Şüphesiz ki çoğumuzun çocukluğu bir aile büyüğümüzün hikayelerini dinleyerek ve onlardan etkilenerek geçmiştir. Bazen kıyıda köşede kalmış ilginç anılardır bizi heyecanla dinlemeye sevk eden, bazen de saf hayal gücünün yoğurduğu, mucizelerle dolu masallardır. Hayatın gerçekçi yüzüne toslayana kadar hiçbir sakınca görmediğimiz bu hikayelerin inandırıcılığı, büyümek olgusunun altında ezilmeye başladıkça zihnimizi daha az kurcalar ve bir gün bizi tamamen terk eder.
Peki, masal gözüyle baktığımız ve çocukluğumuzun bir parçası olarak gördüğümüz, aile büyüklerimizin yadigarı olan bu hikayelerde gerçeklik payı olduğunu fark etseydik ne olurdu? Korkuyla dinlediğimiz canavarları gözlerimizle görseydik, ya da doğaüstü olayları deneyimleseydik hayatımıza kaldığımız yerden devam edebilir miydik? Hiç sanmıyorum.
İşte “Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları”nda karşımıza çıkan durum da bu. Küçüklüğünde büyükbabasından dinlediği tuhaflıklarla dolu hikayelerin gerçek olduğunu öğrendiğinde hayatı tümüyle değişen Jacob’ın hikayesine tanıklık ediyoruz bu fantastik romanda.
Aile Bağları ve Büyükbaba Portman
Ana karakterimize değinecek olursam, Jacob’ın ağzında altın kaşıkla doğan çocuklardan biri olduğunu söyleyebilirim. Anne tarafının sahip olduğu devasa bir eczane zincirinin getirdiği zenginlikle büyümüş ve ne yaparsa yapsın geleceğinin şimdiden garanti altında olmasından kaynaklanan iç sıkıntısıyla boğuşan bir karakter. On beş yaşında, ergenliğin zirvesinde bir delikanlı olması da kendisine dayatılan hayatı kolaylaştırmıyor. Anne ve babasıyla olan ilişkisindeki güven eksikliğini, büyükbabasıyla doldurmaya çalışmış olduğunu kitap boyunca gözlemleyebiliyoruz.
Aslına bakarsanız, yazar, isteyerek ya da bilinçsiz bir şekilde, ana karakterin özellikle annesiyle olan ilişkisini stereotip bir ihmal ediliş rayına oturtmuş. Babası ise annesinin servetini kabullenip kendini hobilerine adamış ve aslında bence, şaşırtıcı bir biçimde orijinal ve iyi işlenmiş karakter. Adını bile tam olarak öğrenemediğimiz bu karakterin karısının gölgesinde kalışı, oğluyla ve babasıyla kurduğu ilişkilerdeki benzerlikler ve başladığı projeleri bitirmekte yaşadığı sıkıntılar, onu gerçekçi ve ilginç bir karakter haline getiriyor.
Jacob’ın çocukluk kahramanı olan ve kitaba çıkış noktasını veren Büyükbaba yani Abraham Portman ise aslında oynadığı önemli role rağmen, bence ne yazık ki hikayenin akışında çok fazla yer bulamamış. Jacob’un gözünden hikayeyi takip ettiğimiz için Büyükbaba’nın yaşlılık dönemini ve hayal meyal çocukluk anılarındaki halini bilebiliyoruz okuyucu olarak. Fakat hayatı boyunca oradan oraya sürüklenip türlü badireler atlatan bu adamın baş kahramanı olduğu bir roman okusaydık neler olabilirdi diye düşünmeden de edemedim kitabı okuduğum sırada. Polonya’da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğan Abraham Portman, İkinci Dünya Savaşı sırasında tüm ailesini kaybetmesine rağmen İngiltere’deki ufak bir ada olan Cairnholm’daki bir yetimhaneye sığınarak hayatta kalabilmiş. Jacob’a anlattığı hikayelerdeki tuhaf çocuklarla da işte bu adada tanışmış.
Tuhaf Çocuklar Ne Ola Ki?
Tuhaflıktan kastımız süper güçler olduğu kadar, gerçekten doğaüstü vücut özellikleri de. Jacob’un ufakken hikayelerini dinleyip, fotoğraflarını gördüğü ve kitabın ilerleyen sayfalarında birebir tanışma fırsatı bulduğu bu çocuklar Bayan Peregrine adındaki müdüreleriyle beraber kendileri kadar doğaüstü bir yetimhanede yaşamaktalar.
Zihin gücüyle havaya yükselebilen Olive, ateşi kontrol edebilen Emma, kocaman kayaları kaldırabilecek kadar güçlü Bronwyn, sarı lüle saçlarıyla kafasının arkasındaki ağzını saklayan Claire, midesinde arılar yaşayan Hugh ve diğerleri. Benim kişisel favorim çamurdan ve hayvan kalplerinden küçük, yaşayan insan modelleri yaratabilen, aksi ve kötümser Enouch ile sürekli görünmez halde gezen, alaycı Millard. Bu iki karakter olmasaydı yetimhanedeki kısımların biraz boş kalacağını düşünüyorum.
Gerçek dünyada kendilerine inanmayan ve çoğunlukla onları dışlayan ailelerinden kaçan bu çocuklar, kendileri için yaratılmış bir cennette, hiç büyümeden ve sürekli aynı zaman dilimini tekrar ederek yaşayıp, dış dünyadan korunuyorlar.
Zaman Yolculuğu, Kuşlar, Canavarlar ve Diğer Her Şey
Kuşların zaman bükücüleri ve yolcuları olduğundan haberiniz var mıydı? Aslında düşününce kitabı çok okunanlar listesinde üst sıralara taşıyıp, öne çıkaran fikirlerden birinin de bu olduğunu söyleyebilirim. Bayan Peregrine ( Türkçesi gökdoğan) gibi pek çok kuşa dönüşebilen kadın yani ymbryne, dünyanın farklı yerlerinde ve zamanlarında sabit bir döngü yaratarak tuhaf çocukları bu döngülere saklıyorlar. Böylece çocuklar hiç büyümeden, hep aynı günü tekrar ederek sonsuza dek yaşamlarını sürdürebiliyorlar. Bu konuya mizahi bir soluk getirerek, o gün içerisinde, kasabadaki her insanın yanı sıra her hayvanın bile an be an neler yaptığını not eden Millard’ı anmadan geçemeyeceğim.
Peki bu döngülerin içine sıkışmak pahasına neyden saklanıyorlardı?
Neden ailesinden ayrılmak zorunda kaldığını sorduğumda daima aynı cevabı verirdi: Çünkü peşinde canavarlar vardı. Polonya adeta canavar kaynıyordu, derdi.
Kitabın başında Büyükbaba Portman’ın sarf ettiği bu sözler, insanların yanı sıra onları tehdit eden başka bir tehlike daha olduğunun işareti: Canavarlar ve hortlaklar. Özellikle tuhaf çocukları yakalayıp yiyen, bu türü yok etmeyi amaçlayan canavarlar ve onların gelişmiş versiyonları olup, insan suretine de bürünebilen hortlaklar aslında ölümsüzlüğü aramanın bedelinin size nelere mal olabileceğinin açık ve korkunç bir örneği.
Anlatım, Çeviri, Fotoğraflar ve Şekilci Yaklaşımlar
“Bu hipsterler için yazılmış bir Harry Potter kitabı. Geçtiği dünyaya ve verdiği hisse bayıldım.” diyerek benim de duygularıma derman olmuş Felicia Day.
Sıradan insanlarla, coerlfolc diye adlandırılan tuhaf insanlar arasındaki ayrım, cenneti andıran bir okul-yetimhane, güzümde resmini görene kadar tam bir Profesör Mcgonagall olarak canlanmış Bayan Peregrine ve onun “animagus” yeteneği, seçilmiş kişi tadında özel bir yeteneği olan baş kahramanımız… Hepsi tek tek ele alındığında bağımsız görünseler de birleştiklerinde tanıdık bir tada sahip olduklarını fark ediyorsunuz. Peki bu olumsuz bir yön müdür? Bence hayır. Tanıdık bir dünyanın parçalarını bambaşka kahramanlar ve bambaşka bir olay örgüsüyle birleşmiş görmek hoş bir detaydı.
İncelemenin başında dediğim gibi ben Büyükbaba Portman’ın maceralarını da ayrıntılı olarak okumayı isterdim. Ama zaten kitabın devamının geleceğini bildiğimiz için, belki yazar böyle hoş bir sürpriz yapıp Abraham Portman’dan daha fazla bahsetmeye karar verir diye umuyorum.
Birinci tekil şahısın ağzından anlatımın samimiyetini bu kitapta da görebiliyoruz. Özellikle Jacob’ın ruhsal bir bozukluğun pençesinde olduğunu zannettiği bölümlerde, birinci tekilden anlatımın faydaları ön plana çıkıyor.
Yazar Ransom Riggs’in temiz bir dili ve sürükleyici bir anlatımı var. Özellikle kitapta düğümlerin çözülmeye başladığı orta kısımlardan itibaren sürekli bir gerilim ve aksiyon akışı olduğunu söylemek mümkün. Bu yönden durgun anlatımları sevmeyen okuyucu için birebir. Çeviri ise oldukça muntazam olmuş, çevirmen Aslı Dağlı oldukça etkileyici bir iş çıkarmış.
Gelelim kitabın orijinal özelliklerinden birine daha. Kitabı elinize alıp sayfaları karıştırırken karşınıza çıkan siyah beyaz fotoğrafları ilk bakışta fark edeceğinize eminim. Hikayenin akışına güzelce yedirilmiş bu fotoğraflar aslında farklı farklı koleksiyonculardan toplanmış gerçek parçalar. Bu gerçeği öğrendikten sonra yazarın kurgulamadaki başarısını takdir edip, etkilenmemek elde değil.
İçimdeki şekilci canavarı salıyorum ve İthaki’yi de kapak, iç dizayn ve özellikle fotoğraf sayfaları için tebrik ediyorum. Rafta gördüğümde es geçemeyeceğim bir tasarım ortaya koymuşlar.
Kıssadan Hisseye
Kitapla ilgili genel görüşlerim olumlu olmakla beraber başkalarının da içine düşeceğini düşündüğüm bir yanılgı hakkında uyarıda bulunmayı kendime görev bilirim. Özellikle kitabın ilk sayfalarında elimdekinin bir korku-gerilim romanı olarak ilerleyeceğinden oldukça emindim. Fakat ortalara doğru konu beklenmedik bir viraj alıp, fantastik hakim bir ilkgençlik romanına dönüşmeye başladı. Bu yüzden kitabı okurken, her ne kadar canavarlardan bahsetsek de korku açısından çok bir beklentiye girmemeniz naçizane tavsiyemdir.
Kişisel olarak, son dönemde karmaşık bilimkurgulardan, kompleks karakterli romanlardan imanı gevremiş bir okur olarak bu kitabı okurken rahat bir nefes aldım ve “Peki şimdi ne olacak?” sorusunun eşliğinde güzel ve farklı bir maceraya atıldım. Fantastik türe yeni yani adım atmaya hazırlanan gençlere ve hava değişimi arayan okurlara rahatça tavsiye edebilirim.
Fazla uzatmamak adına, şu güzel haberi de verip gidiyorum. Kitabın Tim Burton yönetmenliğindeki filmi 30 Eylül 2016’da vizyona girecek ve oyuncu kadrosu gerçekten göz kamaştırıyor. Kitabın hem Tim Burton yorumunu, hem de Eva Green‘i Bayan Peregrine’yi canlandırırken görmek heyecan verici olacaktır eminim.
Forum üzerinden yorum yapıp sohbete katılmak için tıkla!