in ,

Geceleri Sessizdir Tahran: İran Devrimi’nin Parçaladığı Hayatların Hikayesi

Shida Bazyar’ın kaleminden çıkan ve safrana karışmış gurbet kokusunu çok da uzak olmayan bir coğrafyadan bizlere taşıyan “Geceleri Sessizdir Tahran”ı sizler için inceledik.

geceleri sessizdir tahran ust1
- Reklam -
- Reklam -

“Artık anladım. İranlılar geçmişte yaşıyor, çünkü geçmiş onların vatanı, çünkü şimdiki zaman hiçbir şeyin onlara ait olmadığı yabancı bir ülke.”

Amin Maalouf‘un Semerkant‘ta kaleme aldığı bu zarif cümleyle aslında kısaca özetlenebilecek olan Geceleri Sessizdir Tahran, Shida Bazyar‘ın yakın coğrafyamızın ve yakın geçmişimizin kritik bir dönemine ışık tuttuğu,  2016 Ulla Hahn Ödülü’nü kazanmış olan romanı. Hani sık sık duyduğumuz “Türkiye İran’a mı dönüşüyor?” sorusundaki endişenin doğduğu toprakların ve zamanın, yani İran Devrimi‘nın puslu günlerinin etkilerini bireyler üzerinden ele alan Bazyar, aynı zamanda Türk okuyuculara son derece yakın gelecek bazı kültürel ögeleri de anlatımına başarıyla yedirmiş.

İran Devrimi dediğime bakmayın siz, bu kitabın en güzel yanlarından biri de siyasi tarihi çok fazla kurcalamadan bireysel ve sosyolojik yaraları kanırtması. Bu yüzden de aslında uzun uzadıya İran Devrimi’ni, onu hazırlayan koşulları ve sonrasındaki siyasi gelişmeleri anlatan bir kitap yok elimizde. Daha ziyade bu koşullardan etkilenen iki farklı kuşaktan beş kahramanın kimlikleri, vatan algıları ve yabancılık konusundaki sorgulamalarıyla muhatap oluyoruz. Peki kim bu beş kahraman, neler yaşamışlar, geldikleri toplum bizim toplumumuza ne kadar benziyor, göçmenlik sorununun sözcülüğünü nasıl üstleniyorlar? Yeterince sorumuz olduğuna göre, cevapları vermeye başlayabiliriz sanırım.

- Reklam -

Behsad ve Nahid: Çay ve Safran Kokan Diyarın Elçileri

Behsad‘ın bu kitaptaki önemini, İran Devrimi’nde neyin yanlış gittiğini açıklayan karakter olmasına bağlayabilirim. Devrim’in güçlü seslerinden olan fakat devrimden sonraki otorite boşluğunu Hümeyni’ye kaptıran sosyalist cephenin önde gelen isimlerinden biri olarak karşımıza çıkan Behsad aynı zamanda en çarpıcı kişilik gelişimlerinden birine de ev sahipliği yapıyor. Nahid ise Almanya yaşantısının içerisinde geçmişin hayaletleriyle boğuşan ve aidiyet sıkıntısı çeken bir diğer ana karakter olarak karşımıza çıkıyor. Fakat onları ele almadan önce içerisinden çıktıkları topluma da bir göz atmak gerekir.

geceleri sessizdir tahranBehsad’ı ve Nahid’i çevreleyen hayat ve İran’ın gündelik yaşamı, bir yandan gülümsetecek bir yandan da tüylerinizi ürpertecek kadar bizim kültürümüzü andırıyor. Gerek aile ve komşuluk ilişkileri olsun, gerek toplumsal yapı olsun İran, komşusu olduğu topraklarla pek çok ortaklık barındırıyor. Kitabın başında okuduğumuz “sarma seremonisi” bunun en güzel örneklerinden biri. Zaten bir ülkenin geleneklerini ve gündelik yaşamını öğrenmenin en pratik yolu mutfağından ve kadınlarının bir araya gelince konuştuklarına dahil olmaktan geçmez mi? Bazyar’da bu detayı fark etmiş olacak ki hem Behsad hem de İran hakkında bir şeyler öğrenmeye başladığımız ilk satırlar bu atmosferde geçiyor. Kitabın geri kalanında da mekanlar değişse bile gerek baharatlar, gerek karakterlerimizin yeme içme alışkanlıkları üzerinden pek çok kez İran’ı anmaya devam ediyoruz.

Bir parti toplantısında tanışan ve sonrasında evlenen Behsad ve Nahid’in hikayesi, tıpkı o dönem muhalif düşünceler içerisinde olan çoğu İran vatandaşı gibi, gurbete doğru viraj alarak romanın tonunu hayatta kalma mücadelesinden uyum sağlama mücadelesine çeviriyor. O noktadan itibaren vatanını tüm kalbiyle seven, bu uğurda küçük kara balık olmayı göze almış, radikal bir devrimci olan Behsad’ın ülkesine küstürülmüş ve kabuğuna çekilmiş bir adama dönüşmesine şahit oluyoruz.

Bu kitapla ilgili en çok hoşuma giden noktalardan biri de Behzad’ın bu dönüşümüydü açıkçası. Çünkü Behzad’ın da gayet güzel gösterdiği gibi kahramanlarımız, idealleri uğruna gözü dönmüş, yarı kutsal fedakarlıklara körü körüne atlayan stereotip insanlar değiller. Korkuları olan, yalnızlıklarını biriyle paylaşmaya başladıktan sonra sevdikleri için canlarını kurtarmayı bilen gerçekçi karakterler. Bunun bir sebebi muhtemelen yazarın, aynı trajedinin derin izlerini barındıran aile geçmişine ve kendi durumundaki diğer pek çok hemşehrisinin tanıklığına başvurması. Yani karşınızda kökünü yaşanmışlıktan alan, fakat başka hayatların penceresinden kendini gösteren güçlü bir olay örgüsü var.

Nahid, yabancı topraklarda, Almanya’da geçen günleri aktaran ilk ses oluyor okuyucuya. Ne yaparsa yapsın, geçmişten kurtulamayan, kayıpları için hala geceleri gözyaşı döken bu kadın gündüzleri ise mülteci statüsünde takılı kaldığı bir ülkede hem eğitimine devam etmeye hem çocuk yetiştirmeye hem de İran’da olan bitenlerle temas halinde kalmaya çabalıyor. Çevresinden ve Alman arkadaşlarından gördüğü yardımlara ve desteklere rağmen hiçbir şeyin “bir daha asla eskisi gibi olamayacağı” hissi Nahid’in üzerine çoktan sinmiş.

Bence kitapla en çok ortaklık kurabileceğimiz kısımlar da burada boy gösteriyor. Asla vatandan kopamamak hissiyatının ağırlığı romanın bu sayfalarına çökmüş. Behsad’ın yakın arkadaşı Peyman’ın da içerisinde bulunduğu siyasi suçluların idam edildiği 1988 katliamının haberini Almanya’da alan ve öncesinde idamları engelleyebilmek için imza toplayan çaresiz kahramanlarımızın çırpınışları kendisini onların yerine koyan okuyucunun içine taş gibi oturuyor.

Behsad ve Nahid kendilerini kabul eden fakat onlara hiçbir zaman tam anlamıyla kucak açmayacak yabancı topraklarda üç çocuk yetiştiriyorlar. Bu çocuklar her ne kadar Almancaya ve Avrupa’daki hayata uyum sağlamış olsalar da ebeveynlerinin lanetlerinin kendilerine geçmesine engel olamıyor, İran’ı kalplerinden söküp atamıyorlar.

- Reklam -

Lale, Murad ve Tara: İkinci Nesil Kırmızı Balıklar

Lale ve Mu, karakter olarak birbirinden son derece farklı kardeşler. Yine de buluştukları ortak payda artlarında bıraktıkları ana vatanları. İlk aşkı Almanya’da tatmış olması, gençliğini orada geçirmesi ve İran’ın yalnızca anılarındaki bir iki görüntü ve renkten ibaret kalmış olması bile vatanın çekiciliğini azaltmıyor Lale için. Mu’nun da dediği gibi Leyla da tıpkı annesi gibi geride bıraktığı topraklara ve ailesinin geri kalan kısmına yürekten bağlı. Annesi ve kız kardeşiyle beraber İran’a gitmeleri de bu bağlılığı gün yüzüne çıkarıp katmerleyen bir dönüm noktası.

Bana kalırsa Lale’nin en büyük sıkıntısı Almanya’daki ve İran’daki yaşamın arasında kalmış olmasıydı. Bir tarafta baskı olmadan yaşadığı, önüne olanaklar seren fakat kendisini bir türlü rahat hissedemediği Almanya, bir tarafta ise neredeyse unutmuş olduğu kalabalık aile hissini, aidiyeti ve birlikteliği ona hatırlatan fakat zaman zaman kendisini yine yabancı hissettiği İran… Mu’nun sürekli tekrarlayıp, gizli bir rahatlama bulduğu “Netersid, ma heme ba hem hestim.” (Korkmayın, burada hep beraberiz.) cümlesini gerçek anlamda yaşama şansı bulan Lale’nin kalbinin bir yarısını orada bırakıp Almanya’ya dönmesi ve tıpkı anne babası gibi bir kulağını her zaman İran’dan gelecek haberler için açık tutmaya başlaması ise elbette kaçınılmazdı.

Tara, Leyla’nın bölümlerinde küçüklüğüne tanık olduğumuz ve ancak sonda kendisine ait birkaç sayfalık bir bölüme sahip olan en ufak kardeş. Murad’ın aktivist yönünü bir adım ileriye taşıyıp benimseyen Tara, ailedeki herkesi limbo hayatından çıkaracak haberi alan kişi olarak kitapta kendine yer bulmuş.

Mu ise kendi bölümünün başlarında İran hakkında pek bir şey bilmek istemeyen, ilgisiz ve kendi aleminde biri gibi görünse de aslında bu imajı “ablası gibi acı çekmemek ve annesi gibi özlememek” için takındığını kendine itiraf etmeyi başarabilen, arada kalmış karakterlerden bir diğeri. 2009’da İran Seçimleri sonrası yaşanan gösterileri sosyal medya üzerinden takip eden Mu, annesiyle babasının dönemine hakim olan belirsizlik ve beklenti atmosferinin kendi zamanındaki tezahürü olan bu olaylara kayıtsız kalamayarak, içine gömdüğü kimlik bunalımlarıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Mu’nun bölümündeki bazı cümleler, kitapta altını tekrar tekrar çizmek istediğim etkileyici tespitlerdi. Bunlardan bir tanesi ise epeydir aklımda dönüp duruyor ve beni huzursuz ediyor.

“İnsanın anne babasının birdenbire o sıkıntılı bekleyişten kurtulması nasıl bir duygu acaba? Anne babasının bir kez de olsa galip gelmesi nasıl bir şey?”

Uzun yıllardır sıkıntılı bir bekleyişte olduğumuz gerçeği göz önüne alınırsa bu cümlenin bana bu kadar dokunmasında şaşılacak bir durum yok aslında. Ama bu gerçeğin birden suratına vurulması insanı afallatıyor. Mu’nun her şeyin bir an önce bitmesine ve sonucun ne olacağını görmeye dair duyduğu isteği ben de taşıyorum.

Kitabı genel olarak akıcı bulduğumu söyleyebilirim. Sanırım bunun bir nedeni de sürekli değişen anlatıcı ve bakış açısından kaynaklanıyordu. Ağır ve kasvetli bir konunun yükünü bu şekilde farklı karakterlere dağıtmanın faydasını epeyce görmüş Bazyar. Kitabın çevirmenliğini üstlenen Gül Gürtunca‘nın da bu akıcılıktaki payı yadsınamaz elbette. Oldukça güzel bir çeviriye imza atarak okura oldukça rahat bir okuma deneyimi yaşatmış. Hep Kitap‘ın bizlerle buluşturduğu Geceleri Sessizdir Tahran, gerek Kızım Olmadan Asla, gerek Persepolis, gerekse İran sinemasının bizlere ulaştırdığı pek çok Devrim konulu eserin yanına kendi bireyci bakış açısını da ekleyerek o karanlık dönemi aydınlatmak ve yeni karanlık dönemlere engel olmak isteyen okurlara bir rehber ve uyarı olarak raflarda sizleri bekliyor.

Son olarak, korkmayacağımız, hep beraber olacağımız günlerin gelmesi dileğiyle.

Beyza Taşdelen

1996 yılının Ekim ayında İstanbul’da doğdum. Sainte Pulchérie Fransız Lisesi’nde başladığım eğitim hayatımı Galatasaray üniversitesi Karşılaştırmalı Dilbilim bölümünde sürdürmekteyim. Fantastikle Harry Potter sayesinde tanışıp, okuma sevgisi kazanmış çocuklardanım. Aktif olarak Kayıp Rıhtım’da yer almaya ve irili ufaklı yazılar yazmaya devam ediyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

kasaba olcay seker ust

Olcay Şeker’in Yeni Gerilim Kitabı “Kasaba” Raflarda

kayip hasta ust

Mehmet Açar’dan Yeni Distopya: Kayıp Hasta