Menu
in ,

Barbar Conan: Kılıçtaki Anka | Robert E. Howard

Robert E. Howard’ın yazdığı, tarihteki ilk Barbar Conan öyküsü olan “Kılıçtaki Anka”yı sizler için çevirdik.

10. Yıl Şenliklerimize yine çok özel bir çeviri öyküyle devam ediyoruz. Bu kez karşınızda Kılıç ve Büyü türünün babası Robert E. Howard’ın kariyeri boyunca kaleme aldığı ilk Kimmeryalı Conan macerası olan “Kılıçtaki Anka” (The Phoenix on the Sword) var.

Howard’ın 1932 yılında Weird Tales dergisi için yazdığı bu hikâye, dünyanın gelmiş geçmiş en ünlü barbarlarından Conan’ın ilk kez görücüye çıktığı serüven olma özelliğini taşıyor. Kimmeryalı, bunun ardından çok büyük bir popülariteye ulaşmış ve sizin de bildiğiniz gibi sayısız hikâyeye, kitaba, çizgi romana ve filme konu olmuştur. Marvel Comics tarafından yayınlanan fasikülleri takip edenler bu maceranın çizgi romana uyarlandığını da hemen hatırlayacaktır zaten.

Ne ilginçtir ki ilk macerasında Akilonya Kralı olarak görürüz kendisini. Yani orta yaşlı olduğu zamanlarda… Yani Howard onun korsanlık, hırsızlık ve paralı askerlik yaptığı gençlik yıllarını anlatırken hem kendisi hem de okurları Conan’ın er ya da geç bir kral olacağını biliyordu. Bunun yanı sıra barbarımızın en korkunç düşmanlarından Tutamon‘un da daha ilk hikâyede boy gösterdiğine şahit oluyoruz.

- Reklam -

Lafı fazla uzatmıyor ve sizleri Kılıçtaki Anka ile baş başa bırakıyoruz. Keyifli okumalar!


KILIÇTAKİ ANKA

Robert E. Howard

Bölüm 1

“Şunu bilin ki prensim, okyanusların Atlantis’i ve parıltılı şehirlerini yuttuğu yıllarla Aryas’ın oğullarının doğduğu yıllar arasında akla hayale gelmedik bir çağ yaşanmıştı. Işıltılı krallıkların, dünyanın üzerine yıldızların mavi ışıltıları gibi yayıldığı bir zaman… Nemedya; Ofir; Britunya; Hiperborya; kara saçlı kadınları ve örümceklerin musallat olduğu gizemli kuleleriyle Zamora; şövalyeleriyle Zingara; sınırları Şem’in kırsal alanlarıyla belirlenen Koth; mezarlarını gölgelerin koruduğu Stigya; binicileri çelik, ipek ve altın kuşanan Hirkanya. Ama dünyadaki en mağrur krallık batıda yüce bir hükümdarlık süren Akilonya’ydı. İşte bu sıralarda Kimmeryalı Conan geldi. Elinden kılıcını hiç bırakmayan bu kara saçlı, şahin gözlü yiğit, bir hırsız, bir yağmacı ve bir katildi. Derin hüzünler yaşamıştı ve devasa coşkular… Ve tüm imparatorlukları sandallı ayağının altında çiğnemek istiyordu.”

 – Bir Nemedya Efsanesinden

Parıltılı kulelerin ve gölgeli, sivri çatılarının üzerinde şafaktan önceki o hayaletimsi, karanlık sessizlik uzanıyordu. Bir labirentin gizemli ve dolambaçlı patikalarından farksız olan loş ara sokaklardan birinde esmer bir elin sinsice açtığı kapıdan dört maskeli adam çıktı aceleyle. Tek kelime etmeksizin, hızlıca loşluğa adım attılar; pelerinlerini sıkıca etraflarına sarmışlardı. Cinayete kurban giden insanların hayaletleri kadar sessiz bir şekilde karanlığa karıştılar. Arkalarında, kısmen açık duran kapının aralığında küçümseyen bir yüz görünüyor, bir çift şeytani göz loşluğun içinde kötücül bir biçimde ışıldıyordu.

“Geceye karışın gecenin yaratıkları,” dedi bir ses, alayla. “Ah, sizi ahmaklar. Felaketiniz kör bir köpek gibi tam arkanızdan geliyor ama siz bunun farkında bile değilsiniz.” Sesin sahibi kapıyı kapatıp sürgüledi, sonra da elinde bir mum olduğu hâlde arkasını dönüp koridor boyunca ilerledi. Asık suratlı, dev gibi bir adamdı; esmer teni, Stigyalı kanını ortaya çıkarıyordu. İç odalardan birine geçti, yani uzun ince bir adamın ipek bir divana yayılmış büyük ve tembel bir kedi misali mor renkli, eski bir sedirde uzandığı ve altından yapılma, koca bir kadehteki şarabını yudumladığı yere.

“Eh, Ascalante,” dedi Stigyalı, mumu bir yere bırakırken, “adamların yuvalarından çıkan fareler misali sokaklara sinsice dağıldı. Tuhaf maşalarla çalışıyorsun.”

“Maşa mı?” diye yanıtladı Ascalante. “Onlara göre maşa olan asıl kişi benim. Aylardır, yani Asi Dörtlü beni güney diyarlarındaki çöllerden buraya getirttiğinden beri düşmanlarımın tam göbeğinde yaşıyorum. Gündüzleri bu kuytu evde saklanıyor, geceleriyse karanlık ara sokaklarda ve onlardan da karanlık koridorlarda gizli gizli dolaşıyorum. Üstelik o isyankâr soyluların beceremediği şeyi de başardım. Hem onların hem de çoğu yüzümü dahi görmemiş olan diğer casusların aracılığıyla fitne ve fesat yaratarak imparatorluğu delik deşik ettim. Kısacası, gölgelerin arasında çalışan ben, güneşin altındaki tahtında oturan kralın düşüşüne giden yolu açtım. Bir kanun kaçağına dönüşmeden önce bir devlet adamıydım ben, Mitra aşkına.”

“Peki ya kendilerini senin efendin olarak gören şu ahmaklar?”

“Elimizin altındaki iş tamamlanana dek onlara hizmet ettiğimi düşünmeye devam edecekler. Onlar kim, Ascalante’nin zekâsıyla boy ölçüşmek kim? Karaban’ın yerden bitme kontu Volmana, Kara Lejyon’un devasa komutanı Gromel, Attalus’un şişman baronu Dion, kuş beyinli ozan Rinaldo. İçlerindeki çelik sayesinde onları bir araya getiren güç benim ve zamanı geldiğinde içlerindeki çömlek sayesinde onları paramparça edecek olan da benim. Ama bu, gelecekte yaşanacak bir olay; kralsa bu gece ölecek.”

“Günler önce imparatorluk süvarilerinin şehirden ayrıldıklarını gördüm,” dedi Stigyalı.

“Kâfir Piktlerin saldırdığı sınıra doğru at sürdüler – o barbarları kudurtmak için sınırın öteki tarafına gizlice kaçırdığım sert içki sağ olsun. Bunu Dion’un muazzam serveti mümkün kıldı. Volmana da şehirde kalan imparatorluk askerlerinden kurtulmamızı sağladı. Nemedya’daki soylu akrabası sayesinde Kral Numa’yı Poitainli Kont Trocero’yu, yani Akilonya vekilharcını huzuruna çağırtmaya ikna etmek kolay oldu. Kont Trocero’yu onurlandırmak için kendi askerlerinin yanı sıra imparatorluk muhafızları ve Kral Conan’ın sağ kolu Prospero da ona eşlik edecek elbette. Bu sayede şehirde yalnızca kralın kişisel muhafızları ile Kara Lejyon kalmış olacak. Gromel vasıtasıyla o muhafızların hovarda komutanını ayartmayı başardım ve gece yarısı adamlarını kralın kapısından uzaklaştırması için ona rüşvet verdim.

“Sonra, gizli bir tünel vasıtasıyla, on altı gözü dönmüş eşkıyamla birlikte saraya gireceğiz. Görevimiz tamamlandığında halk bizi bağrına basmayacak olsa bile Gromel’in Kara Lejyon’u şehri ve tahtı elimizde tutmak için yeterli olacaktır.”

“Dion tacı ona mı devredeceğimizi sanıyor peki?”

“Evet. O şişman ahmak, kraliyet kanından gelmesini gerekçe göstererek taht üzerinde hak iddia ediyor. Conan, Akilonya tacını zorla ele geçirdikten sonra eski hanedanlığın soyundan geldiği için hâlâ övünen adamların yaşamasına izin vererek büyük bir hata yaptı.

“Volmana önceki hükümdarın zamanında olduğu gibi yeniden kraliyet lütfuna sahip olmayı diliyor ki sefalet içindeki topraklarını yeniden eski görkemine kavuşturabilsin. Gromel, Kara Ejderlerin kumandanı Pallantides’ten nefret ediyor ve Bossonyalıların tüm o inatçılığıyla bütün ordulara tek başına komuta etmek istiyor. Aramızda bir tek Rinaldo’nun şahsi ihtirasları yok. Conan’ı medeni bir diyarı yağmalamak için kuzeyden gelen eli kanlı, kaba saba bir barbar olarak görüyor o. Conan’ın tacı almak için öldürdüğü kralı mükemmel olarak görüyor, sadece sanat dallarını himayesi altına aldığı nadir zamanları hatırlıyor ve saltanatı sırasında neden olduğu kötülükleri unutuyor. Halkın da unutmasını sağlıyor. Rinaldo’nun merhum zalime methiyeler düzdüğü, Conan’ı ise ‘cehennemden gelen kara kalpli vahşi’ ilan ettiği Kral İçin Bir Ağıt adlı şarkıyı daha şimdiden açık açık söylüyorlar. Conan gülüyor, ama halk hırlıyor.”

“Rinaldo’nun Conan’dan nefret etmesinin sebebi nedir?”

“Ozanlar güç sahibi kişilerden daima nefret eder. Onlar için mükemmellik her zaman bir sonraki köşenin ardında ya da ondan sonrakinin arkasındadır. Geçmişe ve geleceğe dair hayaller kurarak şimdiki zamandan kaçarlar. Rinaldo idealizmin meşalesi olduğunu, bir zorbayı devirmek ve halkı özgürleştirmek için doğduğunu düşünüyor. Bana gelirsek… eh, birkaç ay öncesine kadar hayatımın sonuna dek kervanları yağmalamak dışındaki tüm tutkularımı yitirmiştim; artık eski hayallerim yeniden canlandı. Conan ölecek, tahta Dion çıkacak. Sonra o da ölecek. Bana karşı koyan herkes, tek tek ölecek… ateşle, çelikle, ya da mayalamayı çok iyi bildiğin o ölümcül şaraplarla. Ascalante, Akilonya kralı! Sence kulağa nasıl geliyor?”

Stigyalı geniş omuzlarını silkti.

“Bir zamanlar,” dedi gizlemediği bir karamsarlıkla, “benim de ihtiraslarım vardı. Sizinkiler yanlarında basit ve çocuksu kalırdı. Ne hâllere düştüm! Eski akranlarımla hasımlarım Yüzük’ün hizmetkârı Tutamon’un bir yabancıya, hem de bir kanun kaçağına kölelik ettiğini, baronlarla kralların önemsiz tutkularına yardımcı olduğunu görebilmeyi çok isterlerdi şüphesiz!”

“Sen büyüye ve maskaralıklara bel bağlamıştın,” dedi Ascalante, ilgisizce. “Bense zekâma ve kılıcıma güvenirim.”

“Zekâ ve kılıç, Karanlık’ın irfanı karşısında saman çöplerinden farksızdır,” diye homurdandı Stigyalı, koyu renk gözlerinden kötücül ışıklar ve gölgeler geçerken. “Eğer Yüzük’ü kaybetmemiş olsaydım şu andaki konumlarımız tersine dönebilirdi.”

“Buna rağmen,” diye yanıtladı kanun kaçağı, sabırsızca, “sırtında benim kamçımın izlerini taşıyorsun ve büyük bir ihtimalle de taşımaya devam edeceksin.”

“O kadar emin olma!” Stigyalının şeytani öfkesi bir anlığına gözlerinin kızıl bir ışıkla parıldamasına neden oldu. “Bir gün, bir şekilde Yüzük’ü tekrar ele geçireceğim ve bunu başardığım zaman, Set’in yılan dişleri adına, bana yaptıklarının bedelini–”

Çabuk öfkelenen biri olan Akilonyalı hızla ayağa kalkıp Stigyalının ağzına sert bir tokat attı. Dudakları kanamaya başlayan Tutamon geriye doğru sendeledi.

“Çok ileri gittin köpek,” diye hırladı kanun kaçağı. “Dikkatli ol, ben hâlâ senin en karanlık sırrını bilen efendinim. Eğer cesaretin varsa damlara çık ve Ascalante’nin şehirde olduğunu, krala karşı komplo kurduğunu herkese haykır.”

“Böyle bir şeye cesaret edemem,” diye mırıldandı Stigyalı, dudaklarındaki kanı silerken.

“Hayır, edemezsin,” dedi Ascalante, pis pis sırıtarak. “Çünkü senin çevirdiğin bir dolap ya da ihanet sonucunda ölürsem güney çöllerindeki münzevi bir keşiş bunu anlayacak ve ona bıraktığım bir elyazmasının mührünü kıracak. Onu okuduğunda Stigya’da bir söz fısıldanacak ve gece yarısı güneyden bir rüzgâr çıkagelecek. O zaman başını nereye gömeceksin peki Tutamon?”

Köleyi bir titreme aldı ve esmer yüzü kül rengine büründü.

“Bu kadar yeter!” Ascalante buyurgan bir ses tonu takındı. “Yapmanı istediğim bir iş var. Dion’a güvenmiyorum. Ona atını malikânesine sürmesini ve bu geceki iş tamamlanana kadar oradan ayrılmamasını teklif ettim. O şişko ahmak, bugün kralın önünde sinirlerine asla hâkim olamaz. Onun peşinden git, yolda kendisine yetişemediğin takdirde de atını malikânesine sürmeye devam et ve biz sizi çağırtana kadar yanında kal. Onu gözünün önünden ayırma; korkudan şaşkına dönmüş bir vaziyette. Kendi kellesini kurtarmak adına Conan’ın yanına gidebilir, hatta panik hâlinde ona koşabilir ve tüm planımızı ortaya dökebilir. Git!”

Köle, gözlerindeki öfkeyi gizleyerek efendisinin önünde eğildi ve kendisinden istenileni yapmaya koyuldu. Ascalante ise şarabını yudumlamaya kaldığı yerden devam etti. Kulelerin sivri çatılarının üzerinde kan kadar kızıl bir şafak doğuyordu.

Bölüm 2

Savaş davullarının çaldığı ve basit bir savaşçı olduğum günlerde,
Altın renkli toz zerrecikleri saçarak kaçardı insanlar atımın önünde;
Ama artık büyük bir kralım ben ve herkes benim peşimde,
Şarap kadehime katılacak zehir ve sırtıma saplanacak hançerler ellerinde.

– Kralların Yolu

Geniş odanın içi, cilalı ahşap duvarların üzerine asılmış duvar halılarıyla, fil dişinden zemini kaplayan kalın kilimlerle ve karmakarışık oymalar ile gümüş süslemelerle bezeli, yüksek bir tavanla döşeliydi. Fildişinden yapılma, altın kakmalı bir çalışma masasının arkasında etrafındaki tüm bu şaşaaya ait değilmiş gibi gözüken, geniş omuzlu ve bronz tenli bir adam oturuyordu. Daha çok güneşin, rüzgârların ve yaban diyarlardaki yüksek bölgelerin bir parçasıymış gibi bir hâli vardı. En ufak hareketi bile doğuştan savaşçı bir adamın keskin zekâsıyla birlikte çalışan çelik gibi kaslarını gözler önüne seriyordu. Hareketleri ne incelikli ne de ölçülüydü. Ya bronz bir heykel misali kusursuz derecede kıpırtısızdı ya da izlemeye çalışan gözlerin takip edemeyeceği kadar süratli. Ama aşırı gerilmiş sinirlerin neden olduğu bir çabukluk değil, kedi gibi reflekslerden doğan bir hızdı bu…

Kıyafetleri kaliteli kumaşlardan dikilmiş olsa da basitti. Ne bir yüzük ne de başka bir süs eşyası takıyordu ve aslan yelesini andıran siyah saçları yalnızca başının etrafına sarılı, gümüş renkli bir kumaş parçası vasıtasıyla tutturulmuştu.

Adam altın kaplama divitini bırakarak balmumuyla kaplanmış bir papirüse harıl harıl çiziktirdiği işine ara verdi, çenesini yumruğuna dayadı ve kıskanç bir şekilde için için yanan mavi gözlerini önünde duran adama dikti. Karşısındaki kişi o sırada kendi işleriyle meşguldü; altın kakmalı zırhının kayışlarını çekiştiriyor ve dalgın dalgın ıslık çalıyordu – bir kralın huzurunda olduğu düşünüldüğünde oldukça yakışıksız bir hareketti bu.

“Prospero,” dedi masanın başında oturan adam, “bu devlet işleri beni şu hiç katılmadan yaptığım savaşlar kadar yoruyor.”

“Hepsi oyunun bir parçası Conan,” diye yanıtladı, kara gözlü Poitainli. “Kral sensin, rolünü oynaman gerek.”

“Seninle birlikte Nemedya’ya gidebilmeyi isterdim,” dedi Conan kıskançlıkla. “Kendimi asırlardır ata binmiyormuş gibi hissediyorum, ama Publius şehirdeki meselelerin hallolması için varlığıma ihtiyaç duyulduğunu söylüyor. Lanet olasıca!

“O zamanlar gözüme oldukça zor gözükmesine rağmen,” diye devam etti, sadece Poitainli ile konuşurken takındığı doğal bir içtenlikle, “eski hanedanlığı devirmek benim için gayet kolay olmuştu. Şimdi geriye dönüp izlediğim o vahşice yola baktığımda ve yorucu işlerle, yalan dolanla, katliamla, musibetlerle dolu günlerimi yeniden gözden geçirdiğimde hepsi gözüme bir rüya gibi görünüyor.

“Hayallerim çok geniş değildi Prospero. Kral Numedides ayaklarımın dibinde cansız yattığında ve kanlı başındaki tacı alıp kendimi hükümdar ilan ettiğimde en büyük hayallerimin sınırına dayanmıştım. Kendimi tacı ele geçirmeye hazırlamıştım, ona sahip olmaya değil. Özgür bir adam olduğum eski günlerde tek istediğim keskin bir kılıç ve düşmanlarıma giden dolambaçsız bir yoldu. Şimdiyse hiçbir yol dolambaçsız değil, kılıcımsa işe yaramaz.

“Numedides’i devirdiğimde bana Kurtarıcı diyorlardı… şimdiyse arkamdan tükürüyorlar. Mitra’nın tapınağına o domuz herifin bir heykelini diktiler ve halk oraya gidip önünde yas tutuyor, eli kanlı bir barbar tarafından öldürülen soylu bir azizin kutsal tasviriymiş gibi yüceltiyorlar onu. Akilonyalılar, ordularını zaferden zafere koşturduğumda benim bir yabancı olduğuma aldırmazdı, şimdiyse bir barbar olduğum için beni affedemiyorlar.

“Bugünlerdeyse Mitra’nın tapınağında Numedides’in anısına tütsüler yakılıyor. Hem de onun cellatları tarafından sakat bırakılıp kör edilen, oğullarını onun zindanlarında yitiren, karıları ve kızları onun haremine sürüklenen adamlar tarafından… Vefasız aptallar!”

“Bunun sorumlusu büyük ölçüde Rinaldo,” dedi Prospero, kılıç kemerini bir diş daha sıkarak. “Halkı galeyana getiren şarkılar söylüyor. Onu her zaman giydiği şu soytarı kıyafetleriyle birlikte şehirdeki en yüksek kuleye as. Bırak bestelerini akbabalar için yapsın.”

Conan, aslanlarınkini andıran kafasını iki yana salladı. “Hayır Prospero, o benim erişim alanımın dışında. Büyük bir ozan, bütün krallardan daha üstündür. Onun şarkıları benim kraliyet asamdan daha kuvvetli; çünkü benim için şarkı söylemeyi seçtiğinde kalbimi neredeyse yerinden söküyordu. Ben ölüp unutulacağım, fakat Rinaldo’nun şarkıları sonsuza dek yaşayacak.

“Hayır Prospero,” diye devam etti kral, şüphe ve karamsarlık dolu bir bakış gözlerini gölgelerken. “Haberdar olmadığımız gizli kapaklı, saman altından yürütülen bir şeyler var. Gençliğimde çalılıklara gizlenmiş bir kaplanın varlığını nasıl hissedebiliyorsam bunu da öyle hissediyorum. Kraliyet topraklarında isimsiz bir huzursuzluk kol geziyor. Ormanın ortasında yaktığı küçük bir ateşin başında çömelen, karanlığın içinde sinsice ilerleyen ayak seslerini işiten ve alev alev yanan gözlerin ışıltısını göz ucuyla gören bir avcı gibiyim. Keşke elle tutulabilecek, kılıcımla biçebileceğim somut bir şey bulabilseydim! Bu sözüme mim koy, Piktlerin son zamanlarda sınırlara bu kadar hevesli bir şekilde saldırması ve Bossonyalıların onları püskürtmek için yardım istemek zorunda kalması bir tesadüf değil. Benim de ordularımla birlikte at sürmem gerekirdi!”

“Publius bunun seni sınırların ötesinde tuzağa düşürüp öldürmek için düzenlenen bir entrika olmasından korkuyor,” diye yanıtladı Prospero, parlak zırhının üzerindeki ipek cüppeyi düzeltip gümüş bir aynada uzun ve çevik bedenini izlerken. “Bu yüzden şehirde kalman için ısrar etti. Şüphelerin sahip olduğun barbar içgüdülerinden kaynaklanıyor. Bırak halk söylenirse söylensin! Paralı askerler ve Kara Ejderler bizim tarafımızda, Poitain’deki her eşkıya da sana sadakat yemini etmiş durumda. Karşı karşıya olduğun tek tehlike bir suikast ve imparatorluk askerleri seni gece gündüz korurken bu imkânsız. Üzerinde çalıştığın şu şey de ne?”

“Bir harita,” diye yanıtladı Conan, gururla. “Saraydaki haritalar güneydeki, doğudaki ve batıdaki ülkeleri gösterme konusunda iyi, ama söz konusu kuzey toprakları olduğunda belirsiz ve eksikler. Ben de kuzey topraklarını ekliyorum. İşte şurası Kimmerya, yani doğduğum yer. Ve şu da–”

“Asgard ve Vanaheim,” dedi haritayı tarayan Prospero. “Mitra adına, o ülkelerin sadece birer masaldan ibaret olduğunu düşünmeye başlamıştım.”

Vahşice sırıtan Conan istemsizce esmer yüzündeki yara izlerine dokundu. “Eğer gerçek olduklarını bilseydin gençliğini Kimmerya’nın kuzey sınırlarında geçirirdin! Asgard Kimmerya’nın kuzeyinde, Vanaheim ise kuzey doğusunda yer alır ve sınırlarındaki savaş hiç bitmez.”

“Kuzeyli halka mensup bu insanlar nasıl kimselerdir?” diye sordu Prospero.

“Uzun, sarışın ve mavi gözlü. Buz devi Ymir’e taparlar ve her kabilenin kendi kralı vardır. Dik başlı ve asabidirler. Tüm gün savaşır, bütün gece bira içip vahşice şarkılar söylerler.”

“Galiba senin de onlardan bir farkın yok,” diye güldü Prospero. “Gür kahkahalar atar, sağlam içer ve bağıra çağıra güzel şarkılar söylersin; gerçi hiç su dışında bir şey içen, gülen ya da kederli ağıtlar haricinde şarkı söyleyen bir başka Kimmeryalı görmedim.”

“Belki de buna sebep olan şey yaşadıkları topraklardır,” diye cevap verdi kral. “Oradan daha kasvetli bir diyar yoktur – tüm tepeleri, karanlık ormanları, neredeyse her zaman gri olan göğü, vadilerde kasvetle inleyen rüzgârları…”

“İnsanların karamsarlığa kapılmasına şaşmamalı,” dedi Prospero omuz silkerek, Akilonya’nın en güney vilayeti Poitain’in gülümseyen güneşiyle yıkanan vadilerini ve tembelce akan mavi nehirlerini düşünerek.

“Ne bu ne de öteki dünya için bir umuda sahipler,” diye yanıtladı Conan. “Tanrıları sonsuz bir sisle kaplı, güneşsiz bir diyarda, yani ölüler ülkesinde hüküm süren Crom ve onun karanlık ırkıdır. Mitra adına! Aesirlerin yolunu yeğlerim.”

“Eh,” dedi Prospero, sırıtarak, “Kimmerya’nın karanlık tepelerini arkanda bırakalı çok oldu. Artık gitmeliyim. Numa’nın sarayında senin şerefine bir kadeh beyaz Nemedya şarabı içerim.”

“İyi,” diye homurdandı kral, “ama Numa’nın dansçı kızlarını sadece kendi hesabına öp ki işin içine eyalet meseleleri karışmasın!”

Prospero odayı terk ederken gür bir kahkaha attı.

Bölüm 3

Kıvrılarak yatar yüce Set, oyuklarla dolu piramitlerin altında;
Dolanır durur esmer tenli halkı, mezarların gölgeleri arasında.
Söylediğimde o sözü, asla güneş yüzü görmemiş gizli uçurumlardan gelen,
Gönder öfkem için bir hizmetkâr, ey pullu ve parlak sürüngen!

Güneş batıyor, ormanın yeşil ve puslu mavi rengini kısa bir süreliğine altın sarısına dönüştürüyordu. Yavaş yavaş kaybolan gün ışığı hüzmeleri, bahçesindeki tomurcukların ve çiçek açan ağaçların arasında oturan Attaluslu Dion’un şişman elinde evirip çevirdiği kalın altın zincirin üzerinden yansıyordu. Dion mermer koltuğunun üzerinde kıpırdandı ve gizlice yaklaşan düşmanları tespit etmek istiyormuşçasına, beyhude bir çabayla etrafına bakındı. Cılız ağaçların oluşturduğu, çember biçimli bir korunun ortasında oturuyor, birbirine geçen dallar şişman gövdesinin üzerine yoğun bir gölge düşürüyordu. Yakınlarda bir yerde bir fıskiye gümüş renkli sular fışkırtıyor, büyük bahçenin çeşitli bölgelerindeki diğer görünmez fıskiyeler de sonsuz bir senfoniyi fısıldamaya devam ediyordu.

Dion yakınlardaki mermer bir sıranın üzerinde oturan ve kasvetli gözlerle kendisini izleyen iri yapılı, esmer tenli adam haricinde yalnızdı. Dion, Tutamon’u umursamıyordu. Onun Ascalante’nin epey güvendiği bir köle olduğunu az çok biliyordu, ama çoğu zengin adam gibi Dion da kendinden düşük konumdaki kişilere çok az önem verirdi.

“Bu kadar gergin olmanız lüzumsuz,” dedi Tutamon. “Planın başarısızlığa uğraması imkânsız.”

“Ascalante de diğer herkes gibi hata yapabilir,” diye çıkıştı Dion, başarısızlığın düşüncesi bile terlemesine neden olurken.

“O yapmaz,” dedi Stigyalı, vahşice sırıtarak, “aksi takdirde onun kölesi değil, efendisi olurdum.”

“Bu da ne demek oluyor?” diyerek meraklı bir tavırla ona döndü Dion, ama zihninin sadece yarısını konuşmaya vermişti.

Tutamon gözlerini kıstı. Demir gibi bir iradeye sahip olmasına rağmen uzun zamandır içinde biriktirdiği utanç, öfke ve garez yüzünden patlama noktasına gelmişti; her tür ümitsiz fırsata dört elle sarılacak hâldeydi. Farkında olmadığı şeyse Dion’un onu beyni ve zekâsı olan bir insan olarak değil, dikkate almaya değmeyecek bir yaratık, basit bir köle olarak gördüğü gerçeğiydi.

“Beni dinleyin,” dedi Tutamon. “Siz kral olacaksınız. Ama Ascalante’nin aklından geçenlerin çok azını biliyorsunuz. Conan katledildikten sonra ona güvenemezsiniz. Size yardım edebilirim. Eğer iktidarı ele geçirdiğinizde beni korursanız size hizmet ederim.

“Dinleyin lordum. Bendeniz güney diyarlarında büyük bir büyücüydüm. İnsanlar Rammon’dan nasıl bahsediyorsa Tutamon’dan da öyle söz ederlerdi. Stigya Kralı Ctesphon bana büyük bir onur vermiş, yüksek yerlerdeki büyücülerin mevkilerini düşürerek beni onların üstü hâline getirmişti. Benden nefret ediyorlardı, ama başka düzlemlerdeki varlıkları çağırabildiğim ve onlara istediğimi yaptırabildiğim için korkuyorlardı da. Set adına, düşmanlarım isimsiz bir dehşetin pençelerinin gecenin hangi saatinde boğazlarına sarılabileceğini bilemezdi! İlk insan çamurlu denizlerden sürünerek çıkmadan çok uzun bir zaman önce unutulan, yerin bir fersah altında uzanan, gece kadar karanlık bir mezarda bulduğum Set’in Yılan Yüzüğü’yle kara ve korkunç büyüler yaptım.

“Ama Yüzük bir hırsız tarafından çalındı ve güçlerim yok oldu. Büyücüler beni linç etmek için ayaklandılar, ben de kaçtım. Deve sürücüsü kılığına bürünüp bir kervana katıldım ve Koth diyarlarında seyahat ettim. Derken Ascalante’nin yağmacıları üzerimize çullandı. Benim dışımdaki herkesi katlettiler, bense hayatımı kimliğimi açığa vurarak ve Ascalante’ye bağlılık yemini ederek kurtardım. Ama bu anlaşma bana pahalıya mâl oldu!

“Ascalante ona bağlılığımın devamlılığını garanti altına almak için benim hakkımda bildiği her şeyi bir elyazmasına yazdı, onu mühürledi ve Koth’un güney sınırlarında yaşayan bir keşişin ellerine teslim etti. Ne o uyurken sırtına bir hançer saplamaya cesaret edebilirim ne de düşmanlarına yardımcı olup ona ihanet etmeye, çünkü aksini yaptığım takdirde keşiş kendisine söylenildiği gibi elyazmasını açıp okur. Ve tek bir kelimeyi telaffuz ettiğinde…”

Tutamon bir kez daha titredi ve esmer teni beyaza çaldı.

“İnsanlar Akilonya’da beni tanımaz,” dedi. “Ama düşmanlarım nerede olduğumu öğrenirlerse aramızdaki fersahlar bile beni bronz bir heykelin ruhunu bile paramparça edebilecek bir felaketten kurtarmaya yetmez. Yalnızca kalelere ve kılıçlı adamlardan oluşan ordulara sahip bir kral beni koruyabilir. İşte size sırrımı açıkladım ve benimle bir anlaşma yapmanız konusunda ısrar ediyorum. Ben size irfanımla yardımcı olurum, siz de beni korursunuz. Ve bir gün Yüzük’ü bulduğumda…”

“Yüzük mü? Yüzük mü?” Tutamon adamın mutlak egoizmini küçümsemişti. Kendi düşünceleriyle çok meşgul olan Dion, kölenin sarf ettiği kelimeleri dinlememişti bile; ama son sözcük, adamın benmerkezciliğinde küçük bir dalgalanmaya neden olmuştu.

“Yüzük mü?” diye tekrarladı. “Bu bana bir şeyi hatırlattı… iyi şans yüzüğümü. Onu güneyli bir büyücüden çaldığına ve bana şans getireceğine yemin eden Şemli bir hırsızdan satın almıştım. Mitra biliyor ya, ona kafi bir meblağ ödemiştim. Tanrılar adına, Volmana ve Ascalante’nin o kanlı planlarıyla beni içine sürükledikleri şey göz önüne alındığında sahip olabileceğim tüm şansa ihtiyacım olduğu çok açık. Yüzüğü takacağım.”

Tutamon öfkeden yüzü kararmış bir hâlde ayağa fırladı; gözleri karşısındaki ahmağın aptallığının derinliğini aniden keşfeden bir adamın buz kesmiş öfkesiyle alev alevdi. Dion onu görmezden geldi. Mermer koltuğun üzerindeki gizli bir bölmeyi açarak envai çeşit incik boncuktan oluşan bir yığını bir müddet karıştırdı: barbar muskaları, kemik parçaları, zevksiz takılar… batıl inançlarının kendisini toplamaya ittiği şans getirici tılsımlar.

“Ah, işte burada!” Tuhaf görünüşlü bir yüzüğü zaferle havaya kaldırdı. Bakır benzeri bir metalden yapılmıştı ve kendi etrafında üç kez dönen, kuyruğu ağzında, pullu bir yılan şeklinde işlenmişti. Sarı cevherlerden yapılma gözleri şeytani bir ışıkla parıldıyordu. Tutamon çarpılmış gibi bağırdı; geriye doğru sendeleyen Dion’un ağzı bir karış açıldı ve yüzü aniden kireç gibi oldu. Kölenin gözleri alev alev yanıyordu, ağzı ardına dek açılmıştı ve devasa, esmer elleri yırtıcı bir kuşun pençeleri misali öne doğru uzanmıştı.

“Yüzük! Set adına! Yüzük!” diye bağırdı. “Benim yüzüğüm… benden çalınan…” Stigyalının elinde çeliğin parıltısı görüldü ve geniş omuzlarının tek bir hareketiyle hançerini baronun şişman göğsüne sapladı. Dion’un yüksek perdeden attığı tiz çığlık, bir gurultuyla kesildi ve şişman bedeni erimiş tereyağı misali yere yığılıverdi. Son anına kadar bir ahmak olarak yaşadı, delicesine bir korkuyla öldü, nedeniniyse asla öğrenemedi. Cesedin yanına çömelen ve varlığını çoktan unutan Tutamon, yüzüğü iki eliyle birden kavradı. Koyu renk gözleri korkutucu bir hırsla yanıyordu.

“Yüzüğüm!” diye fısıldadı ürkütücü bir neşeyle. “Kudretim!”

O şeytani nesnenin üzerine bir heykel kadar hareketsiz bir şekilde eğilerek ne kadar durduğunu, yüzüğün kötücül aurasını içerek kendi karanlık ruhunu ne kadar beslediğini Stigyalı bile bilmiyordu. Sonunda, düşlerinden sıyrıldığında ve zihnini gezindiği karanlık cehennemlerden arındırdığında ay yükseliyor, bahçe koltuğunun arkalığını oluşturan pürüzsüz mermerin üzerine uzun gölgeler düşürüyordu. Onun hemen dibindeyse Attalus lordunun daha koyu gölgeleri yer alıyordu.

“Buraya kadar Ascalante, buraya kadar!” diye fısıldadı Stigyalı, gözleri zifiri karanlıkta bir vampirinki gibi kırmızı kırmızı ışıldarken. Öne eğilip kurbanının yattığı yerde biriken yapışkan havuzdan bir avuç pıhtılaşmış kan aldı ve bakır yılanın gözlerindeki sarı kıvılcımlar kızıl bir maskeye bürünene dek yüzüğü bununla ovaladı.

“Gözlerini karart mistik yılan,” dedi, kan dondurucu bir fısıltıyla. “Ay ışığına bakarak gözlerini karart ve onları daha karanlık uçurumlara aç! Neler görüyorsun ey Set’in Yılanı? Gece’nin uçurumlarından kimi çağırıyorsun? Yitmekte olan Işık’ın üzerine düşen gölge kimin? Onu bana getir ey Set’in Yılanı!”

Parmaklarının alışılmadık, dairesel hareketleriyle  -daima başladığı noktaya geri döndüğü bir devinimle- pulları okşarken ve alacakaranlık vaktinde mezarlıklarında canavarımsı şekiller gezinen kara Stigya’nın kasvetli iç kesimleri hariç tüm dünyada unutulmuş karanlık isimlerle korkutucu büyülü sözler fısıldarken sesi giderek alçaldı.

Etrafındaki havada, su yüzeyine yükselen bir yaratığın yol açtığına benzer bir hareket yaşandı. Kısa bir süreliğine, açık bir kapıdan geliyormuşçasına, isimsiz ve dondurucu bir rüzgâr esti üzerine. Tutamon arkasında bir varlık hissetti fakat dönüp bakmadı. Üstünde belli belirsiz bir gölge süzülen, ay ışığıyla aydınlanmış mermere dikti gözlerini. Tutamon büyülü sözleri fısıldamaya devam ettikçe gölge de büyüyüp belirginleşmeye başladı. Ta ki bariz ve korkutucu bir biçim alana dek… Dış hatları devasa bir babunu andırıyordu, ama yeryüzünde buna benzer bir hayvanın yürümüşlüğü yoktu. Hatta Stigya’da bile. Hâlâ o tarafa bakmayan Tutamon, kuşağından efendisinin sandaletini -bir şekilde işine yarayacağını ümit ederek her zaman yanında taşıdığı eşyayı- çıkarttı ve arkasına fırlattı.

“Onu iyi ezberle Yüzük’ün hizmetkârı!” dedi yüksek sesle. “Sahibini bul ve onu yok et! Gözlerinin içine bak ve boğazını parçalamadan önce ruhunu söküp at! Öldür onu! Evet…” Kör edici bir tutku patlamasıyla ekledi, “beraberinde kim varsa hepsini öldür!”

Tutamon ay ışığıyla aydınlanmış duvara düşen gölgelere baktığında dehşetengiz yaratığın biçimsiz başını eğdiğini ve iğrenç bir av köpeği misali avının kokusunu aldığını gördü. Ardından korkunç yaratık başını arkaya yatırdı, geriye çekildi ve ağaçların arasından bir rüzgâr gibi geçip gitti. Stigyalı çılgınca bir coşkuya kollarını havaya kaldırdı; dişleriyle gözleri ay ışığının altında parladı.

Nöbet tutan bir asker koşarak ilerleyen, devasa, alev gözlü, kara bir gölge duvarları aştığında ve rüzgârıyla onu savurduğunda korku ve şaşkınlık dolu bir çığlık attı. Ama o kadar hızlı bir şekilde geçip gitmişti ki şaşkına dönen savaşçı bir rüya mı yoksa bir halüsinasyon mu gördüğünden emin olamadı.

Bölüm 4

Dünya henüz genç ve insanoğlu zayıfken, gecenin iblisleri özgürce dolaşırken,
Elimde ateş, çelik ve upas ağacının zehriyle Set ile savaşırdım ben;
Şimdiyse uyuyorum bir dağın kara kalbinde ve asırlar çıkarıyorlar acılarını,
Unuttunuz mu kimdi Yılan’la savaşan, kurtarmak için insanlığı?

Altın kubbeli büyük yatak odasında tek başına yatan Kral Conan uyuyor ve rüya görüyordu. Dönüp duran gri sislerin arasından uzaktan gelen, hafif ve tuhaf bir çağrı duydu; ne dendiğini anlamamasına rağmen onu görmezden gelmeye gücü yetmiyor gibiydi. Kılıcı elinde olduğu hâlde gri sisin içine daldı; kendisini bulutların arasında yürüyen bir adam gibi hissediyordu. O, konuşulanları anlayıncaya kadar ilerlemeye devam ederken ses de giderek daha belirgin hâle gelmeye başladı: Uzay ve Zaman’ın ötesindeki uçurumlardan gelen çağrı onun adını seslendiriyordu.

Sisler incelmeye başladığında siyah bir kayadan yapılmış büyük, karanlık bir koridorda ilerlediğini gördü. Çevrede hiç ışık yoktu ama bir büyünün vasıtasıyla her şeyi tüm çıplaklığıyla görebiliyordu. Zemin, tavan ve duvarlar cilalıydı ve donuk bir şekilde parıldıyorlardı; üzerlerine kadim kahramanlar ile yarı yarıya unutulmuş tanrıların figürleri oyulmuştu. İsimsiz Yüce Eskiler’in devasa, gölgeli dış hatlarını gördüğünde titredi ve hiçbir ölümlü ayağın yüzyıllardır bu koridoru arşınlamadığını bir şekilde anladı.

Yekpare kayaya oyulmuş, geniş bir merdivene ulaştı. Her iki yanına oyulmuş ezoterik semboller o kadar eski ve korkunçtu ki Kral Conan’ın tüyleri ürperdi. Her bir basamağa Kadim Yılan Set’in nefret uyandırıcı şekli işlenmişti, bu yüzden Conan attığı her adımda topuğunu yılanın başına basıyordu. Tıpkı kadim zamanlardaki zanaatkarların amaçladığı gibi… Ama bu onu hiç mi hiç rahatlatmıyordu.

Lâkin ses onu çağırmaya devam etti ve sonunda, maddesel gözlerinin aşamayacağı bir karanlıkta, tuhaf bir lahde vararak bir mezarın üzerinde oturan, beyaz sakallı, belli belirsiz bir suretle karşılaştı. Conan’ın tüyleri diken diken oldu ve kılıcını sıkıca kavradı, fakat adam kasvetli bir tonla konuştu.

“Ey insan, beni tanıyor musun?”

“Tanımıyorum, Crom adına!” diye küfretti kral.

“İnsan,” dedi kadim varlık, “Benim adım Epemitreus.”

“Ama Arif Epemitreus bin beş yüz yıl önce öldü!” diye kekeledi Conan.

“Dinle!” dedi diğeri, emrivaki bir tonla. “Nasıl ki suya atılan bir çakıl taşı kara bir gölün kıyılarına kadar uzanan halkacıklar oluşturuyorsa, Görünmez dünyada olanlar da benim uykumu dalgalar hâlinde bölüyor. Seni uzun zamandır izliyorum Kimmeryalı Conan, zorlu badireler ve büyük başarılar seni bekliyor. Lâkin diyarlarda da büyük felaketler kol geziyor ve onların karşısında kılıcının sana faydası dokunmaz.”

“Bilmece gibi konuşuyorsun,” dedi Conan huzursuzca. “Bana düşmanımı göster, ben de kafatasını dişlerine kadar biçeyim.”

“Barbarlara özgü hiddetini etten ve kandan düşmanlarının üzerine sal,” diye cevap verdi kadim varlık. “Seni korumam gereken kişiler insanlar değil. İnsanoğlunun tahmin bile edemediği karanlık dünyalar var. Buralarda şekilsiz canavarlar cirit atar; şeytani büyücülerin emriyle Dış Uzay’dan çağrılabilen, maddesel biçim alabilen ve kurbanlarını parçalayarak yiyip yutabilen iblisler. Hanende bir yılan var ey kral… Stigya’dan gelen, karanlık yüreğinin gölgelerinde kara irfanlar barındıran bir sürüngen var krallığında. Nasıl ki uyuyan bir adam kendisine yaklaşan bir yılanı rüyasında görebiliyorsa, ben de Set’in talebesinin kirli varlığını hissedebiliyorum. Korkunç bir güçle sarhoş olmuş durumda ve düşmanlarına indirdiği darbeler krallığı yok edebilir. Ona ve cehennem kaçkını zebanilerine karşı kullanabileceğin bir silah vermek için çağırdım seni.”

“Ama neden?” diye sordu Conan, şaşkınca. “İnsanlar senin Golamira’nın karanlık kalbinde uyuduğunu, ihtiyaç anında Akilonya’ya yardım etmek için hayaletini görünmez kanatlarının üzerinde onlara yolladığını söylüyorlar ama ben… ben bir yabancıyım, bir barbar.”

“Sessizlik!” diye yankılandı hayaletsi ses, büyük ve gölgeli mağaranın duvarlarında. “Senin kaderin ile Akilonya’nınki bir. Kaderin ağlarında ve rahminde devasa olaylar şekil alıyor. Kana susamış büyücü, imparatorluğun kaderinin yolunda durmamalı. Çağlar önce Set bu dünyayı avını saran bir piton yılanı gibi kuşatmıştı. Tüm hayatım boyunca onunla savaştım, ki bu süre sıradan bir insan ömrünün üç katıdır. Onu gizemli güneyin gölgeli topraklarına sürdüm; fakat Stigyalı insanlar karanlıkta ona, bizim için baş-şeytandan farksız olan o varlığa tapmaya devam ediyorlar. Set ile savaştığım gibi ona tapanlarla, rahipleriyle ve çıraklarıyla da savaşıyorum. Kılıcını uzat.”

Conan merak içinde kendisinden istenileni yaptı ve böylece kadim varlık, kemikli parmaklarından biriyle kılıcın keskin ucunun üzerine, gümüş kabzaya yakın bir yere gölgelerin arasında beyaz bir ışık gibi parlayan, tuhaf bir şekil çizdi. Derken lâhit, mezar ve kadim varlık bir anda ortadan kayboldu ve Conan, şaşkına dönmüş bir vaziyette, altın kubbeli yatak odasındaki döşeğinde sıçrayarak uyandı. Rüyasının tuhaflığı karşısında afallamış olarak ayağa kalktığı esnada kılıcını elinde tutmakta olduğunu fark etti. Kılıcın üzerine bir sembolün, bir Anka’nın dış hatlarının kazındığını gördüğündeyse ensesindeki tüyler diken diken oldu. O anda lahitteki mezarın üzerinde de benzer bir şekli gördüğünü anımsadı. Şimdiyse onun taştan bir figür olup olmadığını merak ediyor, rüyasının garipliği karşısında ürperiyordu.

Derken, orada dikilirken, dışarıdaki koridorda duyduğu şüpheli bir ses onu hayata geri döndürdü ve araştırmak için duraksamadan zırhını kuşanmaya başladı; bir kez daha bir barbar, köşeye sıkışmış gri bir kurt gibi tetikte ve uyanıktı.

Bölüm 5

Ne anlarım ki kültürün, zarafetin, sanatın ve yalanın inceliklerinden?
Çıplak bir arazide doğmuşum, engin göğün altında çiftleşen ben.
Ama ne kıvrak dil ne de bilgiç kurnazlık kalır kılıcım şarkısını söylediğinde;
Gelin ve geberin köpekler! Kral olmadan önce bir erkektim ben.

 – Kralların Yolu

Yirmi sinsi siluet, kraliyet sarayının koridorlarını örten sessizlikte gizlice ilerliyordu. Çıplak ya da yumuşak deriye sarılı, sessiz ayakları ne kalın halıların ne de yalın mermerin üzerinde çıt çıkarıyordu. Koridorlar boyunca uzanan nişlerin üzerindeki meşaleler hançerleri, kılıçları ve keskince bilenmiş baltaları kırmızı bir ışıkla parıldatıyordu.

“Herkes sakin olsun!” diye tısladı Ascalante. “Bunu yapan hanginizse şu kahrolasıca gürültülü solumayı da kessin! Gece nöbetinden sorumlu komutan bu koridorlardaki gözcülerin çoğunu uzaklaştırdı, geri kalanını da sarhoş etti ama yine de dikkatli olmalıyız. Geri çekilin! İşte nöbetçiler geliyor!”

Bir dizi oymalı sütunun arkasına gizlendiler ve neredeyse aynı anda siyah zırhlar giyen on devasa adam ölçülü adımlarla köşeyi döndü. Kendilerini görev yerlerinden uzaklaştıran komutana bakarlarken yüzlerinden şüphe okunuyordu. Komutansa solgun görünüyordu; muhafızlar saklandıkları yerin yanından geçerken titreyen bir elle alnında biriken terleri sildiğini gördüler. Genç biriydi ve bir krala ihanet etmek onun için zor bir işti. Kendisini tefecilere borçlu bırakan ve siyasi oyunlardaki bir piyon hâline getiren aşırı müsrifliğine içinden sessizce lanet okuyordu.

Nöbetçiler tangırtılar eşliğinde geçip gitti ve bir diğer köşeyi dönüp gözden kayboldu.

“Güzel!” dedi Ascalante, sırıtarak. “Conan’ı uyurken koruyan kimse kalmadı. Acele edin! Eğer onu öldürürken yakalanırsak işimiz biter… Çok az kişi bir kralın ölümünün doğuracağı sonuçlara katlanabilir.”

“Evet, acele edin!” diye bağırdı Rinaldo. Mavi gözleri, başının üzerinde savurduğu kılıcının parıltısıyla uyumluydu. “Kılıcım kana susadı! Toplanan akbabaların sesini duyuyorum! Haydi!”

Koridoru pervasız bir hızla katettiler ve üzerinde Akilonya’nın kraliyet sembolü olan ejderha armasını taşıyan, altın kakmalı bir kapının önünde durdular.

“Gromel!” diye hırladı Ascalante. “Kır şu kapıyı!”

Dev adam derin bir nefes alıp cüsseli vücudunu öne doğru fırlattı; kapılar, bu darbenin karşısında eğrilip gıcırdadı. Gromel bir kez daha çömelip ileri atıldı. Menteşelerin yerlerinden kopmasıyla ve parçalanan ahşabın gürültüsüyle birlikte kapılar kırılarak içeriye doğru açıldı.

“İçeri!” diye kükredi Ascalante, hararetle.

“İçeri!” diye bağırdı Rinaldo. “Zorbaya ölüm!”

Odaya girer girmez durdular. Conan hemen karşılarındaydı, ama uykudan yeni kalkmış, şaşkın, silahsız ve bir koyun gibi katledilmeye hazır, çıplak bir adam olarak değil; barbarlara özgü bir uyanıklıkla, tetikte, kısmen zırhlanmış ve kılıcını çekmiş bir vaziyette.

Bir anlığına her şey bir tablo gibi hareketsizleşti. Kırık kapının eşiğinde duran dört asi soylu ve hemen arkalarında toplaşan sakallı vahşiler güruhu… Hepsi de mum ışığıyla aydınlatılmış odanın ortasında kılıcını çekmiş bir vaziyette dikilen, gözleri öfkeyle parlayan devin karşısında bir anlığına donakalmıştı. O esnada Ascalante’nin gözüne kraliyet yatağının yanındaki küçük bir masanın üzerinde duran gümüş asa ile altından yapılma ince bir halka, yani Akilonya tacı takıldı ve bu manzara arzudan deliye dönmesine neden oldu.

“İçeri eşkıyalarım!” diye bağırdı haydut. “Yirmiye karşı tek başına, üstelik miğferi de yok!”

Bu doğruydu; sorguçlu miğferini takacak ya da vücut zırhının yan taraflarını koruyan levhaları kuşanacak kadar vakti olmamıştı. Artık duvarda asılı duran büyük kalkanı kapacak kadar da vakit yoktu. Yine de Conan, baştan aşağı zırhlara bürünmüş Volmana ve Gromel hariç, düşmanlarının hepsinden daha iyi bir korumaya sahipti.

Hasımlarının kim olduğunu çıkaramayan Conan onlara dik dik baktı. Ascalante’yi tanımıyordu, zırhlara bürünmüş suikastçıların kapalı siperliklerinin ardında kalan yüzlerini göremiyordu, Rinaldo da geniş siperlikli şapkasını gözlerine kadar çekmişti. Ama tahmin yürütmek için vakit yoktu. Katiller tavanda çınlayan haykırışlar eşliğinde odaya akın ettiler, Gromel başı çekiyordu. Saldırıya geçmiş bir boğa misali başını öne eğip, kılıcını rakibinin bağırsaklarını deşecek bir saplama hamlesi için aşağıda tutarak koşmaya başladı. Conan onu karşılamak için ileri atıldı ve kaplanlara özgü tüm kuvvetini kılıcını savuran koluna aktardı. Islık çalan koca kılıç havada bir yay çizerek parıldadı ve Bossonyalının miğferine sertçe çarptı. Kılıç ile miğfer aynı anda şiddetle sarsıldı ve Gromel’in cansız bedeni yere yuvarlandı. Conan geriye sıçradı; kırılan silahının kabzası hâlâ elindeydi.

Parçalanan miğfer, parçalanan kafayı gözler önüne serdiğinde, “Gromel!” dedi Conan öfkeyle, gözleri hayretle ışıldarken. Derken saldırganların geri kalanı üzerine çullandı. Bir hançerin sivri ucu, sırt ve göğüs zırhlarının arasında kalan kaburgalarını çizdi; bir kılıcın keskin ağzı gözlerinin önünden geçip gitti. Sol kolunu hızla savurarak hançer kullanan rakibine sert bir darbe indirdi, ardından kırılmış silahının kabzasını bir muşta gibi kullanarak kılıçlı hasmının şakağına indirdi. Adamın beyni suratına sıçradı.

“Beşiniz, kapıyı koruyun!” diye bağırdı Ascalante, çınlayan kılıç girdabının sınırında dans ederek. Conan’ın ortalarına dalıp saflarını yararak kapıdan kaçıp gidebileceğinden korkuyordu. Liderleri içlerinden birkaçını yakalayıp odadaki tek kapıya doğru iterken eşkıyalar bir anlığına geri çekildi ve bu kısacık an Conan’a duvara atılıp, yarım yüzyıldır orada asılı durmasına rağmen zamanın dokunmadığı, kadim bir savaş baltasını kapmak için fırsat verdi.

Sırtını duvara yaslayıp çok kısa bir süreliğine etrafını saran ve giderek yaklaşan düşmanlarıyla yüzleşti, ardından tam ortalarına atıldı. O, savunma yapmayı seven bir savaşçı değildi; rakipleri kendinden sayıca üstün olsa bile daima savaşı düşmanının kalbine taşırdı. Eğer yerinde başka bir adam olsaydı çoktan ölmüş olurdu, zaten Conan da hayatta kalmayı ummuyordu ama düşmeden önce hasımlarına verebileceği tüm zararı vermeye kararlıydı. Barbar ruhu alevlenmişti, kulaklarında kadim kahramanlık şarkıları çınlıyordu.

Duvardan ileriye atıldığı anda baltası haydutlardan birinin omzunu biçip onu yere yıktı, elinin tersiyle savurduğu korkunç bir darbe bir diğerinin kafatasını parçaladı. Kılıçlar ölümcül bir şekilde etrafında vızıldadı ama ölüm her seferinde onu kıl payıyla kaçırdı. Maymunların arasındaki bir kaplan gibiydi. Sıçradı, yana adım attı, kendi etrafında hızla döndü ve böylelikle düşmanları için hareket eden bir hedef teşkil etti. Bu esnada baltası da etrafında parlak ve ölümcül bir çember çiziyordu.

Kısacık bir süre boyunca suikastçılar şevkle Conan’ın üzerine atıldı, kendi yarattıkları kalabalık yüzünden hareketleri kısıtlandı ve körü körüne darbeler indirdiler; ardından aniden geriye çekildiler… Yerde yatan iki ceset, kralın hiddetinin sessiz birer kanıtıydı; ama Conan da koluna, boynuna ve bacaklarına aldığı yaralar nedeniyle kan kaybediyordu.

“Korkaklar!” diye bağırdı Rinaldo, üzerine kuş tüyü dikilmiş şapkasını aniden çıkartarak. Gözleri öfkeyle ışıldıyordu. “Savaştan mı kaçıyorsunuz? Despotu hayatta mı bırakacaksınız? İleri!”

Kılıcını çılgınca savurarak öne atıldı ama onu tanıyan Conan baltasıyla gerçekleştirdiği kısa, muazzam bir hamleyle ozanın silahını paramparça etti ve adamı hızla geriye iterek yere yapıştırdı. Ascalante’nin kılıcının ucu kralın kolunu deldi. Haydut, üzerine doğru savrulan balta karşısında eğilip geriye sıçrayarak hayatını kıl payıyla kurtardı. Kurtlar bir kez daha saldırdı ve Conan’ın baltası havada ıslık çalıp darbeler indirdi. Kıllı bir haydut, baltanın altından geçerek kralın bacaklarına atıldı ancak demir bir kuleyle güreşmekten farksız olan bu kısa süreli, beyhude çabasının ardından üzerine doğru inen baltayı görmek için tam zamanında başını kaldırdı… ama kaçabileceği kadar erken değil. Bu esnada yoldaşlarından biri çift elli bir kılıcı iki eliyle kaldırmış, kralın sol omuz zırhına indirmiş ve onu yaralamıştı. Böylece Conan’ın göğüs zırhı bir anda kan revan içinde kalmış oldu.

Sabrını yitiren Volmana, saldırganları vahşice sağa sola iterek öne çıktı ve Conan’ın korumasız başına doğru ölümcül bir darbe savurdu. Kral hızla çömelince başının üzerinden geçen kılıç, siyah saçlarının bir tutamını kesip attı. Conan topuğunun üzerinde dönüp yanlamasına bir darbe savurdu. Savaş baltası hasmının çelik göğüs zırhına gömüldü ve Volmana sol tarafı tamamen içeri göçmüş bir şekilde yere yığıldı.

“Volmana!” dedi Conan, nefes nefese. “Cehennemde de o cücenin peşine düşe–” Rinaldo’nun çılgınca saldırısını karşılamak için sırtını dikleştirdi. Ozan kollarını iki yana açmış bir vaziyette, vahşice ve yalnızca bir hançer kuşanmış olarak üzerine doğru koşuyordu. Conan baltasını havaya kaldırıp geriye sıçradı.

“Rinaldo!” dedi, sesi çaresiz bir ısrarla sertleşirken. “Geri çekil. Seni öldürmek istemiyo–”

“Geber zorba!” diye çığlık attı çılgına dönmüş ozan, kralın üzerine bodoslama atılarak. Conan indirmesi gereken darbeyi geciktirdi, ta ki çok geç olana dek. Ancak korumasız olan böğründe çeliğin ısırığını hissettikten sonra, çaresizlikten gözü dönmüş bir şekilde vurdu ona.

Rinaldo kafatası dağılmış bir hâlde yere yığıldı, Conan ise duvara doğru geriledi; yarasını kavradığı parmaklarının arasından kan fışkırıyordu.

“Saldırın, şimdi, gebertin onu!” diye bağırdı Ascalante.

Conan sırtını duvara yaslayıp baltasını havaya kaldırdı. Yenilmez bir mağara adamının tablosunu andırıyordu: iki yana açılmış bacaklar, ileriye uzatılmış baş, destek için duvara tutunan bir el, baltayı yukarıda tutan diğeri, demir gibi uzuvlarının üzerinde muntazaman hareket eden müthiş kaslar… Yüz hatları öfkeli bir hırlamayla donup kalmıştı; gözleri, üzerlerine çekilen kan perdesine rağmen korkunç bir alevle yanıyordu. Adamlar tereddüde düştüler… hepsi de vahşi, sabıkalı ve aşağılık kimselerdi, fakat yine de kendilerine uygar diyen kişilerin soyundan geliyorlardı ve uygar birer geçmişe sahiptiler. Karşılarındaki ise bir barbardı, doğuştan katil. Geri çekildiler… yaralı bir kaplan hâlâ düşmanlarına ölüm saçabilirdi.

Conan hasımlarının tereddüdünü sezdi ve neşesiz bir şekilde, gaddarca sırıttı. “Önce kim ölecek?” diye mırıldandı patlamış, kanlı dudaklarının arasından.

Ascalante bir kurt gibi ileriye fırladı, tam sıçramak üzereyken inanılmaz bir süratle geriye kaçındı ve havada ıslık çalarak üzerine gelen ölümden kaçınmak için sırtüstü yere kapaklandı. Conan kendini toparlar ve baltasını tekrar savururken de bacaklarını çılgınca savurup yana yuvarlanarak darbenin yolundan kaçtı. Balta bu kez Ascalante’nin delice savrulan bacaklarının yakınına çarpıp cilalanmış ahşabın derinliklerine gömüldü.

Yanlış yönlendirilmiş haydutlardan biri de saldırmak için tam bu anı seçti ve silah arkadaşları gönülsüzce onu takip etti. Haydudun niyeti, baltasını saplandığı yerden kurtaramadan önce Conan’ı öldürmekti, ama muhakemesi hatalıydı. Kızıl balta hızla yukarıya kalktı, şiddetle aşağı savruldu ve adamın kanla çizilmiş karikatürü büyük bir süratle saldırganların bacaklarına doğru uçtu.

Aynı anda, kara ve biçimsiz bir gölge karşı duvara düşerken, kapıyı kollayan haydutlardan dehşet dolu bir çığlık kopuverdi. Ascalante hariç tüm saldırganlar sesin geldiği tarafa döndü, ardından köpekler gibi uluyarak, körlemesine kapıya doğru kaçıştılar ve tanrılara küfür eden, çılgına dönmüş bir güruh hâlinde, çığlık çığlığa koşarak koridorlara dağıldılar.

Ascalante kapıya bakmadı; gözleri sadece yaralı kralı görüyordu. Çatışma seslerinin sonunda sarayı ayağa kaldırdığını ve kraliyet muhafızlarının tepelerine çullandığını düşünüyordu, buna rağmen tecrübeli eşkıyalarının kaçarken böylesine korkunç çığlıklar atması o anda gözüne biraz garip gelmeye başlamıştı. Conan da kapıya bakmamıştı çünkü gözlerinde ölmek üzere olan bir kurdun ateşli bakışlarını taşıyan haydudu izlemekle meşguldü. O son anda bile Ascalante’nin alaycı felsefesi adamı terk etmemişti.

“Görünüşe göre her şey kaybedildi, özellikle de onur,” diye mırıldandı. “Buna rağmen kral kan kaybediyor ve–” Aklından geçen diğer düşünceleri kimse bilemeyecekti, çünkü Kimmeryalı gözünün önüne akan kanı silmek için mecburen balta tutan kolunu kaldırdığında cümlesini yarıda keserek Conan’ın üzerine doğru, sessizce koşmaya başladı.

Ama koşusuna başladığı anda havada garip bir akım hissetti ve omuzlarının arasına korkunç bir yük bindi. Kafa üstü yere çakıldı; koca koca pençeler ızdırap verici bir şekilde etini deldi. Saldırganının altında çaresizce kıvranırken başını geriye çevirip Kâbus’un ve Delilik’in yüzüne baktı. Üstünde ne normal ne de akla yatkın bir dünyada doğduğundan emin olduğu büyük ve siyah bir şey oturuyordu. Üzerinden salyalar sarkan, kapkara köpek dişleri boğazının hemen kıyısındaydı. Nasıl ki ölümcül bir rüzgâr körpe bir mısırı buruş buruş ediyorsa, canavarın sapsarı gözleriyle attığı bakışlar da Ascalante’nin uzuvlarının buruşmasına neden oluyordu.

Yüzünün saldığı dehşet, sadece hayvansı bir vahşiliğin neden olabileceğinden çok daha fazlaydı. Karşısındaki şey, şeytani bir büyüyle yeniden diriltilmiş kadim ve habis bir mumyanın yüzü de olabilirdi pekâlâ. Ascalante’nin ardına dek açılmış gözleri, benliğini saran deliliğin gölgelerinin arasında, canavarın o nefret uyandırıcı yüz hatlarının hafif ve korkutucu bir şekilde kölesi Tutamon’unkilere benzediğini görür gibi oldu. Derken tüm o alaycı, kendini beğenmiş felsefesi haydudu terk etti ve yaratığın salyalı köpek dişleri boğazını parçalamadan önce dehşet dolu bir çığlık atarak son nefesini verdi.

Başını silkeleyerek kan damlalarını gözlerinden uzaklaştıran Conan yaratığa bakakaldı. İlk başta, Ascalante’nin tahrip olmuş bedeninin üzerinde duran şeyin büyük ve siyah bir av köpeği olduğunu sanmıştı; ama görüşü temizlenir temizlenmez bunun ne bir köpek ne de babun olduğunu gördü.

Ascalante’nin ölüm çığlığının yankısını andıran bir haykırışla duvarın dibinden ayrıldı ve gerilmiş sinirlerinin sağlayabildiği tüm kuvveti kullanarak baltasını üzerine sıçrayan dehşete doğru fırlattı. Havada uçan silah, parçalaması gereken eğik kafatasının üzerinden çınlayarak sekti. Yaratığın devasa bedeni, Conan’a sertçe çarparak kralı odanın karşı tarafına uçurdu.

Salyalı dişler, Conan’ın boğazını korumak için savurduğu kolun üzerine kapandı fakat canavar, onu ölümcül bir şekilde kavramak için hiçbir harekette bulunmadı. Sadece kralın parçalanmış kolunun üzerinden Kimmeryalının gözlerinin içine şeytanca bakmakla yetindi. Ascalante’nin ölü gözlerinde beliren dehşetin bir benzeri barbarın gözlerinde de oluşmaya başladı. Conan ruhunun büzüşerek bedeninden sökülüp çıkarıldığını, etrafını saran ve tüm yaşam enerjisi ile akıl sağlığını yutan biçimsiz kaosun içinde hayaletimsi bir biçimde parıldayan sarı renkli kozmik kuyularda boğulduğunu hissetti. Bu gözler büyüyerek devasa bir hâl aldı ve Kimmeryalı onların içinde şekilsiz boşluklar ile karanlık uçurumların gölgelerinde kol gezen tüm o sonsuz ve kâfirce dehşetleri görür gibi oldu. Nefretini ve tiksintisini dökmek için kanlı dudaklarını aralasa da boğazından sadece kuru bir hırıltı yükseldi.

Lâkin Ascalante’yi felce uğratıp yok eden korku, Kimmeryalının içinde çılgınca bir öfkenin doğmasına sebep oldu. Kolunun yarılmasına aldırış etmeksizin tüm bedenini hiddetle geriye attı ve canavarın vücudunu da kendisiyle birlikte sürükledi. Arkaya attığı eli, sersemlemiş savaşçı beyninin kırılan kılıcının kabzası olarak algıladığı bir şeye çarptı. Onu içgüdüsel olarak kavradı ve tüm kuvvetiyle bir hançer gibi sapladı. Kırık kılıç yaratığın etine derince saplandı. Canavar tiksinç ağzını ızdırapla açtığında Conan’ın kolu serbest kaldı. Kral çabucak yana yuvarlandı ve tek elinin üzerinde ayağa kalkarken, şaşkına dönmüş bir vaziyette, kırık kılıcının açtığı büyük yaradan oluk oluk kan fışkırırken canavarın korkunç bir şekilde sarsıldığını gördü. O izlerken yaratık titremesini bastırmaya çalıştı ve sonunda kasılmayı andıran sarsıntılarla yere yığılarak tüyler ürpertici, ölü gözlerini tavana dikti. Conan gözlerini kırpıştırıp görüşünü engelleyen kan damlalarını uzaklaştırdı; yaratık eriyip çözünerek balçığımsı, değişken bir kütleye dönüşüyormuş gibi gözüküyordu.

Derken kulağına bir ses cümbüşü çalındı ve odanın içi nihayet uyanan saray eşrafıyla -şövalyeler, soylular, leydiler, silahşörler ve danışmanlar- doldu; hepsi bağırıp çağrışıyor, birbirlerinin yolunu tıkıyordu. Öfkeden deliye dönen, küfredip kabaran Kara Ejderler de oradaydı; elleri silahlarının kabzasından, yabancı dilde ettikleri hakaretler dillerinden düşmüyordu. Kapıdaki nöbetçilerin genç komutanıysa ortalarda yoktu ve bilhassa aranmasına rağmen ne o gün ne de daha sonra onu gören oldu.

“Gromel! Volmana! Rinaldo!” diye şaşkınlıkla bağırdı Başdanışman Publius, ellerini endişeyle ovuşturarak cesetlerin arasında gezerken. “Ne kara bir ihanet! Birileri bunun için ipte sallanmalı! Muhafızları çağırın.”

“Muhafızlar zaten burada seni yaşlı ahmak!” diye çıkıştı Kara Ejderlerin kumandanı Pallantides, anın gerginliğiyle Publius’un rütbesini unutarak. “Mart kedisi gibi bağırmayı bırak da kralımızın yaralarını sarmamıza yardım et. Kan kaybından ölmek üzere.”

“Evet, evet!” diye bağırdı hareketten ziyade düşünce adamı olan Publius. “Yaralarını sarmamız gerek! Saraydaki tüm hekimler çağrılsın! Ah, efendimiz, şehir için ne kara bir utanç! Tamamıyla öldünüz mü?”

“Şarap!” dedi kral soluk soluğa, tebaası onu yatağına yatırırken. Kanlı dudaklarına bir kadeh dayadılar, o da susuzluktan yarı yarıya ölmüş bir adam gibi kana kana içti.

“Güzel!” diye homurdandı, tekrar uzanırken. “Adam öldürmek çok susatıcı bir iş.”

Onlar kan akışını durdururken barbarın doğuştan gelen dayanıklılığı da kendi kendini yenilemekteydi.

“Önce böğrümdeki hançer yarasına bakın,” diye emretti saray hekimlerine. “Rinaldo oraya benim için ölümcül bir şarkı yazdı, diviti de oldukça keskindi.”

“Onu uzun zaman önce asmalıydık,” diye geveledi Publius. “Ozanlar hiçbir halta yaramaz. Peki bu kim?”

Sandaletli ayağının ucuyla Ascalante’nin cesedini gergince dürttü.

“Mitra adına!” dedi kumandan. “Ascalante bu. Bir zamanlar Thune kontuydu! Hangi şeytanca iş onu çöldeki yuvasından çıkartıp buraya getirmiş olabilir ki?”

“İyi ama neden öyle bakıyor?” diye fısıldadı Publius, geri çekilerek. Kendi gözleri de ardına kadar açılmıştı ve kalın ensesindeki tüyler diken diken olmuştu. Diğerleri de ölü hayduda bakarak sessizleşti.

“Eğer ikimizin de gördüğü şeye siz de tanık olsaydınız,” diye homurdandı kral, hekimlerin itirazlarına rağmen oturur konuma geçerek, “merak etmezdiniz. Bakın da gözleriniz yuvalarından–” Parmağıyla boş bir yeri işaret ederken sözü yarım kaldı ve ağzı bir karış açıldı. Canavarın öldüğü yere baktığında gözleri yalnızca boş zeminle karşılaşmıştı.

“Crom!” diye küfretti. “O şey eriyip kendisini doğuran pisliğe geri dönmüş!”

“Kral aklını kaçırmış,” diye fısıldadı soylulardan biri.

Conan bunu duydu ve barbarlara özgü küfürlerini savurdu. “Badb, Morrigan, Macha ve Nemain adına!” diye tamamladı, öfkeyle. “Aklım başımda! Stigyalı bir mumyayla bir babunun karışımı gibi bir şeydi. Kapıdan içeri daldığında Ascalante’nin eşkıyaları korkup kaçtı. Ascalante beni haklamak üzereyken onu öldürdü. Sonra da bana saldırdı ve onu geberttim… Nasıl olduğunu bilmiyorum, çünkü baltam bir kayaya çarpmış gibi üzerinden sekiverdi. Ama sanırım Arif Epemitreus’un işi bu…”

“Baksanıza Epemitreus’un adını nasıl da anıyor. O zat öleli bin beş yüz yıl oluyor!” diye fısıldadı soylular birbirlerine.

“Ymir aşkına!” diye kükredi kral. “Bu gece Epemitreus ile konuştum! Rüyama girip beni yanına çağırdı, duvarlarına eski tanrıların suretleri kazınmış siyah bir taş koridordan geçtim, Set’in dış hatlarını andıracak şekilde oyulmuş bir merdivenden indim; ta ki bir lahde, üzerine Anka kuşu oyulmuş bir mezara varana–”

“Mitra adına kralım, sessiz olun!” Bağıran kişi Mitra tapınağının başrahibiydi, yüzü kireç gibi olmuştu.

Conan yelesini arkaya savuran bir aslan gibi başını kaldırdı; sesi de öfkeli bir aslanın kükremesini andıran bir hırıltıyla kalınlaşmıştı. “Ben bir köle miyim ki bir emrinle çenemi kapayayım?”

“Hayır, hayır efendimiz!” Başrahip titriyordu, ama kralın öfkesinden korktuğu için değil. “Sizi gücendirmek istemedim.” Başını eğip sadece Conan’ın kulaklarının işitebileceği bir şekilde fısıldadı.

“Efendim, bu mesele insanoğlunun anlayışının çok ötesinde. Bilinmeyen eller tarafından Golamira Dağı’nın kalbine oyulmuş kara koridordan yalnızca din adamlarının çok küçük bir kısmı haberdardır. Epemitreus’un bin beş yüz yıl önce yatırıldığı, Anka’nın koruması altındaki mezarından da öyle… Ve o zamandan beri hiçbir insan oraya adım atmadı, zira seçkin rahipleri, Arif’i mezarına yatırdıktan sonra koridorun dış girişini kapattı ki kimse orayı bulamasın. Bugün bile başrahipler dahi oranın yerini bilmezler. Varlığı yalnızca ağızdan ağza, başrahiplerin seçtiği birkaç kişiye anlatılmış ve kıskançlıkla gizlenmiştir. Bu, Mitra mezhebinin koruduğu sırlardan biridir.”

“Ne tür bir büyünün beni Epemitreus’un yanına taşıdığını söyleyemem,” diye yanıtladı Conan. “Ama onunla konuştum, o da kılıcıma bir işaret nakşetti. İşaretin iblisler için neden ölümcül olduğunu ya da arkasında ne tür bir büyü yattığını bilmiyorum; lâkin kılıcım Gromel’in miğferini yararken kırılsa bile geriye kalan parçası o korkunç yaratığı öldürmeye yetecek kadar uzundu.”

“Kılıcınızı görmeme müsaade edin,” diye fısıldadı başrahip, aniden kuruyan bir boğazla.

Conan silahı ona doğru kaldırdığında başrahip bir çığlık atıp dizlerinin üzerine kapandı.

“Mitra bizi karanlığın güçlerine karşı korusun!” dedi soluk soluğa. “Kral bu gece gerçekten de Epemitreus ile konuşmuş! İşte, kılıcın üzerinde… bu Arif haricinde hiç kimsenin yapamayacağı o gizli işaret; sonsuza dek kabrinin üzerine tüneyecek olan ölümsüz Anka! Bir mum getirin, çabuk! Kralın iblisin öldüğünü söylediği yere tekrar bakın!”

Kimmeryalının gösterdiği yer, kırılmış bir paravanın gölgesinin altında kalıyordu. Paravanı bir kenara çektiler ve zemini mum ışığıyla yıkadılar. Bakanların üzerine sessiz bir titreme çöktü. Ardından bazıları dizlerinin üzerine çöküp Mitra’ya yalvardı, bazılarıysa çığlıklar atarak odadan kaçtı.

Canavarın öldüğü yerde yıkayarak çıkarılamayacak, iri ve kara bir leke duruyordu. Somut bir gölge gibiydi. Canavar dış hatlarını kendi kanıyla açıkça yere çizmişti ve o hatlar ne aklı başında ne de normal bir dünyaya aitti. Zalim ve korkunç bir şekilde orada uzanıyordu. Tıpkı Stigya’nın karanlık topraklarındaki loş tapınakların gölgeli sunaklarının üzerinde çömelen maymunsu tanrıların gölgeleri gibi…

– SON –


çeviren: M. İhsan Tatari
editör: Türker Beşe

M. İhsan Tatari

Yirmi yılı aşkın bir zamandır fantastik edebiyat, bilimkurgu, çizgi roman ve bilgisayar oyunlarıyla haşır neşir oluyor.

Fantastik edebiyat alanında dört basılı kitabı bulunan yazar, Kayıp Rıhtım'ın yanı sıra Oyungezer dergisinde de serbest yazar olarak çalışmakta, çeşitli yayınevlerinde çevirmen ve editör olarak görev almaktadır.

Exit mobile version