Menu
in ,

Bilimkurgunun Şaşırtan İlkleri

Bilimkurgu türünün ezber bozma niteliği taşıyan şaşırtıcı ilkleri ile tanışmaya hazır olun! İlk robotlar, ilk yapay zekâ, ilk kıyamet senaryosu ve dahası…

Halâ bilimkurgu dendiğinde akla sadece uzay maceraları ve uzay savaşları gelir. Şüphesiz uzay maceraları önemli ilk adımlardandır, fakat türü tanımlamada tek başına yetersizdir. Oysa türün okurları ya da bilgi sahipleri bilir ki bilimkurgu sadece bu ikisi olmaktan çok uzak, engin bir okyanustur. Kökleri bazen hepimizi şaşırtacak kadar eskiye uzanan kudretli bir ağaçtır kimi zaman. Öyle bir yapıdır ki o, dalları ya da kolları çatallanarak sayısız alt türün ve konunun doğumu için yollar açmıştır. Meyveleriyle pek çok efsanevi yazarı beslemiş, onların ürettiği eserleri köklerine katıp daha yükseğe uzanmıştır.

Fakat tüm bunların ötesinde bu sayılanları başlatan birileri ve o kişilerin eserlerinin olması gerekmez mi?

Dediğimiz tanımlamaya son kez göz atalım: Bilimkurgu engin bir okyanus, kudretli bir ağaçtır. Şimdi ne kadar eskilere dayandığını görmek ister misiniz? Çünkü az sonra ilk yapay zekâ, ilk zaman makinesi, ilk dünyanın sonu kurgusu ve çok daha fazlasını göreceksiniz. Tarihler aklınızı karıştıracak, daha önceden öncü olarak bildiklerinize veda edeceksiniz.

- Reklam -

Hazır mısınız? O halde bu zaman yolculuğu için sıkı tutunun.

(Numaralandırmış açıklamalar, son sayfada “Notlar” olarak listelenmiştir.)

İlk Yapay Zekâ veya Bilgisayar Örneği

Yapay zekâ son zamanlarda pek çok kurguda olduğu kadar filmlerde de yer etmiş bir kavram. Hatta aynı adla meşhur bir Steven Spielberg filmi bile var, değil mi? Robotları otomasyondan[1] çıkarıp kendi kararlarını alacak konuma getiren, onları insanlığa yaklaştırma adına en önemli adım olan bu kavram, aynı zamanda insan üretimi varlıklara kendi özgür iradelerini vermede de dönüm noktasıdır.

Bu olgunun ilk örneğine baktığımız zamansa ne zekâ verilmiş robotlar görüyoruz, ne de ona benzer başka bir insan üretimi aracı. Çünkü ilk kez Edward Page Mitchell tarafından 1879’da ele alınan konu aslında gerçek bir insanı konu ediyor. Dünyanın En Zeki Adamı adlı öyküsünde Mitchell, şu an için bile özgünlüğünü yitirmemiş bir kurguyu sayfalara dökmüş. “Yapay” ve “zekâ” kavramlarını ayrı ayrı ele alarak, zekâ engelli bir bireyin beynine monte edilen hesap makinesiyle nasıl dahi haline geldiğini anlatmış bizlere. Buradaki bilgisayar örneğiyse, şüphesiz ki hesap makinesinden başkası değil. Yazıldığı dönem ele alındığında bilinen anlamda bilgisayarların varlığı imkânsızken hesap makinesinin tarihi 17. yüzyıla kadar dayanıyor. Böyle bir cihazı insan beyine yerleştirmek için gereken yapı ve sistemse edebi alandaki ilk bilgisayar örneği olarak tarihte yerini almış durumda.

İlk Alternatif Tarih veya Alternatif Dünyalar

Her iki adla da anılan bu alt tür kimi zaman fantastik edebiyatın, kimi zaman da bilimkurgu edebiyatının alt kategorisi olarak sayılır. Durum her ne kadar yoruma açık olsa da gelin biz şimdilik bilimkurguya ait olduğunu kabul edip bu alandaki ilke bir göz atalım.

Philip K. Dick’in Yüksek Şatodaki Adam, Naomi Novik’in Temeraire Serisi ve Kim Newman’ın Dracula Günlükleri gibi yakın zaman örnekleriyle bildiğimiz, gerçek zamanda yaşanmış tarihsel bir olayın “ya şöyle olsaydı” diyerek ele alınmasıyla ortaya çıkan alternatif tarihin ilki için 1899’a bakmak gerek. Edmund Lawrence bu tarihte “ya Napoleon İngiltere’yi işgal etseydi?” sorusuyla yola çıkıp, It May Happen Yet adlı öyküsünü kaleme almış ve bu alt türün kapılarını açmıştır.

Robot Kelimesinin Literatüre Kazandırılışı, İlk Robotlar ve Androidler

Tüm dünyada aynı isimle tanımlanmış “robotlar”ın adının nereden geldiğini hiç merak etmiş miydiniz? Daha sonra usta Asimov tarafından Üç Robot Yasası ile çığır açacak, onun robot öyküleri ve pek çoklarının ele alışıyla farklı işlevlere bürünecek bu adın İngilizce olduğunu mu düşünüyordunuz? Eğer öyleyse maalesef çok yanılıyorsunuz, çünkü “robot” Çekçe bir kelime olmakla birlikte “işçi” anlamına gelen bir kelimedir.

Çek yazar Karel Capek tarafından ilk defa yazınsal bir eserde kullanılan ve daha sonra dünya dillerinin neredeyse tamamında yer eden kelime ve kavram, Capek’in 1921’de, R.U.R. adlı eserinde karşımıza çıkıyor. Ancak ilginç olan, Capek’in bu eserinde bahsi geçen robotlarının bildiğimiz metal adamlar olmak yerine aslen günümüz android tanımına daha çok uyması. Çünkü Karel Capek’in robot diye tanımladığı ve bir evin hizmetkârları olarak çalışan çalışanları organik bir yapıya sahiptir.

Mekanik adam ve şu anki literatürdeki “robot” tanımına ilk uyan örnekse dünyaca tanınan Moby Dick’in yazarı Herman Melville’in 1885 yılında kaleme aldığı Çan Kulesi adlı karanlık öyküsünde ortaya çıkmakta. 300 feet (91.44 metre) uzunluğunda bir kule inşa etme hayaliyle yanıp tutuşan çılgın bir sanatçının bu kuleyi yapışını konu alan öyküde, sanatçımıza robot denilebilecek türden yardımcıları yardım etmektedir. Böylece Herman Melville de bu alanda ilk olmaktadır.

İlk Ölümsüzlük Teması

Aslında sayısız mitolojide, farklı biçimlerde yer alan bu kavram pek çok açıdan klişe bile sayılabilir. Bahsi geçen klasik unsurun ilk örneğine bakmak gerektiğinde bakışlarımızı milattan öncesine kadar çevirmemiz gerekebilir, ancak bu yazıda hedefimiz yazınsal eserler olduğu için sizi çok şaşırtacak bir kitaba doğru yönlendiriyoruz. Onu çok iyi biliyorsunuz. Muhtemelen pek çoğunuz çocukluğunda en az bir kitabını okudunuz. Bahsettiğim kitap 1726 yılında olacak kadar eski bir tarihte, Jonathan Swift tarafından kaleme alınmış Güliver’in Gezileri’nden başkası değil. Güliver’in Gezileri’nin üçüncü kitabında kahramanımız Güliver, Luggnagg Adası’na bir seyahat düzenler ve burada ölümsüz Struldburgs ırkıyla karşılaşır. Böylelikle daha sonraları sadece bilimkurguda değil, başka edebi alanlarda da yer alacak kavramın yazınsal anlamda ilkine imza atmış olur.

İlk Mutasyon Örneği

Gen dizilimlerindeki, çeşitli etkiler sonucu, bozulumlara verilen isim mutasyonlar da bilimkurgunun bir başka vazgeçilmezidir. Özellikle geleceğin toplumları anlatılırken mutantlar sık sık yer alır, nükleer felaketlerin ertesinde yaşananları konu eden post apokaliptik yazınlarda fazlasıyla görülür. Ancak konumuz ilkler olunca, yapay zekâ örneğindeki gibi bir durumla karşı karşıyayız.

Bu alandaki öncüyü de bir önceki adımdaki Güliver kadar iyi biliyorsunuz. Çünkü şimdi sahneye davet ettiğimiz eser hepimiz tarafından oldukça iyi tanınan, 1886’da Robert Louis Stevenson tarafından kaleme alınan Dr. Jeykll ve Bay Hyde olacaktır. Bir yanda iyi huylu ve ahlaklı Doktor Jeykll, diğer yandaysa onunla aynı bedeni paylaşan kötü ve ahlaksız diğer kişiliği Bay Hyde. Peki mutasyon bunun neresinde, sorusu gelecektir akıllara. Bu noktada araştırmacılar Dr.Jeykll’ın Bay Hyde’a dönüşürken geçirdiği kişisel olduğu kadar fiziksel değişme de dikkat çekmektedir. Böylece iyi huylu doktor gidip yerine aynı bedende, ama tamamen farklı karakter ve görünüşte kötü bir adam gelir.

İlk Kıyamet Senaryosu ya da Dünyanın Sonu Teması

Örneklerini hem sinemada hem de edebiyatta saymakla bitiremeyeceğimiz bir temaya geldi şimdi sıra. Yarından Sonra, Metropolis, Dünyalar Savaşı[2], Nightfall, Ben Efsane gibi örneklere sahip bu temanın ilk örneği şaşırtıcı biçimde bir rahip tarafından ele alınmış. Fransız rahip Jean-Baptiste Francois Xavier Cousin de Granville 1805 yılında Son Adam adında bir eser yazmaya başladı ve türün öncüsü olarak tarihteki yerini aldı.

Son Adam’ın kurgusuna bakacak olursak ülkemizde Son Umut adıyla vizyona girmiş, Children of Men adlı sinema filmiyle benzerlik gösteren bir konuya sahip olduğunu görürüz. Avrupa’nın kısırlaştığı ve insan soyunun ilerleyemediği bir dönemde Omegarus adındaki nam-ı diğer son adam, Avrupa’da doğan son çocuktur ve herkesi doğumuyla şaşkına uğratmıştır. Aynı zamanda Omegarus yeni çağın başlangıcı olacaktır. Fakat kısırlık ilerlemeye devam eder ve giderek daha az insan dünyada yaşamaya başlar. Kurgunun devamında okur Omegarus’un dünyadaki tek kısır olmayan kadını arayışını ve bu seyahatler sıradan Brezilya’da Syderia adlı doğurma işlevini kaybetmemiş bir kadınla tanışıp yeni dünyanın Adem ve Havva’sına dönüşmeleri konu ediyor. Böylece bu Fransız rahip de insanlığın sonu portresini kısırlıkla çizmiş oluyor.

İlk Karşıt Yerçekiminin Kullanımı (Başka Bir Deyişle: Uzaya Yolculuk)

Yeryüzünden ayrılıp uçsuz bucaksız mavi sonsuzluğa ya da daha da ilerisindeki karanlık uzaya gidebilmek için önce bizi yere bağlayan o muazzam güçten kurtulmak gerekir. Öyle ki o ayağımız kaydığında yere düşme nedenimiz, yüksek atladığımızda sakat kalma ya da ölme sebebimizdir. Oysa ona karşı gelebilsek uzanabileceğimiz kim bilir ne diyarlar vardır.
Antigraviti ya da Türkçesi ile karşıt yerçekimi de tam olarak bunu amaçlar. Böylece uçaklar uçar, mekikler uzayın karanlığında kaybolur…

A Voyage to the Moon, ya da Türkçe çevirisiyle Ay’a Seyahat işte bu alandaki ilk örnektir. Fakat durun! Jules Verne’den[3] mi bahsettiğimi sanıyorsunuz? Hayır, çünkü ben 1650’de Fransız Cyrano de Bergerac tarafından yazılmış aynı isimli eserden bahsediyorum. İsim benzerliği çeviriden kaynaklı bir sorun olsa da, yine de şu bir gerçek ki, Verne ile aynı milletten gelen Bergerac öncülüğü onun elinden almıştır. Ayrıca gençliğinde bu eseri okumuş olan Jules Verne’e de esin kaynağı olduğu iddialar arasındadır.

Cyrano de Bergerac’ın eserine bakacak olursak başkahramanın Ay’a yolculuk edebilmek için bir makine icat ettiğini ve bu makine yardımıyla yerçekimine karşı koyarak, yazarın tıpkı Dünya gibi kendi düzenine sahip olduğuna inandığı Ay’a yolculuk eder.

Cyrano de Bergerac’ın o dönemki Ay’ı yorumlayışını şu sözünden anlamak mümkündür: “Bence Ay bunun gibi bir dünya ve Arz da onun ayıdır.”

İlk Madde Transferi Örneği (Başka Bir Deyişle: Işınlanma)

Star Trek’teki o meşhur replik geliyor aklınıza, öyle değil mi? Hatta bir ara Cem Yılmaz’ın esprilerine bile konu olmuştu.

Biz şimdi “Türkler ışınlanmayı kullansa nasıl olurdu?” sorusuna cevap aramayacağız, fakat madde transferinin ilk geçtiği öyküye yakından bakacağız. Evet, tıpkı bundan önceki pek çok ilkleri anlatan maddelerimizde olduğu gibi ışınlanma konsepti de ilk olarak bir öyküde ortaya çıkıyor. Tam bu noktada Edward Page Mitchell ismini bir kez daha duyuyoruz; çünkü kendisi o öyküyü kaleme alan yegâne kişi. 1877’de kaleme aldığı Bedensiz Adam hikâyesi, maddenin enerjiye dönüştürülüp aktarılması ve alıcısına ulaşınca da gerçek formuna yeniden dönüşmesini konu etmektedir. Ayrıca, öykünün işlenişi için “Edgar Allan Poe’nun mistisizmi ve Tesla ile Edison’un mühendisliğini içermekte”, gibi yorumlar yapılmakta. Bizim Türk okurlar olarak bu eseri dilimizde okuma şansımız yok, ama bu Mitchell’ı ilk yapmaktan alıkoyamıyor.

“Işınla bizi Scotty.”

Nükleer Gücün İlk Defa Konu Edilişi

II. Dünya Savaşı 1939’dan 1945’e kadar sürmüş olabilir, fakat nükleer gücün ilk kez edebiyata konu edilişi 1909 tarihi kadar eski. Hem de eser sahibi bu gücü dünyaya felaketi getirmek ya da çeşitli ülkelere acılar çektirmek için kullanmamış bile.

Erken dönem bilimkurgu yazarlarından olduğu kadar gökbilimci kimliğiyle de bilinen Garrett P.Serviss, 1909’da bu alanda ilke imza atan o eser sahibimizden başkası değil. Serviss, aynı zamanda astronominin popülerleşmesinde de katkı sahibi bir isim. Buradan hareketle bir kez daha görüyoruz ki, bilimkurgunun önemli eserlerinde bilim adamların yeri hiçbir şekilde yadsınamaz.

Şimdi gelelim o önemli eserin kendisine. Uzayda Bir Kolomb adlı öykü Venüs’e yapılan bir yolculuk ve orada karşılaşılan Venüs toplumlarını işliyor. Gezegenin güneş gören ve görmeyen kısımlarında farklı toplumlar yaşamakta, ancak kurgu bu kadarla da kalmıyor. Kahramanlarımız bu ayrık toplum dışında bir de zihinsel iletişim kurmaya çalışan halk tarafından beyninize sızılma tehlikesine karşı kendilerini korumalı.
Buraya kadar nükleer güçten hiç bahsetmedim; çünkü cevap Venüs’ün kendisinde değil, yolculuğun içinde saklı. Maceracılarımız elbette bir uzay gemisiyle yolculuk ediyor, fakat bu uzay gemisini kurgulayan Serviss onu atomik güçle çalışır şekilde dizayn etmiş. Böylelikle 1909’da ilk atomik güçle çalışan motor da ortaya çıkmıştır.

İlk Yüzyıllık Uyku Teması

Pek çok mitolojiye konu olduğu kadar kendi kültürümüzde de yer bulmuş bir temaya geldi sıra. Bunun bilimkurguyla alakasını henüz çözememiş olabilirsiniz, ama bilimkurgusal yanına değinmeden önce ona temel olan şeyi de görmek gerekir.

Bizim kültürümüzde de bulunan yüzyıllık uyku halinden bahsetmiştik. Yedi Uyurlar’ı (Yedi Uyuyanlar diye de bilinir) herkes duymuştur. Hatta ilahi dinlerin kitaplarında bile kendine yer bulmuştur. Yedi Uyurlar, inançlı olanları yakalatıp öldüren bir hükümdardan kaçan yedi genci konu alır. Tanrı’ya yalvarmaları sonucunda bir mağarada uykuya dalarlar ve uyandıklarında uzun yıllar geçmiştir. Öyle ki ellerindeki para o dönemin parasıyla alakasızdır. Dönemin hükümdarı karşısına çıkarıldıklarındaysa karşılarında kendi hükümdarları yerine bambaşka biri durmaktır. Üstelik şehir de oldukça değişmiştir.

Uzun süreli uykunun bilimkurgudaki kullanımına gelecek olursak, farklı galaksilerdeki gezegenlere yolculuk ederken uzay yolcularının uyutulması ve varacakları yere kadar uyku halinde tutulmasının sık kullanılan bir unsur olduğunu biliyoruz. Hatta pek çoklarımıza mantıklı da gelir. Çünkü binlerce, belki de milyonlarca ışık yılı uzaktaki bir noktaya gidiş insan ömrünün el vermeyeceği kadar yıllar alırken, bu uyku halinde o geçen süre hiçbir şekilde hissedilmez.

Ancak uzay yolculuklarındaki yolcuyu uyutma metoduna gelmeden önce Yedi Uyurlar benzeri bir eserle temel taşlarını atmalıyız. Bunu içinde bakmamız gereken tarih 1771 olacaktır. Louis-Sebastien Mercier, 1771 yılında L’An 2440 adlı eserin kahramanın birkaç yüzyıl süreyle uyuması ve kendi zamanından çok uzak bir zaman diliminde uyanmasını konu etmiştir.

Dördüncü Boyutun İlk Kez Ortaya Atılması ve Edebiyata Konu Edilişi

Aslında her şey Charles Howard Hinton adlı matematikçinin 1884’te Dördüncü Boyut adıyla yayınladığı bir broşürle başlıyor. Modern fiziğe bakıldığındaysa uzay ve zaman dört boyutlu Minkowski sürekli dizisinde “uzay-zaman” olarak tanımlanır.

Modern fizikte daha fazla ilerlemeden 1884’e geri dönecek olursak, Hinton’un bu iddiasından sonra bu fikirle yola çıkan Robert Duncan Milne bunu yazıya döküp bilimkurgunun bir alt türü haline getirecek yolu açmıştı. Hinton’un iddiasından tam bir sene sonra, yani 1885’te Esrarengiz Alacakaranlık isimli öyküde bir yan odada yapılan elektriksel deneyler sonucu zamanda atlamalar yapan insanları kurgusuna konu etmiştir.

İlk Zaman Makinesi ve Zamanda Yolculuk Teması

Bilimkurgu ve zamanda yolculuk kavramları bir arada anıldı mı akla hemen büyük usta H.G. Wells’in Zaman Makinesi adlı eseri geliyor. Ama hayır, kendisi bu alanda yıllarca iddia edildiği gibi ilk değil! Hatta BBC’nin de yaptığı bir haberle bu unvanın gerçek sahibine hakkı teslim edilmiştir.

Gelin önce “zaman yolculuğu” kavramıyla başlayalım. Wells’in Zaman Makinesi bu alanda en iyi bildiğimiz bilimkurgu örneği olsa da, kavramsal olarak mitolojik örnekleri de çoktur. Hatta “uzun süreli uyku hali” teması da bir nevi zamanda yolculuktur. Yine mitolojiyi bir kenara bırakırsak, 1895 yılında basılan Wells eserinden önce, hicivli mizahıyla bildiğimiz, Tom Sawyer’ın yazarı Mark Twain’in de bu alanda söz sahibi olduğuna dikkatinizi çekmek isterim. 1889’da A Connecticut Yankee in King Arthur’s Court, adlı romanında Amerikalı bir mühendisin kazara zamanda geri gidişi ve Kral Arthur zamanına düşüşü anlatılmaktadır. Ancak söz konusu Twain olunca işin mizahi ve eleştirel kısmı da olmazsa olmaz. Mühendisimiz kısa sürede halkı kendisinin bir büyücü olduğuna inandırır. Daha sonra dönemi değiştirmeye de çalışan mühendis Kral Arthur’un ölümüne engel olamaz ve zamanı değiştirme planları alt üst olur. İşin sonundaysa Katolik Kilisesi tarafından korku unsuru olarak kabul edilerek kendisine yasaklama getirilir.

Elbette Twain’in romanı bir bilimkurgu romanı değil. Ayrıca Mark Twain’den önce de bunu konu eden başkaları mevcut. Örneğin İrlandalı yazar Samuel Madden’in Memoirs of the Twentieth Century adlı eseri erken dönem bilimkurgularının önemli örneklerinden olmakla birlikte 1733’de kaleme alınmıştır. 1997 ve 1998 yıllarında İngiliz elçilerden gelen mektupları konu eden eserde, aslında mektupların yazarı onları 1733 yılından yollamaktadır.

Şimdi gelelim “mekanik anlamda” zaman yolculuğuna. Diğer bir deyişle, “zaman makinesi kavramı”na. Wells’in bu alanda ilk olmadığından yazı girişinde bahsetmiştim. Peki kimdir bu alandaki ilk? Cevabımız için gözlerimizi İspanya’ya ve 1887 yılına çevirmemiz gerek.

İspanyol piyes yazarı Enrique Gaspar tarafından kaleme alınan El Anacronopete[4] adlı eserde yine bir zaman makinesi söz konusu. Elbette devamında da bir zaman yolculuğu var. Böylece Gaspar Wells’ten 8 sene önce zaman makinesini düşünerek onun önüne geçmeyi başaran isim olarak, geç de olsa unvanına kavuşmuştur.

Şu noktada El Anacronopete eserinden de biraz bahsetmek gerekir. Wells hayranlarının pek de hoşuna gitmeyen bu gelişmenin yaratıcısı olan yazarın eseri aslında mizahi bir yöne sahip. Eserde zaman zaman bilim ve teknolojideki ilerlemelerin her şeye cevap olup olamayacağı da sorgulanmakta. Dahası, makinenin kendisi de zaman makinesi dendiğinde ilk akla gelen şey olmaktan çok çok uzak. Daha çok uçan bir eve benziyor.

Her ne olursa olsun, Enrique Gaspar “zaman makinesi” alanında ilke imza atmış kişidir ve onu da tahtından edecek biri gelmediği sürece şimdilik bu ilkin yeni başlatıcısıdır.


Yazımıza burada son verirken sizlerden ufak bir ricam olacak. Lütfen burada okuduğunuz bu bilgileri ve karşılaştırmaları düşünürken “şu kişi şu kişiden çalmış” gibi çıkarımlarda bulunmayın. Eserlerin yazım tarihleri göz önünde bulundurulursa bu yazarların nerdeyse tamamı o dönemlerde birbirleriyle iletişimde bulunması imkânsız. Yakın dönemlerde ortaya çıkan benzer durumlar da haliyle çalma değil, sadece aynı fikrin farklı insanlarca ortaya atılışıdır. Ama bunu büyük çoğunlukla birbirlerinden habersizce yapmışlardı.

Bilimkurgunun şaşırtan ilkleri böylelikle sona eriyor. Umarım sizler de bu araştırmaları yapan benim kadar hayret etmiş, geçmiş zamanın insanlarının hayal gücüne hayran kalmış ve saygı duymuşsunuzdur. Şimdi yeniden günümüzdeyiz. İnerken alttaki basamağa dikkat edin.

NOTLAR:

[1] Belirlenen kurallar dışına kesinlikle çıkmadan, önceden sınırları çizilmiş düzen içinde bir işi hayata geçirme.

[2] Burada bahsi geçen sadece Spielberg’in filmi değil, aynı zamanda bu filmin dayandırıldığı H.G. Wells’in aynı isimli kitabı da sayılmaktadır.

[3] Jules Verne’in yazmış olduğu ve dilimize Ay’a Seyahat, bazen de Ay’a Yolculuk olarak çevrilen eserin orijinal adı Around the Moon olup yazarın From the Earth to the Moon adlı kitabının devamı niteliğini taşır.

[4] İngilizce’ye “The Time Ship: A Chrononautical Journey” adıyla çevrilmiştir.

Hazal Çamur

2009 yılında Kayıp Rıhtım'a elimi verdim, sonra da ruhumu kaptırdım. Bu yolun devamında çeşitli gazetelerin kitap eklerinde kitap incelemelerim, TRT Radyo 1'de canlı yayın konuğu olarak katılıp kurgu edebiyatını anlattığım 2 yayın, 5 yıldır süren Kahramanın Yol Türküsü adlı kendi edebiyat temalı radyo yayınım, kitap inceleme videoları serim Kayıp Rıhtım İnceliyor ve bir de bonus olarak Oyungezer Dergisi'nin kültür sanat sayfalarında düzenli yazarlığım oldu. Tüm bunların yanı sıra, gerçek hayatın sıkıcılığında, bir bilgisayar mühendisi olarak yaşıyorum. Ama biz ona Clark Kent kimliğim diyelim.

Yorum Yap

Exit mobile version