Otobiyografik esintiler taşıyan ve bilimkurgunun en büyük dört ödülünü (Hugo, Nebula, Locus ve Sturgeon) kucaklayan Terry Bisson’ın bu Ezopvari öyküsü, okuyucuları neredeyse otuz yıldır ikiye bölmüş durumda. Seveni olduğu kadar sevmeyeni de fazla. Katmanlarını aşmanın gerektirdiği bilgi birikimi ve vermeye çalıştığı mesajlar üstü kapalı olduğundan anlaşılması güç bir eser. Bu noktada dikkatli okuyucuların, “Ayılar da Ateşi Bulur”dan çok şey çıkaracağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Roland Barthes Yazarın Ölümü‘nde, “Yazar öyküyü yazıp bitirdikten sonra o öykü ona değil okuyucuya aittir ve her okuyucu o öyküyü okurken onu tekrar yazar,” der. Bu, okuyanı derin düşüncelere sevk edecek türden bir öykü. Bilgimize göre onu psikanaliz, zooloji, sosyoloji, antropoloji gibi yönleriyle yorumlayabiliriz.
Bisson’ın kurnazca bıraktığı boşlukları kendiniz doldurmaya hazır mısınız?
AYILAR DA ATEŞİ BULUR
Lastiğimiz patladığında, kardeşim, kendisi bir vaizdir, ve yeğenimle, kendisi vaizin oğlu, tam da Bowling Green’in kuzeyindeki I-65 otoyolunda gidiyorduk. Pazar günüydü ve Ev’deki Anne’yi ziyarete gidiyorduk. Benim arabamdaydık. Patlak lastik tahmin edeceğiniz mızırdanmalara sebep oldu, çünkü ailenin geri kafalısı ben olduğumdan (yani başkaları öyle der) lastiklerimi kendim tamir ederim ve kardeşim de daima, eski lastik satın almayı bırakıp radyala geçmemi söyler.
Lastik takmayı ve tamir etmeyi biliyorsanız neredeyse bedavaya alabilirsiniz.
Sol arka lastik patladığından arabayı yolun soluna, refüjün üzerine çektim. Cadillac’ımın durağa çarpışından lastiğin mahvolduğunu anladım. “Sanırım bagajda, TamirEt’lerden olup olmadığını sormaya gerek yok,” dedi Wallace.
“Işığı şöyle tut, evlat,” dedim Ufak Wallace’a.¹ Yardım edecek kadar büyük ve her şeyi bildiğini sanmayacak kadar küçük (şimdilik). Çoluk çocuğa karışsaydım, böyle bir çocuğum olsun isterdim.
Eski model bir Cadillac’ta, kulübe gibi dolmaya dünden razı büyük bir bagaj olur. Benimki ‘56 model. Ben dergileri, balıkçılık edevatlarını, tahta bir malzeme çantasını, birkaç eski kıyafeti, saksı poşetine sarılmış bir kancayı ve tütün spreyini kenara çekerken ve krikomu ararken pazar tişörtünü giymiş Wallace’ın yardım etmeyi önermedi. Stepne biraz yumuşak gibi göründü.
Işık kesildi. “Salla, evlat,” dedim.
Tekrar geldi. Elle kaldırmalı krikomun işi çoktan bitmişti, gelgelelim ben ufak bir çeyrek tonluk hidrolik kriko taşırım. Anne’nin eski 1978-1986 Souther Livings’inin altında buldum. Yemek kitaplarını atmaya niyetlenmiştim. Wallace olmasaydı, Ufak Wallace’ın krikoyu dingilin altına sokmasına müsaade ederdim, ne var ki dizlerimin üstüne çöktüm ve kendim soktum. Çocuğun lastik değiştirmeyi öğrenmesinde bir sakınca yok. Çıkarıp tamir etmesen bile hayatında birkaç kez değiştirmen gerekecektir. Lastiği yere indirmeden ışık tekrar kesildi. Gecenin çoktan bu kadar karanlık olmasına şaşırmıştım. Ekimin sonlarıydı ve hava soğumaya başlıyordu. “Tekrar salla evlat,” dedim.
Yeniden geldi ama zayıftı. Seğiriyordu.
“Radyalın varken lastiğin patlamaz,” diye açıkladı birden fazla kişiyle aynı anda konuşurkenki ses tonunu kullanarak ki bu durumda Ufak Wallace ve ben oluyoruz. “Hem patlasa bile TamirEt denen şeyle halledip yoluna devam edebilirsin. Bir paketi 3,95 dolar.”
“Bobby Amca lastiği kendisi başına tamir edebilir,” dedi Ufak Wallace, bana olan vefası yüzünden olsa gerek.
“Kendi başına,” dedim bir yarım arabanın altındayken. Wallace’a kalsa çocuk, Anne’nin, “mağara kaçkını” dediği şekilde konuşacaktı. “Radyala geç”miş.
“Bir daha salla şu ışığı,” dedim. Gitti gidecekti. Jant kapağındaki bijonları söktüm ve tekeri çıkardım. Lastiğin yanı boydan boya yarılmıştı. “Tamir etmeyeceğim bunu,” dedim. Umurumda değildi. Ahırda bir adam boyunda tepeleme lastiğim vardı.
Işık tekrar gitti, sonra ben, stepneyi jant kapağına geçirirken eskisinden de güçlü bir şekilde geri geldi. “Ha şöyle,” dedim. Seğiren cılız turuncu bir ışık göleti vardı. Ama bijonları bulmak için döndüğümde, çocuğun tuttuğu el fenerinin sönmüş olduğunu görünce şaşırdım. Işık, ağaçların dibindeki iki ayıdan geliyordu ve meşale tutuyorlardı. Büyüklerdi, bir buçuk ton ve bir buçuk metre civarındaydılar. Ufak Wallace ile babası hiç kımıldamadan duruyorlardı. En iyisi ayıları harekete geçirmemekti.
Bijonları jant kapağından çıkarıp sıktım. Normalde üzerlerine biraz da yağ dökerdim, ama bu sefer es geçtim. Arabanın altına eriştim ve krikoyu indirip çıkardım. Stepnenin bizi götürecek kadar şişmiş olduğunu görünce rahatladım. Krikoyu, bijon anahtarını ve patlak lastiği bagaja koydum. Tekere takmak yerine jant kapağını da bagaja koydum. Tüm bunlar olurken ayılar hiç hareket etmediler. Meşalelerini tutuverdiler, meraktan mı yoksa yardımseverlikten mi olduğunu çıkarmak imkânsızdı. Ağaçların arasında, daha fazla ayı olabilirmiş gibi görünüyordu.
Üç kapıyı aynı anda açarak arabaya binip gazladık. İlk konuşan Wallace oldu. “Görünen o ki, ayılar da ateşi bulmuşlar,” dedi.
Hemen hemen dört yıl önce (kırk yedi ay), Anne’yi ilk kez Ev’e götürdüğümüzde ben ve Wallace, onun ölümüne hazırdık. “Beni merak etmeyin, çocuklar,” diye fısıldamış ve hemşireler duymasın diye ikimizi de aşağı çekmişti. “Bir milyon mil direksiyon salladımdı ve öteki sahile geçmeye hazırım. Burada çok durmayacağım.” Otuz dokuz yıl boyunca okul servisi sürmüştü. Sonrasında, Wallace gidince bana hayalini anlatmıştı. Bir grup doktor daire oluşturmuş, vakayı tartışıyorlardı. Biri, “Elimizden geleni yaptık çocuklar, vazgeçelim,” demişti. Hepsi ellerini kaldırıp gülümsemişti. Anne, o güz ölmeyince hayal kırıklığına uğramış gibiydi, ama ilkbahar gelince yaşlı insanların yaptığı gibi unuttu.
Pazar günleri Wallace ve Ufak Wallace’ı götürmenin dışında, kendi başıma salı ve perşembeleri giderim. İzlemese bile genelde televizyonun önünde otururken bulurum. Hemşireler sürekli açık bırakıyorlar. Yaşlı milletinin televizyon cızırtısını sevdiklerini söylerler. Onları yatıştırıyor.
“Ayıların ateşi bulmalarıyla ilgili duyduklarım da ne?” dedi salı günü. “Doğru,” dedim Wallace’ın kendisine getirdiği deniz kabuğundan tarağıyla uzun ak saçlarını tararken. Pazartesi, Louisville Courier-Journal’da; salı, NBC ya da CBS’de Nighlty News’ta bir haber vardı. Virgina’da da dahil insanlar, eyaletin her yerinde ayıları görüyordu. Kış uykusuna yatmayı bırakmışlardı ve görünüşe göre kışı, eyaletler arasındaki bölgede geçirmeyi planlıyorlardı. Virginia’nın dağlarında ayılar her daim vardı, fakat batı Kentucky’nin bu kesimlerinde yoktu, en azından bir asır kadardır. En sonuncusu, Anne daha çocukken öldürülmüş. Courier-Journal’ın teorisine göre Michigan ve Kanada ormanlarının aşağısından geçen I-65 otoyolunu takip ediyorlarmış, ne var ki Allen Köyü’nden yaşlı bir adam (ulusal televizyon kanalında röportaj veren), tepelerde her zaman için birkaç ayı kalmış olduğunu ve artık ateşi de buldukları için diğerlerine katılmak için yola düştüklerini söyledi.
“Artık kış uykusuna yatmıyorlar,” dedim. “Ateş yakacaklar ve tüm kış boyunca da söndürmeyecekler.”
“Şuraya yazıyorum,” dedi Anne. “Acaba şimdi neyi akıl edecekler!”
Hemşire, Anne’nin tütününü almaya gelmişti ki, bu da uyku vaktine işaretti.
Her ekimde anne babası kamp yapmaya gittiğinden Ufak Wallace benimle kalır. Bir terslik var gibi durduğunun farkındayım ama durum böyle işte. Kardeşim Vaiz (Doğru Yol Cemaati, Protestan) olsa da geçiminin üçte ikisini emlaktan sağlıyor. Elizabeth ile beraber, ülkenin her yerinden gelen insanların birbirlerine bir şeyler sattıkları Güney Carolina Hristiyan Başarı Sığınağı’na giderler. Nasıl olduğunu, zahmet edip bana anlattıklarından değil, gece geç saatlerde televizyonda çıkan Faizli Maddi Başarı Planı reklamlarından biliyorum.
Çarşamba günü, ebeveyninin gittiği gün, okul servisi Ufak Wallace’ı kapımın önünde indirdi. Çocuk benimle kalırken çantasına fazla bir şey doldurmasına gerek yok. Burada kendine ait bir odası var. Ailenin en büyüğü olarak Smiths Korusu’nun yakınındaki eski eve sahip çıkıyordum. Ev dökülüyor, ama benle Ufak Wallace için sorun değil. Bowling Green’de de odası var, fakat Wallace ve Elizabeth her sene ev değiştirdiklerinden (Plan’ın bir parçası) .22 kalibresi ve çizgi romanlarını, kendi yaşındaki bir çocuk için önemli olan şeyleri, evimdeki odasında tutuyor: Eskiden babasıyla aramızda kırıştığımız odada.
Ufak Wallace on iki yaşında. İşten eve geldiğimde onu, eyalet arasına bakan arka sundurmada otururken buldum. Tarım ürünleri sigortası satıyorum.
Elbiselerimi değiştirdikten sonra lastiğin iç kenarını jantın altına sokmanın iki yolunu gösterdim: çekiçle veya üzerinden arabayla geçerek. Sorgum pekmezi yapmak gibi, lastiği elle tamir etmek de can çekişen bir sanat. Çocuk yine de çabuk kavradı. “Yarın, çekiç ve levyeyle lastiği nasıl takacağını göstereceğim,” dedim.
“Keşke ayıları görebilsem,” dedi. Tarlamızın köşesini kesen, kuzeye uzanan I-65 otoyoluna bakıyordu. Geceleri trafik sesleri, bazen şelale gibi duyuluyordu evden.
“Ateşlerini gündüz vakti göremeyiz,” dedim. “Fakat geceye kadar bekle.” O gece, CBS ya da NBC (hangisi olduğunu unuttum), ulusal çapta ilgi uyandırmaya başlayan ayıların hikâyesiyle alakalı özel bir yayın yaptı. Kentucky, Batı Virginia, Missouri, Illinois (güneyi) ve tabii ki Virginia’da görülmüşlerdi. Virginia’da her daim ayılar vardı. Bazı tipler, ayıları avlamaktan bile söz ediyordu. Bir bilim adamı; ayıların, çok fazla karın olmadığı ve yakacak odunun yeteri kadar bulunduğu eyaletler arasındaki bölgelere gittiklerini söyledi. Kamerasıyla olay yerine gitmişti, ne var ki sadece ateşin etrafında oturan bulanık şekiller çekmişti. Başka bir bilim adamıysa, ayıları çekenin sadece bu bölgelerde yetişen yeni bir tür çalıdaki böğürtlenler olduğunu söyledi. Yakın tarihte keşfedilen ilk yeni böğürtlen türü olduğunu iddia ediyordu. Kameraların önünde bir tanesini yedi, suratını ekşitti ve adına da “yeniböğürtlen” dedi. Bir çevre bilimci, ılıman kışların, (geçen kış Nashville’de kar yoktu ve tek tipi Louisville’de olmuştu) ayıların kış uykusu döngüsünü bozduğunu ve yıllar geçtikçe artık bir şeyleri hatırlayabildiklerini söyledi. “Ayılar ateşi asırlar önce bulmuş olabilirler,” dedi, “fakat unutmuşlar.” Bir başka teoriyse, yıllar önce Yellowstone yandığında ateşi bulduklarıydı (veya hatırladıkları).
Televizyonda, ayılardan çok ayılardan bahseden insanları gösterdiler ve Ufak Wallace ile ben ilgimizi kaybettik. Akşam yemeğinin bulaşıkları hallolduktan sonra, çocuğu evin arkasına götürdüm ve çitimizin altından aşırttım. Eyaletler arası boyunca ve ağaçların arasından ayıların ateşlerinin ışığını görebiliyorduk. Ufak Wallace, eve dönüp .22’liğini almak ve bir tanesini vurmak istediğini söyledi ve ben de bunun neden yanlış olduğunu izah ettim. “Hem,” dedim, “.22’lik, bir ayıyı çılgına çevirmekten daha fazlasını yapmaz.”
“Hem,” diye ekledim; “bu bölgelerde avlanmak yasak.”
Elle lastiği janta tam veya hafifçe geçirdikten sonra asıl numara lastiğin kenarını jantın altına sokmakta. Bunu da, tekeri dik tutup, üstüne oturup, içindeki hava yerleşene kadar ayaklarınızın arasına alıp sektirerek yaparsınız. Lastik, janta tam oturunca tatmin edici bir “löp” sesi çıkarır. Perşembe günü, Ufak Wallace’ı okula yollamadım ve doğru şekilde becerene kadar nasıl yapılırmış gösterdim. Sonrasındaysa, çitimizi aşıp ayılara şöyle bir bakmak için tarlayı geçtik.
Virginia’nın kuzeyinde, Good Morning America’ya göre, ayılar ateşlerini gün boyu yanar halde tutuyorlardı. Lakin burada, Kentucky’nin batısında, Ekim’in sonunda hâlâ sıcaktı ve sadece geceleri ateşin etrafında toplanıyorlardı. Gündüzleri nereye giderler ve ne yaparlar bilmem. Belki de Ufak Wallace ile ben devletin çitlerini tırmanıp kuzeydeki patikaları aşarken bizi, yeniböğürtlen çalılıklarının oradan izliyorlardı. Ben balta taşıyordum, Ufak Wallace da .22’liğini getirmişti; ama ayı öldürmek istediğinden değil, bir oğlan çocuğu yanında silah falan taşımayı severdi. Eyaletler arasında kalan arazi, akçaağaç, meşe, çınarların altındaki sarmaşık ve otlar yüzünden karman çorman olmuştu. Evden yüz metre ileride olsa da buraya hiç gelmemiştim, tanıdığım birisi de gelmemişti. Yaratılmış bir ülke gibiydi sanki. Ortada bir yol bulduk ve bir borudan ötekine yavaşça akan, dar bir akıntı boyunca yolu takip ettik. Gri çamurdaki izler, rastladığımız ilk ayı izleriydi. O kadar da nahoş olmayan bir küf kokusu vardı. Ateşin yakıldığı kayın ağacının altındaki açıklıkta tek bulduğumuz küllerdi. Kütükler baştan savma bir daire oluşturacak şekilde çekilmişti ve koku da öncekinden daha yoğundu. Külleri karıştırdım ve yeniden ateş yakacak kadar kömür buldum, o yüzden bulduğumdaki gibi üzerini kapattım.
Biraz yakacak odun kestim ve bir kenara dizdim, iyi bir komşu olmak namına.
Belki de ayılar bizi, ta o zamandan beri çalılıkların oradan izliyorlardı. Bilmek mümkün değil. Yeniböğürtlenlerden birini denedim ve tükürdüm. Aşırı tatlı-ekşiydi, tam da bir ayının beğeneceğini sandığınız türden.
O akşam, akşam yemeğini takiben Wallace’a, benimle Anne’yi ziyaret etmek ister mi, diye sordum. “Evet” dediğinde şaşırmadım. Çocuklar, milletin sandığından daha anlayışlılar. Onu, Ev’in önündeki beton sundurmada oturur ve I-65 otoyolundan geçen arabaları izler halde bulduk. Buna da şaşırmadım. Her güz, yapraklar sararırken, kıpır kıpır olur ya da belki de doğru kelime, ümitli (bir kez daha) olur. Salona getirdim ve uzun ak saçlarını taradım. “Televizyonda ayılardan başka bir şey yok artık,” diye şikâyet etti hemşire ve kanalları değiştirdi. Hemşire bıraktıktan sonra Ufak Wallace uzaktan kumandayı aldı ve Virginia’da evleri ateşe verilen birkaç avcı hakkındaki CBS veya NBC’nin Özel Yayın’ını izledik. Televizyonda, bir avcıyla Shenandoah Valley’den aldığı 117.500 dolarlık evi yanan karısının röportajı vardı. Kadın, ayıları suçluyordu. Adam ayıları suçlamıyordu, fakat hâlâ geçerli avcılık belgesi olduğundan eyaleti dava edecekti. Eyalet avcılık komisyon sorumlusu ekran karşısına çıktı ve avcılık belgesinin olması, avın (takyit etmek kelimesini kullanmıştı sanırım) saldırıya karşılık vermesini yasaklamadığını söyledi. Bir eyalet sorumlusuna göre epey liberal bir bakış açısı, diye düşündüm. Ödeme yapmamak için çok haklı sebebi vardı elbette. Şahsen ben avcı değilim.
“Pazar günü gelmek için zahmet etme,” demişti Anne Ufak Wallace’a göz kırparak. “Bir milyon mil direksiyon salladımdı ve bir elim kapıda.” Bana böyle şeyler söylemesine alışkındım, hele güz vakti, ne var ki çocuk alınır diye korktum. Aslında biz ayrıldıktan sonra endişeli görünüyordu ve canını sıkanın ne olduğunu sordum.
“Nasıl bir milyon mil direksiyon salladıydı?” diye sordu. Anne ona otuz dokuz yıl boyunca her gün kırk sekiz mil demişti ve çocuk, hesap makinesiyle uğraşarak 336.960 mil bulmuştu.
“Salladı,” dedim. “Ve sabah kırk sekiz, öğlen kırk sekiz mil olacak. Hem futbol gezileri de vardı. Hem yaşlı milleti birazcık abartır.” Anne, eyaletteki ilk kadın okul servis şoförüydü. Her gün sürdü ve bir de aile yetiştirdi. Baba sadece tohumları ekti.
Smiths Korusu’nun yanındaki eyaletler arasına çekerdim genelde, ama o gece Ufak Wallace ve ben, ayıların ateşini görebilelim diye kuzeydeki At Mağarası’na kadar sürüp öyle geldim. Televizyonda gördüğünüz kadar çok yoklardı –her altı veya yedi milde bir tane, ağaç diplerindeki toprak birikintilerinin arkasında ya da kayalık çıkıntıların altında gizlenmiş. Muhtemelen odun kadar su da arıyorlar. Ufak Wallace durmak istedi, fakat eyaletler arası yolda durmak yasaktı ve ben de polisin peşimize düşmesinden korktum.
Posta kutusunda Wallace’tan bir kartpostal vardı. Elizabeth’le ikisi iyilermiş ve harika vakit geçiriyorlarmış. Çocukla ilgili tek bir kelime yoktu, ama çocuk takmıyor gibiydi. Kendi yaşındaki çoğu çocuk gibi ebeveyniyle bir yerlere gitmekten hiç hoşlanmıyordu.
Cumartesi öğleni Ev, büromu aramış ve Anne’yi kaybettiklerini söyleyen bir mesaj bırakmış. Yoldaydım. Cumartesileri çalışırım. Yarı zamanlı bir sürü çiftçinin evde olduğu tek gündür. Mesajı aldığımda kalbim kelimenin tam anlamıyla bir kez eksik attı, ama sadece bir tanecik. Çoktandır hazırdım. “Şükürler olsun,” dedim hemşire telefona bakınca.
“Anlamıyorsunuz,” dedi hemşire. “Öldü anlamında kaybettik değil. Kaçtı anlamında kaybettik. Anneniz firar etti.” Anne, kimse bakmazken koridorun sonundaki kapıdan çıkmış, kapıyı tarağını sıkıştırarak açık bırakmış ve Ev’e ait bir yatak örtüsünü yanında götürmüştü. “Ya tütünü?” diye sordum. Gitmişti. Dışarda kalmayı planladığının kesin işaretiydi. Franklin’deydim ve I-65 üzerindeki Ev’e varmam bir saatten az sürdü. Hemşire, Anne’nin son zamanlarda gitgide daha tutarsız davrandığını söyledi. Herhalde öyle söyleyecekler. Eyalet arasıyla soya fasulyesi tarlası arasındaki iki dönümlük ağaçsız araziyi aradık. Sonrasında bana, Şerif’in bürosuna mesaj bıraktırdılar. Resmi kayıtlara Kayıp diye geçene kadar, ki bu da pazartesi demekti, bakım masraflarını ödemek zorundaydım.
Eve gelene kadar hava kararmıştı ve Ufak Wallace akşam yemeği hazırlıyordu. Bu da sadece önceden seçilip lastik bantla tutturulmuş birkaç konserveyi açmak demek. Babaannesinin kaybolduğunu söyledim ve başını salladı ve “Kaybolacağını söylemişti bize.” Güney Carolina’yı aradım ve bir mesaj bıraktım. Elden başka bir şey gelmezdi. Oturdum ve televizyon izlemeye çalıştım, ama bir şey yoktu. Sonrasındaysa arka kapıdan dışarı baktım ve I-65’in kuzeyindeki sınırda yer alan ağaçların arasında oynaşan alev ışıklarını gördüm ve onu nerde bulabileceğimizi bildiğimi fark ettim.
Havanın gittikçe soğuduğuna şüphe yoktu, o yüzden de ceketimi aldım. Çocuğa, Şerif ararsa diye telefonun başında beklemesini söyledim ama arazinin yarısında arkamı dönüp baktığımda çoktan arkamdaydı. Ceketi yoktu. Yetişmesine göz yumdum. Yanında .22’liğini taşıyordu ve çitimize dayatıp üstüne basarak çiti aştım. Benim yaşımda, devlet çitine gece tırmanmak gündüz olduğundan daha zordu. Altmış bir yaşındayım. Otoban, güneye giden arabalar ve kuzeye giden kamyonlar kaynıyordu.
Yolun emniyet şeridini aşınca, çiyin çoktan ıslattığı otlar yüzünden pantolonumun paçaları ıslandı. Adına tam olarak çayır salkım otu deniyor.
Ormanın içine attığımız ilk adımlarda ortalık zifiri karanlıktı ve çocuk elimi tuttu. Sonra biraz aydınlandı. İlk başta ay olduğunu düşündüm, ama ağaçların tepesine ay ışığı gibi parlayan far ışıklarıydı ve Ufak Wallace ve benim, fidanların arasından yolumuzu bulmamıza imkân tanıdı. Kısa sürede yolumuzu ve bildik ayı kokusunu bulduk.
Ayılara gece yaklaşırken tedbiri elden bırakmıyordum. Eğer yoldan sapmazsak bir tanesiyle karanlıkta karşılaşabilirdik ama çalılıkların içinden gidersek de istilacı olarak görülebilirdik. Acaba silahı getirmese miydik merak etmiştim.
Yoldan sapmadık. Işık sanki ormanın tepesinden bir yağmurmuş gibi yağıyordu. Gidişi kolaydı, özellikle, yola bakmaya çalışmadan ayaklarımızın kendi yolunu bulmasına göz yumunca.
Ve ormanın içinden ateşlerini gördüm.
Ateşi çoğunlukla çınar ve kayın dalları oluşturuyordu; azıcık ısıtıp veya ışıtıp çok duman çıkaran türlerden. Ayılar daha odunların özelliklerini öğrenmemişlerdi. Yine de ateşi har tutmakta iyilerdi. Tarçın kahverengisi olup kuzeyden gelmişe benzeyen büyük bir ayı, ateşi çubukla dürtüyor, arada sırada yanındaki yığından bir dal atıyordu. Ötekiler, geniş bir daire oluşturmuş odunların üzerinde oturuyorlardı. Çoğu, kara ya da bal sarısı rengindeki daha küçük ayılardı, bir tanesi yavruları olan bir anneydi. Bazıları jant kapağına doldurdukları böğürtlenden yiyordu. Böğürtlen yemeyip sadece ateşi izleyerek ayıların arasında, omzunda Ev’den aldığı yatak örtüsüyle Anne oturuyordu.
Ayılar bizi fark ettiyseler de belli etmediler. Anne, dibindeki kütüğün üstünde bir noktayı tıklattı, ben de oturdum. Ufak Wallace’ın Anne’nin diğer yanına oturması için bir ayı kenara kaydı.
Ayı kokusu keskindi, fakat bir kere alışınca nahoş gelmiyordu. Ahır kokusu gibi değildi, daha yabaniydi. Kulağına bir şey fısıldamak için eğildiğimde Anne başını salladı. Konuşmanın gücüne sahip olmayan bu yaratıkların yanında fısıldamak kabalık olurdu, ağzını açmadan anlamamı sağladı. Ufak Wallace’ın da sesi çıkmıyordu. Anne, bizle yatak örtüsünü paylaştı ve saatlerce oturup ateşi izledik.
Büyük ayı ateşi harladı, insanlar gibi kuru dalların bir ucunu tutup üzerilerine basarak kırdı. Ateşi aynı seviyede tutmada iyiydi. Başka bir ayı arada bir ateşi dürtse de, diğerleri karışmadı. Görünüşe göre sadece birkaç ayı ateşi nasıl kullanacağını biliyordu ve bu diğerlerini de beraberinde götürüyordu. Ama bu her konuda böyle değil midir? Bazen bir küçük ayı, kucak dolusu yakacak odunla ateş çemberine yürüyor ve yığına döküyordu.
Ufak Wallace, çoğu çocuk gibi kıpır kıpır değildi. Orada oturmak ve ateşe bakmaktan zevk aldım. Anne’nin Kızıl Adam’ından² ufak bir parça aldım, ama genelde çiğnemem. Anne’yi Ev’de ziyaret etmekten farksızdı, ayılar yüzünden biraz daha ilginçti. Sekiz on tane varlardı. Ateşin içinde de tuhaf olaylar olmuyor değildi: Kıvılcımların birbirine girmesinde ateş sahneleri yaratılıp yok olurken ufak oyunlar sahneleniyordu. Hayal gücüm coşmuştu. Ayı çemberine baktım ve onların ne gördüğünü merak ettim. Bazısı gözünü kapatmıştı. Toplanmış olsalar da ruhları yalnız gibi görünüyordu, sanki her ayı kendi ateşinin önünde oturuyordu.
Jant kapağı dolaştı ve hepimiz biraz yeniböğürtlen aldık. Anne’yi bilmem ama ben, benimkini yiyormuş gibi yaptım. Ufak Wallace suratını ekşitip kendisininkini tükürdü. Çocuk uyuduğunda örtüyü üçümüzün etrafına sardım. Hava soğuyordu ve bizim, ayılar gibi, kürkümüz yoktu. Eve gitmeye hazırdım; Anne değildi. Işığın saçıldığı ağaçların tepesine sonra da kendine işaret etti. Meleklerin tepeden yaklaştığını mı düşündü? Güney tarafından gelen bir kamyonun farıydı sadece, ama fazlasıyla memnun göründü. Elini tuttum, elimde git gide soğuduğunu hissettim.
Ufak Wallace dizime hafifçe vurarak uyandırdı. Şafak çoktan sökmüştü ve babaannesi, ikimizin arasında kütükte oturarak ölmüştü. Ateşin üstü kapatılmıştı ve ayılar gitmişti ve birisi yolu görmezden gelerek ağaçlara çarpa çarpa geliyordu. Wallace’tı gelen. Arkasında iki eyalet polisi vardı. Beyaz tişörtünü giyiyordu ve pazar sabahı olduğunu anladım. Anne’nin ölümünü öğrenmesinin ardından gelen hüznünün altında öfke var gibiydi.
Polisler havayı koklayıp evet dercesine başlarını sallıyordu. Ayı kokusu hâlâ keskindi. Wallace’la ben, Anne’yi yatak örtüsüne sarıp otobana doğru yola düştük. Polisler arkada kalıp ayıların küllerini dağıttılar ve yakacaklarını çalılıklara doğru savurdular. Dar kafalı birinin yapacağı bir şey gibi göründü. Onlar da tıpkı ayılar gibiydiler, her biri üniformasının içinde yalnızdı.
Wallace’ın, çimlerin içinde patlak gibi duran radyal tekerleriyle ‘98 model Oldsmobile’ı refüjdeydi. Onun önünde, yanında bir polisin dikildiği bir polis arabası ve onun da arkasındaysa cenaze aracı vardı, o da ’98 model bir Oldsmobile’dı.
“İlk şikâyet, yaşlıları rahatsız ettikleriydi,” dedi polis Wallace’a. “Hiç de öyle olmadı,” dedim ama kimse açıklamamı istememişti. Kendi işlemleri vardı. Cenaze aracından iki tane takım elbiseli adam indi ve yan kapıyı açtı. Benim için o, Anne’nin bu hayattan ayrıldığı noktaydı. İçeri yerleştirdikten sonra çocuğa sarıldım. Hava soğuk olmasa bile titriyordu. Dost gibi yaklaşsa bile bazen ecel böyle yapardı, hele şafak vaktinde, etrafta polis ve ıslak çayır varken.
Araba ve tırların geçişini izleyerek bir dakika durduk. “Tanrı’ya şükür,” dedi Wallace. Sabahın 6:22’sinde bu kadar trafiğin olması şaşırtıcı.
O öğlen, eyaletler arasına tekrar gittim ve polislerin fırlattığı yakacağın yerine birazcık odun kestim. O gece, ormanın içinden ateşi görebildim.
Cenazeden iki gece sonra tekrar gittim. Ateş yanıyordu ve anladığım kadarıyla da aynı ayı grubu vardı. Bir süre onlarla oturdum; ama bana, onları geriyormuşum gibi geldi, o yüzden eve gittim. Jant kapağından bir avuç dolusu yeniböğürtlen almıştım ve pazar günü çocukla gidip Anne’nin mezarının üstüne yerleştirdim. Tekrar denedim, ama faydası yoktu, yiyemezdin.
Bir ayı değilsen.
– SON –
Çeviri Notları
- Baba ve oğulun isimleri Wallace olduğundan babaya Wallace Senior (Sr.), oğula da Wallace Junior (Jr.) deniliyor öyküde. “Ufak Wallace” ile kastedilen baba değil oğludur.
- Red Man, ambleminde Kızılderili bir adamın kafası bulunan bir çiğneme tütün markası.
© 1990, Terry Bisson
yazan Terry Bisson
çeviren Bayram Sarıkaya
editör Adem Yücel
düzelti Türker Beşe
Bu öykü ilk kez Isaac Asimov’s Science Fiction Magazine‘de, Türkçe olarak ise Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne ait İDEBİYAT‘ın 23. sayısında yayımlanmıştır.
Hem bu öykü hem de “Etten Yapılmışlar” güzeldi. Mizah kullanımı araya iyi yedirilmiş, anlatım tarzı da hoştu.