onun karşısındaki bir divana yerleşince adam rahatlamış göründü. Miğferini çıkarıp masanın üstüne koydu, sonra da zincir başlığını geriye çekip geniş omuzlarına düşmesini sağladı. Yasmela artık karşısındaki adamın Hiboryalılardan ne kadar farklı olduğunu daha net görebiliyordu. Yara izleriyle dolu, esmer yüzünde karamsarlığa işaret eden bir şeyler vardı; için için yanan mavi gözlerinin iyice belirgin hâle getirdiği, ahlaksızlıkla ya da kötülükle alakası olmayan tekinsiz bir ifadeye sahipti. Bir kuzgunun kanatları kadar kara olan uzun saçları geniş ve basık bir alnı taçlandırıyordu.

“Kimsin sen?” diye sordu Yasmela, kendine hâkim olamadan.

“Adım Conan. Mızraklı bir paralı asker bölüğünün komutanıyım,” diye yanıtladı, kendisine uzatılan şarap kadehini bir dikişte içip biraz daha almak için Vateesa’ya uzatırken. “Kimmeryalıyım.”

Bu ismin prenses için neredeyse hiçbir anlamı yoktu. Tek bildiği oldukça kuzeyde, Hiborya devletlerinin en dış sınırının bile ötesinde yer alan vahşi ve acımasız bir diyar olduğuydu. Ve bir de öfkeli, karamsar bir halka ev sahipliği yaptığı… Yasmela daha önce hiç o ırktan biriyle karşılaşmamıştı. Çenesini ellerine dayayan prenses pek çok erkeğin kalbini esir alan derin ve siyah gözleriyle onu süzdü.

“Kimmeryalı Conan,” dedi. “Yardıma ihtiyacım olduğunu söyledin. Neden?”

“Eh,” dedi barbar, “bunu herkes görebilir. Kardeşin olacak kral Ofirlilerin zindanında, Kothlular seni esir almak için dalavereler çeviriyor ve şu kahrolası büyücü Şem’i yakıp yıkıyor. En kötüsü de askerlerinin her geçen gün seni terk etmesi.”

Prenses hemen cevap vermedi; birinin kendisiyle bu kadar açık ve net konuşması, sözcüklerini saray adabına uygun bir biçimde ifade etmemesi onun için yeni bir tecrübeydi.

“Askerlerim beni neden terk ediyor Conan?” diye sordu.

“Bazıları Koth ordularına katılıyor,” diye yanıtladı, şarap testisini iştahla kendine doğru çekerken. “Pek çoğu bağımsız bir devlet olduğunuz için Khoraja’nın sonunun geldiğini düşünüyor. Pek çoğu da Natohk denen şu köpekle ilgili hikâyelerden korkuyor.”

“Peki paralı askerler benimle kalacak mı?” diye sordu, endişeyle.

“Bize iyi bir ödeme yaptığın sürece buradayız,” dedi dürüstçe. “Sizin siyasi oyunlarınızın bizim için hiçbir önemi yok. Generalimiz Amalric’e güvenebilirsin, ama onun haricinde hepimiz yağmayı seven, sıradan adamlarız sadece. Ofir’in istediği fidyeyi ödediğin takdirde ücretimizi karşılayamayacağını söylüyorlar. O takdirde Koth kralının tarafına geçebiliriz, gerçi o kahrolası pintiyle aramın iyi olduğunu söyleyemem. Ya da bu şehri yağmalarız. İç savaşlar esnasında yağmacılık oldukça bereketlidir.”

“O hâlde neden Natohk’un yanına gitmiyorsunuz?” diye sordu Yasmela.

“Bize neyle ödeme yapabilir ki?” dedi Conan, burnundan alaycı bir homurtu çıkararak. “Şem şehirlerinden yağmaladığı koca göbekli, pirinç heykellerle mi? Natohk’la savaştığın müddetçe bize güvenebilirsin.”

“Silah arkadaşların senden emir alır mı?” diye sordu aniden.

“Ne demek istiyorsun?”

“Demek istediğim şey şu,” dedi prenses, bir taraftan bu fikri kafasında evirip çevirirken. “Seni Khoraja ordularının komutanı yapacağım!”

Conan, kadehi dudaklarına dayalı olduğu hâlde bir anlığına donakaldı, ardından genişçe sırıttı. Gözleri yeni bir ışıkla parıldıyordu.

“Komutan mı? Crom! İyi de parfümler sürünen soyluların bu işe ne der?”

“Bana itaat edecekler!” Ellerini çırpmasıyla birlikte içeriye bir köle girdi ve yerlere kadar eğilerek onu selamladı. “Kont Thespides’e söyle hemen yanıma gelsin. Başdanışman Taurus, Lord Amalric ve Shupras Ağa da öyle,” dedi prenses. “Mitra’ya güveniyorum,” diye devam etti sonra da, bakışlarını yeniden Conan’a çevirerek. Barbar o esnada tir tir titreyen Vateesa tarafından önüne bırakılan yiyecekleri mideye indirmekle meşguldü. “Çok savaş gördün mü?”

“Ben bir savaşın ortasında doğmuşum,” diye yanıtladı adam, güçlü dişleriyle iri bir parça eti kopararak. “Kulaklarımın işittiği ilk ses kılıçların çakışması ve ölen insanların çığlıklarıymış. Kan davalarında, kabile savaşlarında ve imparatorluk seferlerinde çarpıştım.”

“Peki adamlara komuta edip savaş düzeni kurdurabilir misin?”

“Eh, denerim,” diye yanıtladı, soğukkanlı bir şekilde. “Tüm bunlar daha geniş çaplı bir kılıç dövüşünden başka bir şey değil. Düşmanının gardını aşarsın, sonra da kesip biçersin. Ya onun kellesi gider ya da seninki.”

Odaya geri dönen köle, çağırması için gönderildiği adamların geldiğini haber verdi. Yasmela da bunun üzerine diğer odaya geçip kadife perdeleri arkasından kapattı. Soylular onu bir dizlerinin üstüne çökerek selamladı; bu saatte çağrılmaktan duydukları şaşkınlık her hâllerinden belliydi.

“Sizi kararımı açıklamak için çağırdım,” dedi Yasmela. “Krallığımız çok ciddi bir tehlikeyle—”

“Çok haklısınız prensesim,” dedi Kont Thespides. Uzun boylu bir adamdı; siyah buklelerini kıvırcıklaştırıp kokular sürünmüştü. Beyaz ellerinden biriyle sivri bıyığının bir ucunu buruyor, diğeriyle de altın bir klips yardımıyla tepesine kızıl bir tüy tutturulmuş, kadife bir başlığı tutuyordu. Sivri uçlu ayakkabıları satenden, fistanı altın işlemeli kadifedendi. Tavırlarında hafif bir yapmacıklık mevcuttu, fakat ipek giysilerinin altındaki kasları çelik gibiydi. “Kardeşinizi serbest bırakmaları için Ofirlilere daha fazla altın önermek akıllıca bir karar olacaktır.”

“Bu fikre kesinlikle karşıyım,” diye araya girdi kürk yakalı bir cübbe giyen Başdanışman Taurus; yüz hatları uzun yıllardır verdiği hizmetlerin yükümlülüklerinden dolayı çizgi çizgi olmuştu. “Hâli hazırda kraliyeti sefalete düşürecek bir teklif yaptık zaten. Daha fazlasını önermek sadece Ofirlilerin açgözlülüğünü pekiştirecektir. Prensesim, size daha evvelden de dile getirdiğim şeyi söylüyorum: Ofir harekete geçmek için şu işgalci orduyla çarpışmamızı bekleyecektir. Kaybedersek Kral Khossus’u Koth’a teslim edecekler; kazandığımız takdirde de majestelerini fidye karşılığında bize verecekler.”

“Bu arada askerlerimiz günbegün bizi terk etmeye devam ediyor,” diye söze girdi Amalric. “Paralı askerlerse neden oyalandığımızı merak ederek huzursuzlanıyorlar.” Aslan yelesini andıran sarı saçlara sahip, iri yapılı bir Nemedyalıydı. “Çabuk hareket etmeliyiz, tabii eğer—”

“Yarın güneye doğru yürüyüşe geçiyoruz,” dedi prenses, “ve size önderlik edecek adam da bu!”

Kadife perdeleri çekerek dramatik bir edayla Kimmeryalıyı işaret etti. Onu takdim etmek için çok da isabetli bir zaman yakaladığı söylenemezdi. Zira Conan o sırada sandalyesine iyice yayılmış ve ayaklarını fildişi masanın üzerine atmış bir hâlde iki eliyle sıkı sıkıya tuttuğu bir budu kemirmekle meşguldü. Barbar donakalmış soylulara gelişigüzel bir bakış attı, Amalric’in hâline hafifçe sırıttı ve gizlemeye gerek görmediği bir hazla budu kemirmeye devam etti.

“Mitra bizi korusun!” diye haykırdı Amalric. “Kuzeyli Conan bu. Adamlarımın en belalısı! Eğer hayatımda gördüğüm en iyi kılıç ustası olmasaydı onu çoktan astırırdım!”

“Majesteleri şaka yapıyor olmalı!” diye bağırdı Thespides, soylu yüz hatları kararırken. “Bu adam bir vahşi! Kültürsüz ve görgüsüz bir barbar! Bir beyefendiden onun emrine girmesini istemek hakarettir! Ben—”

“Kont Thespides,” dedi Yasmela, “kılıç kayışınızın altında benim eldivenimi taşıyorsunuz. Lütfen onu bana geri verin ve buradan gidin.”

“Gideyim mi?” diye bağırdı adam, şaşırarak. “Nereye?”

“İster Koth’a isterseniz de Hades’in dibine!” diye yanıtladı prenses. “Madem bana isteklerim doğrultusunda hizmet etmeyeceksiniz, o zaman hiç etmeyin daha iyi.”

“Beni yanlış anladınız prenses,” dedi bu sözlerle derinden yaralanan Thespides, yerlere kadar eğilerek. “Sizi yüzüstü bırakmam. Hatta hatırınız için kılıcımı bu vahşinin emrine bile veririm.”

“Peki ya siz lordum Amalric?”

Amalric sessiz bir küfür savurdu, ardından sırıttı. Ne kadar şok edici olursa olsun, onu asıl şaşırtan şey kaderin oyunundan çok Conan’ın tam bir paralı asker olmasıydı.

“Onun emrinde savaşırım. Her zaman dediğim gibi, hayat kısa ve güzel… ve Boğaz Kesici Conan başımızdayken hayatın hepten kısa ve güzel olacağına şüphem yok. Mitra adına! Eğer o köpek, hayatı boyunca bir grup boğaz kesiciden daha büyük bir topluluğa komuta ettiyse ben de ne olayım!”

“Peki ya sen Ağa?” diye sordu prenses, Shupras’a dönerek.

Adam teslim olmuşçasına omuzlarını silkti. Koth’un güney sınırlarında yaşayan ırkının tipik özelliklerine sahipti: uzun ince bir beden, safkan çöl halkına nazaran daha zayıf ve şahinimsi yüz hatları. “İshtar ne dilerse o olur prenses,” dedi, atalarının kaderciliğine uygun bir şekilde.

“Burada bekleyin,” dedi Yasmela. Thespides burnundan soluyup şapkasını kemirir, Taurus bezgin bezgin söylenir ve Amalric sarı sakalını çekiştirip aç bir aslan gibi odada volta atarak sırıtırken perdelerin arkasında kaybolan prenses bir kez daha ellerini çırparak kölelerini çağırdı.

Yasmela’nın emriyle Conan’ın zincir zırhını değiştirmek için yeni teçhizatlar getirdiler: yakalık, demir çizmeler, göğüs zırhı, omuzluk, baldır zırhları ve miğfer. Yasmela perdeleri tekrar açtığında adamların karşısına baştan aşağı cilalı çeliklere bürünmüş bir Conan çıktı. Vücudu demir bir zırhla kaplı, siperliği açık ve miğferinin üzerindeki kara sorguç esmer yüzünü gölgelerken Thespides’in bile gönülsüzce kabullendiği bir etkileyiciliğe sahipti. Amalric yapmak üzere olduğu alaycı espriyi gerisingeri yutmak zorunda kaldı.

“Mitra adına,” dedi usulca. “Seni kraliyet zırhı içinde göreceğimi hiç düşünmemiştim, ama onu rezil ettiğini söyleyemem. Parmak eklemlerim üzerine yemin ederim ki zırhlarının içinde senin kadar soylu görünmeyen krallar gördüm Conan!”

Conan sessizliğini korudu. Zihninden belli belirsiz, kehanetimsi bir gölge geçti. İleriki yıllarda, hayali gerçek olduğunda Amalric’in bu sözlerini hatırlayacaktı.

Üçüncü bölüm için tıklayın.

Üçüncü Bölüm

Şafağın erken ve puslu saatlerinde Khoraja’nın sokakları şehri güney kapısından terk eden askeri birlikleri izlemekte olan insanlarla doluydu. Ordu sonunda harekete geçmişti. En önde sağlam çekiç darbeleriyle biçimlendirilmiş, ışıltılı çelik zırhlarının içindeki şövalyeler gidiyordu; perdahlı miğferlerinin üzerindeki sorguçlar renk renkti. İpeklerle, lakeli derilerle ve altın tokalarla donatılmış olan atları, binicileri tarafından tayin edilen hıza uyuyor ve caka satarak yürüyordu. Sabahın ilk ışıkları, adamların başlarının üzerinde bir orman gibi yükselen mızrakların ucundan yansıyor, flamaları hafif bir rüzgâr eşliğinde dalgalanıyordu. Her birinin miğferine ya da kılıç kemerine bir leydinin nişanı bağlıydı: bir eldiven, bir eşarp veya bir gül. Onlar Khoraja şövalyeleriydiler. Beş yüz güçlü adam. Başlarında Kont Thespides bulunuyordu ve eğer söylentiler doğruysa adam Yasmela’nın bizzat kendisine talipti.

Onları uzun bacaklı küheylanlarının üzerindeki hafif zırhlı süvariler takip ediyordu. Hepsi de tepe halkının karakteristik özelliklerini sergileyen, uzun ince ve şahin yüzlü adamlardı; başlarına sivri uçlu miğferler, rüzgârla uçuşan kaftanlarının altınaysa zincir zırhlar giymişlerdi. Başlıca silahları yüz elli metrelik bir menzile sahip, ürkütücü Şem yaylarıydı. Beş bin kişiydiler ve başlarında Shupras vardı; adamın sivri uçlu miğferinin altındaki zayıf yüzüne karamsar bir ifade hâkimdi.

Hemen arkalarından uygun adım yürümekte olan Khoraja mızrak bölüğü geliyordu. Diğer Hiborya devletleriyle karşılaştırıldıklarında sayıları her zaman daha az olagelmişti; çünkü Khorajalı erkekler yalnızca süvariliği onurlu bir askeri meslek olarak görürdü. Tıpkı şövalyeler gibi bu adamlar da kadim Koth kanından geliyordu: dağılmış ailelerin oğulları, iflas etmiş adamlar, meteliksiz gençler… yani bir bineğe ve çelik zırha parası yetmeyen, beş yüz kişi.

Paralı askerler en gerideydi. Bin atlı, iki bin mızraklı adam. Uzun boylu atları en az kendileri kadar çetin ve vahşi görünüyordu; ne cakalı bir yürüyüşleri vardı ne de uyumlu. Kanlı askeri seferler konusunda oldukça deneyimli olan bu profesyonel katillerin üzerinde işlerinin ehli olduklarını gösteren zalim bir hava mevcuttu. Baştan aşağı zincir zırhlara bürünmüşlerdi ve siperliksiz miğferlerini zincir başlıklarının üzerine giyiyorlardı. Kalkanları süssüz, mızrakları flamasızdı. Eyer kaşlarından savaş baltaları ve çelik gürzler sarkıyor, her birinin kemerinden enli bir kılıç sallanıyordu. Mızraklı paralı askerler de aynı şekilde giyinmişlerdi; tek farkları süvari kargıları yerine piyade mızrakları taşımalarıydı.

Hepsi de pek çok farklı ırktan gelen pek çok farklı suç işlemiş kişilerdi. Aralarında uzun boylu, zayıf, iri kemikli, yavaş konuşan ve vahşi bir doğaları olan Hiperboryalılar; kuzey topraklarının tepelerinden gelen, sarı saçlı Gunderlandlılar; kasıla kasıla yürüyen Korintiyalı kaçaklar; kara bıyıklı ve öfkeli mizaçlı, yağız Zingaryalılar; batının uzak diyarlarından gelen Akilonyalılar vardı. Ama Zingaryalılar hariç hepsi de Hiboryalıydı.

En geridense büyük bir savaş atının üstündeki bir şövalye tarafından çekilen ve sırtında zengin görünüşlü bir tahtırevan taşıyan bir deve geliyordu. Etrafı özel olarak seçilmiş bir grup kraliyet askeriyle sarılıydı. Tahtırevanın ipek tentesinin altında ipekli giysilere bürünmüş, ince yapılı biri oturuyordu ve kraliyet ailesine her zaman önem veren şehir halkı onu görünce deri şapkalarını havaya fırlatıp neşeyle tezahürat ediyordu.

Çelik zırhının içinde bir türlü rahat edemeyen Kimmeryalı Conan süslü püslü deveye pek de tasvip etmeyen gözlerle baktı, sonra da yanında at süren Amalric’e döndü. Paralı askerlerin komutanı altın kakmalı zincir zırhının, altın göğüs plakasının ve tepesinde at kılından yapılma bir sorguca sahip miğferinin içinde muhteşem görünüyordu.

“Prenses de bizimle geliyor. Kıvrak olmasına kıvrak ama böyle bir iş için fazla yumuşak. Her neyse, o elbiselerden kurtulması gerekecek.”

Amalric yüzünde beliren sırıtışı gizlemek için sarı bıyığını burdu. Anlaşılan Conan, barbar kadınların sıklıkla yaptığı gibi prensesin de bir kılıç kuşanıp savaşa katılacağını sanıyordu.

“Kimmeryalı kadınların aksine Hiboryalı kadınlar savaşmaz Conan,” dedi. “Yasmela sadece muharebeyi izlemek için bizimle geliyor. Yine de…” Eyerinde kıpırdanıp sesini alçalttı. “Aramızda kalsın ama bence prenses sarayda kalmaya cesaret edemiyor. Bir şeyden korkuyor…”

“Bir ayaklanmadan mı? Belki de sefere çıkmadan evvel bir iki vatandaşı astırmalıydık, böylece…”

“Hayır. Hizmetkârlarından biri bir şeyler anlattı, daha doğrusu geveledi. Geceleri saraya bir şey geliyor ve Yasmela’yı aklını kaçırmasına neden olacak kadar çok korkutuyormuş. Natohk’un şeytanlıklarından biri olsa gerek, bundan hiç şüphem yok. Savaştığımız şey et ve kandan çok daha fazlası Conan!”

“Eh,” diye homurdandı Kimmeryalı, “düşmanının sana gelmesini beklemektense onunla yüzleşmek için harekete geçmek yeğdir.”

At arabalarından ve kamp takipçilerinden oluşan uzun sırayı şöyle bir süzdü, dizginlerini zırhlı elinde topladı ve alışkanlıkla paralı askerleri yürüyüşe geçirmek için kullanılan cümleyi kullandı. “Ya tamam ya talan yoldaşlar… İleri!”

Khoraja’nın ağır kapıları kafilenin arkasından kapandı. Mazgallı siperliklerin arasında hevesli kafalar belirdi. Şehir halkı, izlemekte oldukları manzaranın yaşamlarını ya da ölümlerini doğrudan etkileyeceğini gayet iyi biliyordu. Orduları yenildiği takdirde Khoraja’nın geleceği kanla yazılacak demekti. Çünkü güneyin vahşi topraklarından çıkagelen düşmanları merhamet nedir bilmiyordu.

Asker sıraları tüm gün boyunca yol aldı. Küçük nehirlerle bölünen çayırlıkları aştılar; arazi kademe kademe yokuş yukarı çıkmaya başladı. Önlerinde alçak tepelerden oluşan bir sıra uzanıyor, bir kale duvar misali doğudan batıya dek hiç kesilmeden devam ediyordu. Geceyi o tepelerin kuzey yamacında kamp kurarak geçirdiler. Tepe kabilelerine mensup kanca burunlu, parlak gözlü adamlar irili ufaklı gruplar hâlinde yanlarına gelip ateşin çevresine oturdular ve gizemli çölden gelen havadisleri tekrarlayıp durdular. Natohk’un adı, anlatılan her rivayette kelimelerin arasında bir yılan gibi kıvrılıp duruyordu. Denilene göre hava iblisleri, büyücünün bir emriyle şimşekler çaktırmış, rüzgâr estirmiş ve her tarafa sis bastırtmıştı. Cehennem zebanilerinin korkunç kükremeleri yer sarsıntısına neden olmuştu. Büyücü hiç yoktan ateş var edip etrafı surlarla çevrili şehirlerin kapılarını yakmış, zırhlı adamları küle çevirmişti. Savaşçıları o kadar kalabalıktı ki neredeyse tüm çölü kaplıyorlardı. Üstelik asi prens Kutamun’un komutasındaki beş bin savaş arabalı Stigya askeri de emrindeydi.

Conan tüm bu hikâyeleri istifini bozmadan dinledi. Onun işi savaşmaktı; hayatı doğduğu andan itibaren verilen bir savaştan (hatta bir dizi savaştan) ibaret olmuştu. Ölüm her daim ona eşlik eden bir yoldaştı. Her zaman onunla birlikte yürür, kumar masalarında yanı başında bekler, kemikli parmaklarıyla şarap kupalarını tıkırdatırdı. Uyumak için bir yere uzandığında tepesinde dikilen kukuletalı ve korkunç bir gölgeydi ölüm. İçki dağıtan bir kölenin varlığı bir kral için ne kadar önem taşıyorsa Conan da ölümün varlığını o kadar umursuyordu. Sadece günün birinde o kemikli parmakları çok yakından hissedecekti, hepsi bu. Bugüne dek hayatta kalabilmesi onun için yeterliydi.

Bununla birlikte bazıları korku konusunda kendisinden bile dikkatsizdi. Nöbetçi sıralarının yanından kampa dönmekte olan Conan az ötede pelerinine sıkıca sarınmış, zayıf bir siluet görünce olduğu yerde kalakaldı.

“Prenses! Çadırında kalman gerekirdi.”

“Uyuyamadım.” Kadının koyu renk gözlerinden endişe bulutları geçiyordu. “Korkuyorum Conan!”

“Askerlerin arasında seni korkutan adamlar mı var?” diye sordu barbar, elini kılıcının kabzasına koyarak.

“Korktuğum şey bir adam değil,” dedi prenses, ürpererek. “Seni korkutan hiçbir şey yok mu Conan?”

Çenesini sıvazlayan Kimmeryalı bu soruyu bir müddet kafasında tarttı. “Var,” diye itiraf etti sonunda. “Tanrıların laneti.”

Yasmela bir kez daha ürperdi. “Ben lanetlendim. Cehennemden çıkan bir iblis beni mimledi. Her gece gölgelerin arasında sinsice gezinip kulağıma korkunç sırlar fısıldıyor. Beni yerin en dibine çekip cehenneme götürecek ve kraliçesi yapacak. Uyumaya cesaret edemiyorum; sarayımda olduğu gibi çadırımda da beni görmeye gelecek. Sen güçlüsün Conan, beni korursun. Bırak yanında kalayım, korkuyorum!”

Yasmela artık bir prenses değil, sadece korkmuş bir kızdı. Gururu onu terk etmiş, çaresizliğinden utanç duymaz hâle getirmişti. Korkudan deliye dönmüş bir şekilde gözüne en güçlü gözüken kişinin yanına gitmişti, hepsi bu. Daha evvelden gözüne itici gelen kaba kuvvet artık onu çekiyordu.

Conan cevap olarak sırtındaki kırmızı pelerini çekip çıkardı ve prensesin etrafına sardı. Hareketleri kabacaydı; kibar davranmak onun yetilerini aşan bir meziyetti sanki. Elleri bir anlığına kadının zayıf omuzlarında oyalanınca prenses tekrar ürperdi; ama bu seferki korkudan değildi. Sanki bu ufacık temasla dahi adamın acı kuvvetinin bir kısmı kendisine aktarılmış gibi üzerinden hayvani bir canlılık dalgası geçip gitti.

“Şuraya uzan,” dedi Conan, küçük bir kamp ateşinin yanındaki boşluğu işaret ederek. Bir prensesin savaş pelerinine sarınıp bir kamp ateşinin yanındaki çıplak zemine uzanmasının onun gözünde hiçbir yakışıksız tarafı yoktu. Fakat Yasmela sesini çıkarmadan itaat etti.

Conan yakınlardaki bir kaya parçasına oturup enli kılıcını dizlerinin üzerine yerleştirdi. Kamp ateşi zırhından yansırken mavi çelikten ibaret bir heykel gibi görünüyordu: devinimsiz duran, dinamik bir güç; sanki dinlenmiyordu da her zamanki korkunç hareketliliğine devam etmesini haber veren sinyali beklerken bir anlığına kıpırtısız kalmıştı. Alevlerin ışığı yüz hatlarında geziniyor, gölgeli ama yine de çelik kadar sert bir maddeden oyulmuş gibi görünmesine neden oluyordu. Suratı kıpırtısız olmasına rağmen gözleri yaşamla alev alevdi. O sadece vahşi bir adam değil, ama aynı zamanda vahşi hayatın bir parçası, hayatın ehlileştirilemeyen yanlarından biriydi. Damarlarında bir kurt sürüsünün kanı akıyordu, zihni kuzey gecelerinin karamsar derinlikleriyle doluydu ve kalbi yanan ormanların ateşiyle atıyordu.

Böylelikle, güvende olmanın verdiği o eşsiz hazla sarıp sarmalanan Yasmela yarı tefekkür edip yarı düş görerek uykuya daldı. Her nasılsa, yabancı diyarlardan gelen bu asık suratlı savaşçı başında beklerken hiçbir alev gözlü gölgenin kendisine musallat olmayacağını biliyordu. Yine de, hiçbir şey görmemesine rağmen, kozmik varlıklara duyulan bir korkuyla uyandı.

Onu uyandıran şey alçak bir fısıltıydı. Gözlerini açtığında kamp ateşinin iyice küçüldüğünü gördü. Havada şafaktan önceki o bilindik his vardı. Belli belirsiz de olsa Conan’ın hâlâ o kayanın üzerinde oturduğunu görebiliyor, kılıcının uzun ve mavi parıltısını seçebiliyordu. Barbarın hemen dibinde kamp ateşinin solgunca aydınlattığı bir başka siluet oturuyordu. Yasmela uyku mahmuru gözlerle baktığında bunun başına beyaz bir türban sarmış, kanca burunlu ve boncuk gözlü bir adam olduğunu fark edebildi. Anlamakta zorluk çektiği bir Şem aksanıyla hızlı hızlı bir şeyler anlatmaktaydı.

“Eğer yalan söylüyorsam Bel kolumu benden alsın! Doğru söylüyorum! Derketo adına yemin ederim Conan! Yalancıların şahı olabilirim ama asla eski bir yoldaşımı kandırmaya çalışmam. Sen zırhlara bürünmeden önce Zamora’da birlikte hırsızlık yaptığımız günlerin üzerine yemin ederim!

“Natohk’u gördüm; büyü yoluyla Set’e seslenirken onun önünde diz çöken diğerlerinin yanındaydım. Ama onların aksine burnumu kuma gömmedim. Ben bir Shumir hırsızıyım ve gözlerim bir çakalınkiler kadar keskindir. Natohk’u çaktırmadan dikizledim ve peçesinin rüzgârla uçuştuğunu gördüm. Yüzündeki örtü kenara kaydı ve… ve… Bel yardımcımız olsun! Sana onu gördüm diyorum Conan! Kanım dondu, tüylerim diken diken oldu. Gördüğüm şey ruhumu kızgın demir gibi dağladı. Gözlerimin beni aldatmadığından emin olana dek bir daha rahat edemedim.

“Böylece ben de Kuthchemes harabelerine gittim. Fildişi kubbenin kapısı ardına kadar açıktı; eşiğindeyse kocaman bir yılanın cesedi kılıçla şişlenmiş bir vaziyette yatıyordu. Kubbenin içinde bir adamın cesedini buldum; o kadar pörsümüş ve o kadar eciş bücüş olmuştu ki ilk başta onu tanıyamadım. Shevatas’tı, hani şu Zamoralı. Bu dünyada benden daha iyi bir hırsız olduğunu kabullendiğim tek kişi. Hazineye el sürülmemişti; cesedin etrafında ışıltılı tepecikler hâlinde duruyorlardı.”

“Büyücünün kemikleri yok muydu—” diye söze girdi Conan.

“Hiçbir şey yoktu!” diye onun lafını kesti Şemli, hararetle. “Hiçbir şey! Sadece tek bir ceset.”

Ortama bir anlığına sessizlik hâkim oldu ve Yasmela tarifi imkânsız bir korkuyla yattığı yerde büzüştü.

“Natohk nereden ortaya çıktı?” diye fısıldadı Şemli, titrek bir sesle. “Dünyanın titreşen yıldızların önünden çılgınca geçip giden azgın bulutlarla kör ve mecnun olduğu, rüzgârın uğultusunun çorak arazilerin hayaletlerinin çığlıklarıyla karıştığı bir gece çölden çıkagelmiş. O gece vampirler etrafta kol geziyor, cadılar çıplak bir vaziyette rüzgârlara biniyor ve kurtadamlar sahranın dört bir yanında uluyormuş. Büyücü siyah bir devenin üzerinde gelmiş; hayvanı son sürat sürüyormuş ve çevresinde uğursuz bir ateş varmış. Devenin kumda bıraktığı izler karanlıkta parlıyormuş. Natohk, Aphaka Vahası’ndaki Set Mihrabı’nın önünde bineğinden indiğinde hayvan gecenin içine karışarak ortadan kaybolmuş. Ve aniden devenin devasa kanatlarının çıktığına, bulutlara doğru hızla yükseldiğine ve arkasında alevden bir iz bıraktığına dair yemin eden kabile halklarıyla konuştum.

O geceden beri o hayvanı gören olmamış; fakat siyah renkli, insan biçimli, azman bir şekil şafaktan önceki o karanlık saatte Natohk’un çadırına girip ona anlaşılmaz bir dilde bir şeyler anlatmış. Sana ne gördüğümü söyleyeceğim Conan. Natohk… Bak, sana o gün Shushan’da rüzgâr onun peçesini açtığında gördüğüm şeyin bir resmini göstereceğim!”

İki adam bir şeyin üzerine eğilirken Yasmela Şemlinin elinde bir altın parıltısı gördü. Conan’ın homurdandığını duydu. Sonra da aniden karanlık onu esir aldı ve Prenses Yasmela hayatında ilk kez bayıldı.

Dördüncü bölüm için tıklayın.

Dördüncü Bölüm

Ordu yeniden harekete geçtiğinde şafak henüz sadece doğu ufkundaki bir beyazlıktan ibaretti. Kabile üyeleri uzun yolculuklarından dolayı tökezleyen atlarla yanlarına gelmiş ve çöl ordusunun Altaku Kuyusu’nda kamp kurduğunu haber vermişlerdi. Böylelikle askerler de at arabası sıralarını geride bırakıp hızlı bir tempoyla tepeleri tırmanmaya başlamıştı. Yasmela da onlarlaydı; kadının bakışları endişe doluydu. Tarif edilemez korkusu daha da berbat bir hâl almıştı; çünkü evvelsi gece Şemli adamın gösterdiği sikkeyi tanımıştı. Yozlaşmış Zugite Tarikatı’nın gizli gizli bastırdığı, üzerinde üç bin yıl önce ölen bir adamın yüzünü taşıyan sikke…

Yol, sarp uçurumların ve yalçın kayalıkların arasından kıvrılarak ilerliyordu. Orada burada birkaç köy vardı; bir araya toplanmış ve çamurla tutturulmuş taş evler… Kabile üyeleri akranlarına katılmak için evlerinden dışarı fırlıyordu. Böylece tepeleri aşmadan evvel orduya üç bir vahşi okçu katılmış oldu.

Tepeler ansızın sona erdi ve güneye doğru inen uçsuz bucaksız düzlükte soluklandılar. Güney yamaçları iyice dikleşiyor, Koth’un dağlık bölgeleriyle güney çölü arasında belirgin bir coğrafi sınır oluşturuyorlardı. Bu tepeler dağlık bölgelerin kıyısıydı ve neredeyse hiç bozulmadan, bir duvar gibi uzanıyorlardı. Çıplak ve virane olan bu kısımlarındaysa görevleri kervan yollarını korumak olan Zaheemi kavmi yaşıyordu sadece. Tepelerin ötesinde çıplak, tozlu ve kurak çöl uzanıyordu. Yine de ufukta Altaku Kuyusu’nu ve Natohk’un ordusunu görmek mümkündü.

Ordu artık Shamla Geçidi’ne, yani hem kuzey ve güney ülkelerinin servetinin aktığı hem de Koth, Khoraja, Şem, Turan ve Stigya ordularının yürüdüğü yola yukarıdan bakıyordu. Tepelerin oluşturduğu kale duvarı burada kesintiye uğruyordu. Kayalık çıkıntılar çöle doğru çıkıntı yapıyor, çorak vadiler oluşturuyor, kuzey sınırını sarp uçurumlarla kapatıyordu. Biri hariç: Geçit… Daha çok tepelerden öne doğru uzanan bir ele benziyordu ve birbirinden ayrılan iki parmağı yelpaze şeklinde bir vadi oluşturuyordu. Parmaklar her iki yanda yayvan birer sırta dönüşmekteydi; dışa bakan tarafları dimdik, içe bakan kısımlarıysa yokuştu. Vadi daraldıkça yukarı doğru eğim kazanıyor ve her iki yanındaki bayırları birer su yatağıyla bölünen bir platoya dönüşüyordu. O noktada bir kuyu ile Zaheemiler tarafından mesken edinilen birkaç taş kule bulunuyordu.

Conan atının dizginlerine asılıp durdu. Çelik zırhını çıkartmış ve daha aşina olduğu zincir zırhı kuşanmıştı. “Neden durdun?” diye sordu Thespides, atını durdurarak.

“Onları burada bekleyeceğiz,” diye yanıtladı Conan.

“Bir şövalyeye yakışan davranış dosdoğru üzerlerine sürüp onları karşılamaktır,” diye çıkıştı Kont.

“Bizden sayıca üstünler,” diye yanıtladı Kimmeryalı. “Ayrıca o tarafta su yok. Platoda kamp kurup—”

“Şövalyelerim ve ben vadide kamp kuracağız,” diye karşı çıktı Thespides, öfkeyle. “Biz öncü kıtayız ve bazılarının aksine paçavralara sarınmış bir çöl sürüsünden korkmayız.”

Conan sadece omuzlarını silkmekle yetindi ve öfkeli kont atını sürerek oradan uzaklaştı. Amalric adamlarına bağırarak durmalarını emretti, sonra da parıltılı zırhlarının içindeki şövalye grubunun yokuştan aşağı inerek vadiye girişini izledi.

“Aptallar! Çok geçmeden mataraları boşalacak ve atlarına su vermek için tekrar yukarı çıkmak zorunda kalacaklar.”

“Bırak gitsinler,” dedi Conan. “Benden emir almak zorlarına gidiyor. Köpek-kardeşlerimize koşum takımlarını gevşetip dinlenmelerini söyle. Zorlu ve hızlı bir yürüyüş yaptık. Atlara su verin ve bir şeyler yiyin.”

Gözcü göndermelerine gerek yoktu; çöl her şeyi gözler önüne seriyordu. Gerçi o anda görüş alanı güney ufkunu beyaz bir kütle hâlinde kaplayan alçak bulutlarca kısıtlanmıştı. Tek düze manzara sadece çölün birkaç kilometre içindeki taş harabeler tarafından bozuluyordu. Söylentiye göre orası kadim bir Stigya tapınağının kalıntılarıydı. Conan okçulara atlarından inmelerini ve kabile savaşçılarıyla birlikte bayıra sıralanmalarını emretti. Khorajalı mızraklı piyadeleri ve paralı askerleri de platodaki kuyunun yanına yerleştirdi. En geride, yani tepe yolunun platoya çıktığı noktadaysa Yasmela’nın çadırı bulunuyordu.

Görünürde hiçbir düşman olmadığından savaşçılar rahatlarına baktılar. Miğferler çıkarıldı, zincir başlıklar zırhlı omuzlara döküldü ve kemerler çözüldü. Etlerini kemirip içki tulumlarını kafaya dikerlerken müstehcen şakalar havada uçuştu. Tepe halkı da bayırlara kurulup zeytin ve hurma yedi. Amalric bir kayanın üzerine oturan ve başlığını çıkaran Kimmeryalının yanına gitti.

“Kabile halkının Natohk hakkında anlattıklarını işittin mi Conan? Diyorlar ki… Mitra aşkına. Tekrar bile edilemeyecek kadar çılgınca. Ne düşünüyorsun?”

“Bazen tohumların yüzyıllar boyunca hiç bozulmadan toprakta durduğu olur,” diye yanıtladı Conan. “Ama Natohk kesinlikle bir insan.”

“Ben o kadar emin değilim,” dedi Amalric, homurdanarak. “Her neyse, saflarını tecrübeli bir general kadar iyi düzenledin. Natohk’un şeytanlıklarıyla dikkatsizliğimiz yüzünden karşılaşmayacağımız kesin. Mitra adına, hava da amma sisli!”

“İlk başta onu bulut sanmıştım,” dedi Conan. “Baksana nasıl da deviniyor!”

Bulut gibi görünen şeyler aslında büyük, çalkantılı bir okyanus gibi kuzey yönünde hareket eden ve çölü hızla gözlerden saklayan kalın bir sis tabakasıydı. Çok geçmeden Stigya tapınağının harabelerini de kaplayarak yoluna devam etti. Ordu bu olayı hayretle izliyordu. Eşi benzeri görülmemiş, doğal olmayan ve açıklanamaz bir şeydi bu.

“Gözcü göndermemizin bir faydası olmaz,” dedi Amalric, bıkkın bir sesle. “Hiçbir şey göremezler. Sisin kenarları tepelerin eteklerine çok yakın. Çok geçmeden hem tüm geçidi hem de bu tepeleri kapla—”

Yaklaşmakta olan sisi giderek artan bir asabiyetle izleyen Conan aniden yere çöküp bir kulağını yere dayadı. Ardından telaşla ayağa kalkıp bir küfür savurdu.

“Atlar ve savaş arabaları! Binlercesi! Yer, nallarının altında sarsılıyor. Hey, oradakiler!” Sesi tüm vadide gök gürültüsü gibi yankılanarak dinlenmekte olan adamların dikkat kesilmesine neden oldu. “Miğferlerinizi giyip mızraklarınızı kuşanın sizi köpekler! Hizaya girin!”

Savaşçılar çabucak sıraya girer, miğferlerini başlarına geçirir ve kalkanlarını hazırlarken sis artık işe yaramayan bir şeymiş gibi yok oluverdi. Doğal bir sisin yapacağı gibi yavaşça çekilip yiteceğine, üfleyerek söndürülen bir mum alevi misali bir anda ortadan kayboldu. Sadece bir saniye önce tüm çöl devinen, dağ gibi yükselen, yumuşacık görünüşlü, katbekat sislerin altındaydı; şimdiyse çorak çölün üzerinde asılı duran bulutsuz gökyüzünde güneş parlıyordu. Ama önlerinde uzanan arazi artık boş değildi; tam aksine savaşın o hararetli debdebesiyle tıklım tıklımdı. Tepeler muazzam bir haykırışla sarsıldı.

Şaşkına dönen izleyiciler ilk bakışta altından ve bronzdan yapılma, ışıltılı bir denize baktıklarını zannettiler; sivri uçlu çelikler binlerce yıldız gibi göz kırpıyordu. Güneşin altında ışıl ışıl parlayan, uzun saflar hâlindeki düşman ordusu sisin bir anda ortadan kalkmasıyla birlikte olduğu yerde donakaldı.

En önde Stigya’nın vahşi atları tarafından çekilen savaş arabalarının oluşturduğu uzun bir sıra yer alıyordu. Her birinin başında birer sorguç bulunuyordu; esmer kolları boğum boğum kaslarla dolu, üstü çıplak sürücüleri yere sağlam basıp arkaya doğru kaykıldığında kişneyip şaha kalkıyorlardı. Sürücülerin yanındaki savaşçılar uzun boylu, şahin yüzlü tiplerdi; üzerinde altın birer küre taşıyan hilallerle süslenmiş bronz miğferler giyiyorlardı. Ellerinde güçlü yaylar vardı. Bunlar sıradan okçular değil, güneyin savaşmak ve avlanmak için doğan, oklarıyla aslan avlamaya alışkın soylu halklarıydı.

Onların arkasında yarı vahşi atlarının üzerindeki yabani adamlardan oluşan karışık bir güruh vardı; Kush’un, yani Stigya’nın güneyindeki çayırlıklarda kurulan ilk siyahi krallığın savaşçılarıydı bunlar. Kapkara, esnek ve çevik vücutları güneş ışığının altında parlıyor, ne eyer ne de dizgin kullanarak, anadan üryan at biniyorlardı.

En arkadansa tüm çölü kaplıyormuş gibi gözüken, devasa bir kalabalık geliyordu. Şem’in binlerce savaşçı oğlu; pullu zırhlar ve silindirik miğferler giymiş sıra sıra atlı; Nippr, Shumir, Eruk ve diğer kardeş şehirlerinden gelen Asshuri savaşçıları; beyaz cüppeler içindeki göçebe kabileler.

Saflar dönüp durmaya başladı. At arabaları kenara çekilirken ordunun ana kolu tereddütlü adımlarla öne çıktı.

Vadideki şövalyeler atlarına binmişti ve Kont Thespides dört nala Conan’ın yanına çıkıyordu. Kont, atından inmeye tenezzül etmeden çabucak lafa girdi.

“Sisin kalkması onları şaşkına çevirdi! Şimdi saldırma zamanı! Kushluların yayı yok ve tüm ordunun yolunu tıkıyorlar. Şövalyelerimin yapacağı bir saldırı onları gerisingeri Shem saflarına püskürtür ve düzenlerini bozar. Beni takip edin! Bu savaşı tek bir darbeyle kazanacağız!”

Conan başını iki yana salladı. “Eğer karşımızdaki sıradan bir düşman olsaydı sana katılırdım. Ama düşmanımızın şaşkınlığı sadece bir aldatmaca. Bizi aşağı çekmek istiyorlar. Bunun bir tuzak olmasından endişeleniyorum.”

“Yani harekete geçmeyi ret mi ediyorsun?” diye bağırdı Thespides, yüzü hiddetle kararırken.

“Mantıklı ol,” dedi Conan, ikaz ederek. “Buradayken pozisyon avantajımız—”

Tumturaklı bir küfür savuran Thespides geri dönüp atını dört nala sürerek sabırsızlıkla bekleyen şövalyelerinin yanına döndü.

Amalric başını iki yana salladı. “Gitmesine izin vermemeliydin Conan. Ben… Bak, orada!”

Conan bir küfür savurarak ayağa fırladı. Thespides adamlarının yanına varmıştı. Coşkulu sesini zar zor duyuyorlardı fakat yaklaşan orduyu işaret ederken vücut dili yeterince açıktı. Derken beş yüz kargı indirildi ve çelik zırhlara bürünmüş süvari birliği vadiden aşağı doğru yıldırım gibi inmeye başladı.

Yasmela’nın çadırından koşarak gelen genç bir uşak hevesli ve tiz bir sesle Conan’a seslendi. “Lordum, prenses neden Kont Thespides’i takip edip ona destek vermediğinizi soruyor.”

“Çünkü ben onun kadar aptal değilim, diye homurdandı Conan, tekrar kayaya oturur ve iri bir budu kemirmeye başlarken.

“Emir komuta sendeyken daha aklı başında davranıyorsun,” dedi Amalric. “Bu tür çılgınlıklar her zaman senden gelirdi.”

“Evet, çünkü o zamanlar düşünmem gereken tek hayat benimkiydi,” diye yanıtladı Conan. “Şimdiyse… O da neyin nesi?”

Düşman ordusu durmuştu. En uçtaki kanadından bir savaş arabası fırladı; sürücüsü binekleri delicesine kamçılıyordu. Arabadaki diğer kişi cübbesi rüzgârda hayaletimsi bir şekilde uçuşan, uzun boylu bir adamdı. Kucağında altından yapılma, büyük bir kap taşıyordu ve içinden güneş ışığının altında kıvılcımlar çıkaran, ince bir bulut saçılıyordu. At arabası düşman ordusunun önündeki boşluğu boylu boyunca kat etti ve gümbürdeyen tekerleklerinin arkasındaki kumların üzerinde bir yılanın parıltılı izine benzer, uzun ince bir toz demeti bıraktı.

“Bu Natohk!” dedi Amalric, bir küfür savurarak. “Yine ne gibi bir cehennem tohumu ekiyor?”

Atağa kalkmış olan şövalyeler pervasız hızlarını azaltmadı. Elli adım daha attılar mı mızraklarının ucu hâlâ yukarı dönük olan, dağınık ve hareketsiz Kush saflarına şiddetle çarpacaklardı. En öndeki şövalyeler kumların üzerindeki parıldayan çizgiye ulaştı. Kıvrılıp duran o habis şeye önem vermediler. Lâkin atlarının nalları toza değer değmez ortaya çakmak taşına çarpan çelik etkisi çıktı… ama çok daha korkunç bir sonuçla. Çöl, o dağınık çizgiden yayılıyormuş gibi görünen beyaz bir alevin neden olduğu muazzam bir patlamayla sarsıldı.

Şövalyelerin en ön safı bir anda alevler tarafından yutuldu ve hem atlar hem de çelik zırhlı binicileri bir kamp ateşine yakalanan haşereler gibi büzüştü. Hemen ardından arka saflardaki yoldaşları kömüre dönmüş bedenlerin üzerine yığıldı. Pervasız süratlerini kontrol altına alamayan şövalyeler ardı ardına kalıntıların üzerine devrildi. Gerçekleştirdikleri saldırı ürkütücü bir anilikle zırhlı adamların çığlık çığlığa bağırdığı, atların ezilerek can verdiği bir karmaşaya dönüştü.

Düşman ordusu şaşırmış numarası yapmayı bırakıp düzenli saflar oluşturmaya başladı. Vahşi Kushlular bocalayan şövalyelerin üzerine atılıp yaralıları mızraklarıyla deştiler, taştan ya da demirden yapılma çekiçleriyle miğferlerini yardılar. Her şey o kadar hızlı olup bitmişti ki tepelerdeki izleyiciler şaşkınlıktan donakalmıştı. Derken düşman ordusu ikiye ayrılıp kömürleşmiş ceset yığının etrafından dolanarak tekrar harekete geçti. Tepedeki adamlardan biri bir çığlık attı. “Bunlar insan değil. İblislerle savaşıyoruz!”

Tepenin her iki yanındaki adamlar dalgalandı. İçlerinden biri koşarak platoya indi. “Kaçın! Kaçın!” diye bağırdı, ağzından köpükler saçarak.

Hırıldayan Conan hızla ayağa kalkıp elindeki but kemiğiyle adamın yüzüne okkalı bir tane patlattı. Ağzı yüzü kan içinde kalan adam yere yığıldı. Conan kılıcını çekti; kıstığı mavi gözleri tehditkâr bir şekilde parlıyordu.

“Yerlerinize dönün!” diye bağırdı. “Eğer geriye doğru bir adım daha atacak olursanız onun kellesini uçururum! Savaşın, lanet olasıcalar!”

Hengame başladığı hızla sona erdi. Conan’ın öfkeli kişiliği korkulu kalabalığın üzerinde bir kova buzlu su etkisi yaratmıştı.

“Yerlerinize geçin,” diye emretti çabucak, “ve oradan ayrılmayın! Bu gün hiçbir insan ya da iblis Shamla Geçidi’ni aşamayacak!”

Platonun kıyısının vadinin bayırına dönüştüğü noktaya toplanan paralı askerler kemerlerini sıkıp mızraklarını kavradılar. Bineklerinin üzerindeki süvariler hemen arkalarındaydı; Khoraja’nın mızraklı piyadeleriyse destek kuvvet olarak bir köşede bekleyişe geçti. Çadırının eşiğinde duran ve ağzını bıçak açmayan Yasmela’nın gözünde kalabalık çöl ordusuyla karşılaştıklarında bir avuç zavallı askerden fazlası değillerdi.

Conan mızraklı piyadelerin yanına geçti. Okçuları yaylım ateşi yaparken düşmanın savaş arabalarıyla bayıra tırmanmayı göze alamayacağını biliyordu. Fakat düşman atlılarının bineklerinden indiklerini görünce homurdandı. Bu vahşi adamlar bir erzak konvoyuna sahip değildi; eyer kaşlarından mataralar ve heybeler sarkmaktaydı. Şimdi de sularının son kısmını içiyor ve mataralarını bir kenara atıyorlardı.

“Bu bir ölüm kapanı,” diye mırıldandı düşmanları yaya olarak dizilmeye başladığı sırada. “İşte şimdi bir süvari akını başlatmayı isterdim; yaralı atlar etrafta koşuşturup dizilişlerini mahvederdi.”

Düşman ordusu devasa bir kama oluşturdu. En uçta Stigyalılar, ortada zırhlı Asshuri savaşçıları, kenarlarda da göçebeler bulunuyordu. Birbirlerine yakın durarak kalkanlarını kaldırdılar ve hücumlarına başladılar. En geride bulunan hareketsiz bir savaş arabasında uzun boylu bir siluet duruyor, cübbeli kollarını yukarı kaldırarak korkunç bir zikirde bulunuyordu.

Ordu vadinin geniş ağzına girer girmez tepe halkı yaylarını saldı. Korunaklı formasyonlarına rağmen onlarca adam cansız hâlde yere yığıldı. Stigyalılar yaylarını bıraktı, miğferli başlar şiddetli ok yağmuru karşısında aşağı eğildi ve kara gözler kalkanların köşesinden dik dik baktı. Merhametsiz bir dalga hâlinde, düşen silah arkadaşlarının cesetlerinin üstüne basa basa geldiler. Fakat Şemliler buna kendi yaylarını salarak karşılık verdi ve gökyüzü ok bulutlarıyla karardı. Büyücünün ne gibi bir dehşeti gün yüzüne çıkartmakla meşgul olduğunu merak eden Conan dalgalanan mızrak denizinin üzerinden şöyle bir baktı. Natohk’un da tıpkı diğer tüm büyücüler gibi savunmadan çok saldırı konusunda daha korkutucu olduğunu bir şekilde hissediyordu. Ona açık açık hücum etmek intihara davetiye çıkarmak anlamına gelirdi.

Yine de düşman askerlerini ölümüne saldırmaya iten şeyin büyü olduğuna kuşku yoktu. Yaklaşan orduya verilen tahribatı gördüğünde Conan’ın nefesi kesildi. Kama düzeninin iki kenarı da neredeyse tamamen kaybolmuştu ve vadi şimdiden cesetlerle dolup taşıyordu. Buna rağmen hayatta kalanlar ölümden bihaber deliler gibi üstlerine gelmeyi sürdürüyordu. Sayıca üstün olan yayları, uçurumların kenarlarına konuşlanmış olan okçuları ezici bir yenilgiye uğratmaya başladı. Havada süzülen ok bulutları giderek hız kazanıyor, tepeli okçuları siper almaya zorluyordu. Düşman ordusunun ilerleyişi sekteye uğramayınca paniklemeye ve gözleri tuzağa düşmüş kurtlarınki gibi parlarken yaylarını çılgınca kullanmaya başladılar.

Çöl ordusu Geçit’in dar boğazına yaklaştığında tepeliler üzerlerine koca koca kaya parçaları yuvarlayıp onları ezdi. Yine de saldırmaya devam ettiler. Conan’ın adamları kendilerini kaçınılmaz çarpışmaya hazırladı. Birbirlerine çok yakın durdukları ve kaliteli zırhlar kuşandıkları için ok yağmuru onlara fazla zarar verememişti. Conan asıl devasa kama formasyonu kendi zayıf saflarına çarptığında olacaklardan korkuyordu. Ve o anda böyle bir katliamdan kurtulmanın bir yolunun olmadığını fark etti. Yakınında duran bir Zaheemi’nin omzunu kavradı.

“Atlı adamların batı tarafındaki kör vadiye görünmeden inebileceği bir yol var mı?”

“Evet, var. Oldukça dik ve tehlikeli bir patikadır. Ama aynı zamanda da gizlidir de ve sürekli korunur. Ama—”

Conan adamı peşi sıra sürükleyerek büyük bir savaş atının sırtında oturmakta olan Amalric’in yanına vardı.

“Amalric!” diye bağırdı. “Bu adamı takip et! Seni şuradaki dış vadiye götürecek. Oradan aşağı in, bayırın etrafından dolan ve düşmana arkadan saldır. Hiçbir söyleme, sadece git! Bunun delilik olduğunu biliyorum, ama zaten mahvolduk. En azından ölmeden önce verebileceğimiz tüm zararı veririz! Acele et!”

Amalric bıyığının diken diken olmasına neden olan, vahşice bir sırıtış takındı. Hemen ardından adamlarıyla birlikte rehberi takip ederek platodan çıkan geçitler ağına girdiler. Conan mızraklı adamların yanına geri dönüp kılıcını çekti.

Yeterince hızlı hareket edememişti. Shupras Ağa’nın adamları yenilginin kaçınılmaz olacağından korkarak deliye dönmüştü ve bayırın her iki yanında can havliyle ok atıyorlardı. Vadideki ve bayırdaki insanlar birer sinek gibi ölüyordu… derken karşı konulmaz bir dalga hâlinde yükselen Stigyalılar bir kükreme eşliğinde paralı asker sırasıyla çarpıştı.

Saflar birbirine şiddetle çarpan bir çelik girdabı hâlinde birbirine girdi. Savaşmak için doğan soyluları, para için çarpışan profesyonel askerlerle karşı karşıya getiren bir kapışmaydı bu.

Kalkanlar kalkanlara çarptı; mızraklar etleri delip etrafa kan sıçrattı.

Conan kılıç denizinin arasından Prens Kutamun’un heybetli cüssesini gördü, ama etrafındaki baskı çok yoğundu; soluk soluğa kalmış ve kılıçlarını savurarak kesip biçen kara derili bir güruhla göğüs göğseydi. Stigyalıların hemen arkasından Asshuriler geliyor, yükleniyor ve bağırıp çağırıyorlardı.

Göçebe düşman askerleri de her iki taraftaki uçurumları tırmanmıştı ve artık dağlı akrabalarıyla burun burunaydılar. Savaş, zirvelerin dört bir yanında şuursuz, soluksuz bir vahşete dönüşmüştü. Yobazlıkla ve kadim kan davasıyla çılgına dönen kabile halkları şiddetli bir biçimde birbirlerine girip kestiler, biçtiler ve öldüler. Anadan üryan Kushlular, karmakarışık saçları peşleri sıra uçuşurken uluyarak kavgaya katıldılar.

Conan terle bulanıklaşmış bakışlarını aşağı çevirdiğinde kendini vadiyi bir ucundan ötekine kadar dolduran, çalkalanıp kabaran bir çelik okyanusuna bakıyormuş gibi hissetti. Savaş kanlı bir kördüğüm hâline gelmişti. Tepeli savaşçılar bayırları tutuyor, paralı askerler ayaklarını kan revan içindeki yere sağlam basarak mızraklarını sıkıca kavrıyor ve Geçit’i ellerinde tutuyorlardı. Düşmanları sayıca kendilerinden üstün olmasına rağmen daha yüksek bir konuma ve daha iyi zırhlara sahip olmaları bir süre için avantajı onların lehine çeviriyordu. Lâkin bu çok sürmezdi. Asshuriler Stigyalıların saflarında açılan boşlukları dolduruyor, parlak mızraklardan ve öfkeli yüzlerden oluşan şiddetli bir akın dalga dalga bayırı tırmanıyordu.

Conan, Amalric’in süvarilerini görme umuduyla batıdaki bayırın ötesine baktı, ama gelen giden yoktu. Mızraklı adamları da saldırılar karşısında gerilemeye başlamıştı. O anda Conan tüm zafer ve yaşama umutlarını geride bıraktı. Soluk soluğa kalmış yüzbaşılarına son bir emir haykırarak aralarından ayrıldı ve platoyu koşarak katedip sabırsızlıkla titreyen Khoraja destek kuvvetinin yanına gitti. Yasmela’nın çadırından tarafa bakmadı bile. Prensesi tamamen unutmuştu; vahşi içgüdülerinden doğan tek düşüncesi ölmeden önce karşısına çıkan her düşmanı katletmekti.

“Bugün hepiniz birer şövalye olacaksınız!” diyerek gür bir kahkaha attı, ucundan kanlar damlayan kılıcıyla yakınlarda başıboş gezen atları işaret ederek. “Binin ve cehenneme dek peşimden gelin!”

Tepe küheylanları alışık olmadıkları Koth zırhının ağırlığı altında vahşice şaha kalktı ve adamlarına doğu bayırının platodan ayrıldığı noktaya doğru önderlik eden Conan’ın attığı şiddetli kahkaha savaşın tüm gürültüsünü bastırdı. Fakir düşmüş asilzadelerden, en küçük erkek kardeşlerden, ailelerinin yüz karalarından oluşan beş yüz kişilik piyade grubu yarı vahşi Şem atlarının üzerinde dört nala giden bir ordu oluşturup bayırdan aşağı daha önce hiç kimsenin cesaret edemediği bir hızla atağa kalktı!

Geçidin yaşanan savaş yüzünden tıkanmış ağzını yıldırım gibi geçip cesetlerle dolu bayıra çıktılar. Dik yokuşu son sürat inerlerken aralarından birkaç kişi dengesini kaybederek kendi yoldaşlarının toynakları altında can verdi. Bayırın dibindeki adamlar çığlıklar atıp kaçışmaya başladı ve atlıların şiddetli saldırısı tıpkı ağaçları söküp atan bir heyelan misali onları alt üst etti. Birbirlerine yakın duran Khorajalılar hasımlarının arasından hızla geçerek arkalarında ezilmiş cesetlerden oluşan bir halı bıraktılar.

Derken, düşman ordusu çalkalanıp kıvrandığı sırada, Amalric’in süvarileri dış vadide karşılaştıkları bir atlı bölüğünü yarıp geçerek batı bayırını aştı ve çelik uçlu bir kama düzeni oluşturup Natohk’un askerlerine şiddetli bir darbe indirerek onları darmadağın etti. Kendilerinden çok daha kuvvetli bir düşman tarafından çevrildiklerini zanneden ve çöle dönüş yollarının kapatılmasından korkarak çılgına dönen göçebeler dağılıp çılgınca kaçışmaya, daha kararlı yoldaşlarının saflarının arasında kargaşa yaratmaya başladılar. Bayırların üzerindeki çöl savaşçıları tereddüde kapıldı ve tepeli askerler yenilenmiş bir hiddetle üzerlerine çullanıp onları aşağı sürdü.

Şaşkınlıktan donakalan çöl ordusu üzerlerine saldıran grubun bir avuç askerden oluştuğunu anlayamadan önce dağılıverdi. Ve bir kez dağıldıktan sonra bir büyücü bile bu büyüklükte bir orduyu tekrar bir araya toplayamazdı. Mızrak ve kelle denizinin karşısına bakan Conan’ın çılgın adamları, bozgunun ortasında istikrarlı bir şekilde ilerleyen ve baltalarıyla topuzlarını indirip kaldıran Amalric’in atlılarını gördüler. Bunun üzerine her birinin kalbine zaferin o çılgın neşesi yerleşti ve kolları daha da güçlü bir şekilde inip kalkmaya başladı.

Geçit’i koruyan mızraklı adamlar, kızıl dalgaları ayak bileklerine dek sıçrayan kan denizinin içinde dikkatle ilerleyerek atağa kalktı ve önlerinde dağılıp giden saflara acımasızca saldırdılar. Stigyalılar dayandı, fakat arkalarındaki Asshurilerin baskısı eriyip gitti ve onları bölüp yok etmek için ileri atılan paralı askerler, takip ettikleri adamın izinde ölüp giden güneyli soyluların cesetlerinin üzerinden geçti.

İhtiyar Shupras kalbine yediği bir ok sonucu tepelerin üzerinde cansız yatıyordu; zırhlı baldırına bir mızrak yiyen Amalric de düşmüştü ve bir korsan gibi küfürler savuruyordu. Conan’ın atlı birliğinden geriye yüz elli kişiden daha az asker kalmıştı. Ama çöl ordusu darmadağın olmuştu. Göçebeler ve zırhlı mızrakçılar kamplarına, yani atlarının olduğu yere doğru kaçıyorlardı. Tepeli savaşçılar bayırlardan aşağı akın ediyor, kaçanları sırtlarından mızraklıyor ve yaralıların boğazını kesiyorlardı.

O girdap gibi dönen, kıpkırmızı karmaşanın ortasında aniden Conan’ın önünde korkunç bir şey belirdi ve atının şaha kalkmasına neden oldu. Prens Kutamun’du bu; üzerinde bir peştamal dışında hiçbir şey yoktu. Zırhını kaybetmiş, hilal sorguçlu miğferi yamulmuş ve üstü başı kanla kaplanmıştı. Korkunç bir çığlık atan adam kırılmış kılıcının kabzasını Conan’ın suratının tam ortasına fırlattı, sonra da öne atılıp aygırın dizginlerine asıldı. Yarı yarıya sersemleyen Kimmeryalı eyerinde geriye doğru yalpaladı. Kara derili dev muazzam bir güç sergileyerek atı bir ileri bir geri savurdu. Ta ki korkuyla kişneyen hayvan dengesini kaybedip kanlı kumlarla ve kıvranan bedenlerle dolu, çamurlu zemine yıkılana kadar…

At devrilirken Conan kendini yere atıp onun altında kalmaktan kurtuldu. Öfkeyle kükreyen Kutamun sadece bir saniye sonra tepesinde bitti. Barbar, savaşın o kâbusumsu çılgınlığının ortasında hasmını nasıl öldürdüğünü asla tam olarak hatırlayamadı. Anımsadığı tek şey elinde bir kaya parçası tutan Stigyalının miğferine defalarca vurduğu, gözlerinin önünde şimşekler çakmasına yol açtığı, bu esnada kendisinin de hançerini defalarca ve defalarca ona sapladığı ama bunun prensin ürkütücü canlılığının üzerinde hiçbir görünür etkisi olmadığıydı. Vücuduna baskı yapan beden kuvvetli bir titremeyle sarsılıp kasıldığında, sonra da gevşeyip yere serildiğinde Conan’ın etrafındaki dünya fırıl fırıl dönüyordu.

Sendeleyen barbar, çentik çentik olmuş başlığının altından akan kan yüzüne damlarken önünde uzanan tahribatın büyüklüğüne sersem sersem baktı. Ölü adamlar koyun koyuna yatıyor, tüm vadiyi kızıl bir halı kaplıyordu. Her bir dalgası dağınık ceset yığınlarından oluşan bir kan denizi gibiydi. Geçit’in girişini tıkıyor, bayırları lekeliyorlardı. Katliam artık çölde devam ediyordu; sağ kalıp atlarına ulaşan düşmanlar çorak araziye doğru kaçıyor, galip gelen tarafsa yorgun argın onları takip ediyordu. Takip edenlerin sayısının ne kadar azaldığını fark eden Conan dehşete kapıldı.

Derken tüm o hengameyi bastıran korkunç bir çığlık duyuldu. Ceset yığınlarına aldırış etmeyen bir savaş arabası hızla vadiye tırmanıyordu. Onu çeken şey bir at değil, deveyi andıran kara bir yaratıktı. Arabanın üzerindekilerden biri cüppesi rüzgârla uçuşan Natohk’tu; yanındaysa dizginleri sıkıca tutup deveyi çılgınca kamçılayan, maymuna benzer, siyah bir canavar vardı.

At arabası, cesetlerle dolu bayırı yakıcı bir rüzgâr eşliğinde aşarak doğrudan çadırında tek başına dikilen Yasmela’nın üzerine gitti; korumaları takibin çılgınlığına kapılıp onu yalnız bırakmıştı. Natohk uzanıp prensesi arabaya çekerken yerinde donakalan Conan, kadının dehşet dolu çığlığını işitti. Ardından korkunç bineği gerisingeri dönüp vadiden aşağı hızla inmeye başladı ve Natohk’un kollarında kıvranan Yasmela’yı vurma kaygısıyla hiç kimse ok atmaya ya da mızrak fırlatmaya cesaret edemedi.

İnsanlık dışı bir çığlık atan Conan kılıcını yerden kaparak son sürat koşmakta olan dehşetengiz yaratığın önüne sıçradı. Fakat barbar daha kılıcını kaldırmaya bile fırsat bulamadan kara derili yaratığın önayakları ona bir yıldırım gibi çarparak kafası karışmış ve yara bere içinde kalmış bir vaziyette on metre öteye uçmasına neden oldu. Savaş arabası gümbürtüyle yanından geçip giderken çınlayan kulaklarına Yasmela’nın korku dolu çığlıkları çalındı.

Kanla kaplı zeminden hızla kalkar, yanından dört nala geçen binicisiz bir atın dizginlerini yakalar ve hayvanın koşusunu durdurmadan kendini eyere atarken Conan’ın dudaklarından insanlıkla alakası olmayan bir haykırış koptu. Ardından çılgınca bir coşkuyla hızla uzaklaşmakta olan savaş arabasının peşine takıldı. Peşi sıra toprak parçaları kaldırdı ve Şem kampından rüzgâr gibi geçti. Çölün içlerine doğru ilerledikçe kendi adamlarını ve atlarını delicesine mahmuzlayan düşman askerlerini geride bıraktı.

Savaş arabası kaçtı, Conan kovaladı; lâkin bir müddet sonra atı geri kalmaya başladı. Engin çöl artık dört bir yanlarında uzanıyor, günbatımının kızıl ve ıssız şaşaasıyla yıkanıyordu. Kadim harabeler tam önlerindeydi. Derken, arabayı süren canavar Conan’ın kanını donduran bir çığlıkla Natohk ile prensesi aşağı atıverdi. Her ikisi de kumlara yuvarlandılar. Conan izlerken hem savaş arabası hem de onu çeken binek korkunç bir şekilde biçim değiştirdi. Artık deveyle yakından uzaktan bir alakası kalmayan o kara, dehşetengiz yaratığın devasa kanatlar çıktı, sonra da arkasında alevden bir iz bırakarak hızla gökyüzüne yükseldi. İnsan benzeri, kara derili sürücü korkunç bir zafer çığlığı attı. Her şey hızla gelip geçen bir kâbus kadar çabuk olup bitmişti.

Natohk apar topar ayağa kalktı ve amansız takipçisine bir bakış attı. Conan durmamış, hatta daha da hızlanmış bir vaziyette üzerlerine gelmeye devam ediyordu; alçakta tuttuğu kılıcı bir elinde hazır vaziyette bekliyor, arkasında kan damlalarından kızıl bir iz bırakıyordu. Büyücü baygınlık geçiren prensesi kapıp harabelerin arasına koştu.

Conan bineğinden atlayıp hızla peşlerine düştü ve dışarıda alacakaranlık hızla çökmesine rağmen kendini kötücül bir ışıkla parlayan bir odada buldu. Yasmela siyah yeşim taşından yapılma bir sunağın üstünde yatıyor, çıplak bedeni tuhaf ışığın altında fildişi gibi parlıyordu. Kadının giysileri vahşi bir acelecilikle yırtılıp atılmışçasına yerlere saçılmıştı. Natohk, Kimmeryalıdan tarafa döndü. Aşırı derecede uzun boylu ve zayıf bir adamdı; yeşil renkli, parlak ipeklere bürünmüştü. Peçesini geriye attı ve Conan, Zugite sikkelerinde resmedilen yüz hatlarına baktı.

“Evet, kork benden seni köpek!” dedi büyücü, devasa bir yılanın tıslamasını andıran bir sesle. “Ben Thugra Khotan’ım! Çok uzun bir zamandır mezarımda yatıyor, uyanacağım ve esaretimden kurtulacağım günü bekliyordum. Beni barbarlardan kurtaran sanatım aynı zamanda beni tutsak etti, fakat birinin geleceğini biliyordum. Ve geldi de! Kaderin ona biçtiği rolü oynadı ve üç bin yıldır hiç kimsenin ölmediği bir şekilde can verdi!

“Aptal, adamlarımı dağıtmayı başardın diye kazandığını mı sandın? Ya da kölem hâline getirdiğim iblis bana ihanet edip kaçtı diye? Ben Thugra Khotan’ım ve dünyaya sizin o değersiz tanrılarınız değil, ben hükmedeceğim! Çöller benim insanlarımla dolu, iblisler ben ne dersem onu yapar ve tüm sürüngenler bana itaat eder. Bu kadına duyduğum açlık büyü yeteneklerimi zayıflattı. Ama artık o benim ve ruhunun tadına bir kez baktım mı yenilmez olacağım! Geri çekil, aptal! Sen Thugra Khotan’ı yenemedin.”

Asasını savurup Conan’ın önüne fırlattı ve barbar istemsiz bir çığlık atarak geri çekildi. Asa yere düşer düşmez korkutucu bir biçimde şekil değiştirmeye başladı; dış hatları eğilip büküldü, sonra da bir kobra yılanına dönüşerek dehşete kapılan Kimmeryalının önünde heyula gibi yükseldi. Okkalı bir küfür eden Conan kılıcını savurarak o berbat şekli ikiye böldü. Ayaklarının dibine düşen şey ikiye bölünmüş, fildişi bir asadan başka bir şey değildi. Ürkütücü bir kahkaha atan Thugra Khotan eğilip tozlu zeminde tiksindirici bir şekilde sürünen bir şeyi yakaladı.

Öne doğru uzattığı elinde kıvranıp duran, canlı bir yaratık vardı. Bu seferki bir gölge oyunu değildi. Thugra Khotan çıplak elinde otuz santim büyüklüğündeki bir kara akrep, yani çöllerin en ölümcül hayvanını tutuyordu; dikenli kuyruğuyla gerçekleştirdiği tek bir vuruş anında ölüm anlamına geliyordu. Büyücünün iskeletimsi yüz hatlarında mumyaları andıran bir sırıtış peyda oldu. Conan anlık bir tereddüde kapıldı, sonra da ani bir kararla kılıcını hızla fırlatıverdi.

Hazırlıksız yakalanan Thugra Khotan’ın kaçınacak vakti dahi olmadı. Kılıcın ucu kalbine saplanıp omuzlarının arasından otuz santim kadar çıkıverdi. Cansız bir hâlde yere yığılan büyücü elinde tuttuğu akrebin üzerine devrilerek ölümcül hayvanı da ezdi.

Sunağa doğru ilerleyen Conan, Yasmela’yı kanlı kollarıyla taşıdı. Prenses beyaz kollarını adamın zırhlı boynuna dolayıp hıçkırarak ağlamaya başladı ve barbarın gitmesine izin vermedi.

“Crom aşkına kız!” diye homurdandı. “Bırak beni! Bugün elli bin kişi öldü ve hâlâ yapmam gereken—”

“Hayır!” dedi daha da sıkı tutunan prenses, hissettiği korku ve tutku yüzünden en az onun kadar barbarca davranarak. “Gitmene izin vermeyeceğim! Ben artık seninim; beni ateşle, çelikle ve kanla elde ettin! Sen de benimsin! Geri dönersem yine diğerlerine ait olacağım… Buradaysa kendime aidim. Ve de sana! Gidemezsin!”

Kimmeryalı tereddüt etti; zihni, vahşi arzularının ateşli dalgalarıyla sersemledi. O dehşetli, esrarengiz parıltı hâlâ gölgeli odayı aydınlatıyor ve Thugra Khotan’ın neşesizce, boş boş sırıtıyormuş gibi görünen cansız yüz hatlarında oynaşıyordu. Dışarıdaki çölde, ceset okyanusunun arasındaki tepelerde insanlar ölüyordu; susuzlukla, yaralarının verdiği acılarla ve çılgınlıkla bağırıp çağırıyorlardı; krallıklar sendeliyordu. Sonra tüm bunlar çelik gibi kollarını çılgın bir cadı ateşi gibi önünde titreyen, zayıf ve beyaz bedenin etrafına sıkıca dolarken ruhunda çılgınca kabaran, kızıl bir dalgayla yitip gitti.

– SON –


© Robert E. Howard 1933
© 
Kayıp Rıhtım 2019

Çeviri
M. İhsan TATARİ


Conan Unconquered incelememizi okumak için tıklayın.

M. İhsan Tatari

Yirmi yılı aşkın bir zamandır fantastik edebiyat, bilimkurgu, çizgi roman ve bilgisayar oyunlarıyla haşır neşir oluyor.

Fantastik edebiyat alanında dört basılı kitabı bulunan yazar, Kayıp Rıhtım'ın yanı sıra Oyungezer dergisinde de serbest yazar olarak çalışmakta, çeşitli yayınevlerinde çevirmen ve editör olarak görev almaktadır.

Yorum Yap

Exit mobile version